Hacettepe Üniversitesi İnsan Hakları Felsefesi Araştırma Merkezi'nden Bülent Peker ile "zorunlu göç"ü, genelde ve Avrupa Birliği (AB), Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Cenevre Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ilke ve kurallarıyla bağlantılı olarak konuştuk.
Zorunlu göç nedir? Göç etmek çorunda kalanı ve göç alan yeri nasıl etkiliyor?
Türkiye'de zorla yerinden etme eskiye dayanıyor. Kürtlere karşı, Ermenilere karşı tehcir hep vardı. Tabii bu yalnızca Türkiye'ye özgü değil. Vietnam Savaşı'nda Amerikalı bir sosyolog insanların köylerden kente getirilmesini savaş stratejisi olarak önermiş. Ancak eğitim, barınma gibi temel hakların da sağlanarak kent yaşamına yerleştirilmesi var bunun içinde. Zoraki göç, köyleri yok ederek yapılan bir göçtür.
Göçün, planlı, programlı yapılmasıyla; bir gecede, plansız, öncesi ve sonrası düşünülmeden karar verilerek birden bire yaşamsal alan değiştirilmesi arasında çok fark var. Göçle, kültürler, diller, yok oluyor. İsveç'te yaşayan Asuriler var. Asuri genci kendi kültürünü tanımaz, İsveç dili ve kültürüyle büyür. Yani onlar artık Asuri değil İsveçli. Göç edenler, geldikleri yeri özümsemek, asimilasyonu tam olarak yaşamak durumunda kalıyorlar.
Türkiye' deki zorunlu göç sistematik midir?
Sistematik bir uygulamadır ve Cumhuriyetin başından beri de Kürtler için devam eder. Zorunlu göç, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve müttefik devletler açısından, modern devletler açısından güvenlik pratiği olarak geliştirilmiş bir uygulama türü. Ordunun işleyişinde ulusal güvenliğin sağlanması için bu tür pratiklerin nasıl yapılacağı strateji belgelerine girmiştir.
Ama koşulları farklı. Asimilasyon politikası geri tepmeye başladığı dönem, zorla göç ettirilmiş Kürtlerin yeni kuşaklarında Kürtleşmenin yaşandığı yıllar da var.
Burada devlet tanımını yeniden bu zorunlu göç uygulaması ışığında yapabilir miyiz. Devletin görevleri nelerdir örneğin?
Devleti devlet yapan temel faktör güvenliktir. Kişinin güvenliği, devletin güvenliğidir. Devleti oluşturan yurttaşlar yaşadıkları yerde güvenliyse devlet vardır. Köy ve mezraların 'terörle mücadele' stratejisi olarak boşaltıldığı Türkiye gibi ülkelerde, zorunlu göçmenler insanlığın kıyısına itilmişlerdir. Zorunlu göçmenler, sadece temel haklarından yoksun bırakılmamış, yardım kuruluşları da engellenmiştir. Türkiye'nin de taraf olduğu ancak 2 ek protokolünü imzalamadığı Cenevre Sözleşmesi'nin ciddi yaptırımları olduğunu görüyoruz.
Türkiye hem taraf olacak hem de imza altına aldığı hükümlerin aksi faaliyette bulunarak ciddi hak ihlallerine iç yasal düzenleme ile resmiyet kazandıracak. Mantığı karışık sanırım...
Zorunlu iskan döneminden bugüne Türkiye'nin bu uluslar arası yükümlülüğe yaklaşımında bir problem var. Sözleşmenin onay kanunlarına bakıldığında; bu yükümlülüklerin Türk hükümetine zarar vermeyeceği belirtilir.
Diğer yandan 90'lı yıllara kadar uluslararası hukukun zorla göç ettirme karşısındaki anlamı çok açık değildir. Yerleşme ve barınma hakkı açıktır. İnsani hukuk normları açıktır. Cenevre Sözleşmesi'nde "sivillerin göç ettirilmesi yasaktır" hükmü var. 80-90'lı yıllarda Afrika, Asya ve Balkanlar'da iç savaşlar yaşandı.
Savaşın konusu haline getirilen etnik ya da dinsel farklar, toplumların bir yerden bir yere göç etmesini, etnik temizlemeyi getirdi. Bu nedenle 92'den itibaren BM çerçevesinde, insan haklarının bu tür uygulamalar karşısında ne anlama geldiğini ortaya koyma ihtiyacı doğdu ve BM'nin zorla yerinden edilenlerle ilgili ilkeleri vardır; bu ilkeler uluslar arası hukukun ne dediğini anlatır. Hükümet uygulamalarında insan haklarına uyacaksa evrensel ilkeler geçerlidir.
BM, insan hak ihlallerini, yerinden etmeye, zorla göç ettirmeye kadar vardıran ülkeleri nasıl takip ediyor?
BM'nin özel izleme yöntemleri, özel raportörleri var. Ama onun işlemesi bile hükümetlerin iznine bağlıdır. Örneğin Türkiye'ye işkence özel raportörü 1998 yılında davet edildi. Türkiye'nin onu davet etmesi işkencenin sistematik olmadığını anlatmaya çalıştı. BM'nin zorla yerinden etme ile ilgili de mekanizması var. O da bu yıl davet edildi. Onun davet edildiği döneme bakıldığında, köy boşaltmalar sona ermiş, mesele kontrol altına alınmıştı. Mekanizmalar, hükümetin hazırladığı bir program çerçevesinde işliyor yani.
Türkiye zorla göç ettirdiğini kabul ediyor mu, raportöre açıklıkla ifade ediliyor mu?
1997'de Genel Kurmay Başkanlığı brifinglerinde, belli bir plan dahilinde boşaltılan köylerin PKK'yi lojistik imkanlardan mahrum bıraktığı belirtilmişti. Türkiye'de insan hakları savunucuları zorunlu göç üzerine sistematik bir çalışma yapmadı. Sanırım olayın kitleselliği karşısında çaresizlik vardı. Bir taraftan siyasal engeller var, insan hak ihlalleri, zorunlu göç gibi durumlar da bütün bir halkı kapsıyor. O zaman da siyasal sorunların çözümlenmesi önem kazanıyor. Diğer yandan ise; tek tek insanların mağduriyeti var. 70 yaşındaki bir adamın da, 3 yaşındaki çocuğun da sorununu düşünmek zorundayız. Bu ikisi arasında denge kurmak zorundayız.
İnsan hak savunucuları tekil önlem almak konusunda çaresiz ve yetersiz mi?
Yeni bir çalışma alanı yaratıldı, göçle ilgili. Bu da tekil önlemden ziyade daha kitlesel amaçlı çalışmayı öngörüyor zaten. Siyasi, tek tek hak alanı yaratılmaya yönelik bir platform düşünülüyor. İçinden bir Göç Konseyi çıkartmak istiyoruz.
Yakın zaman için ne tür bir çözüm önerebilirsiniz zorunlu göçle ilgili olarak?
İtalya'da Calabrio isimli yoksul bölgeden insanlar ABD'ye göçmüş. Komünist Partili belediye başkanı da boşalan bölgede bir Kürt köyü kurmuş. Gönüllülerle yaşamı modernize etmek için çalışıyor. İnsanların geçici mağduriyetlerine geçici bir çözüm...İnsanların köyleri yeniden kurulana kadar böyle bir yöntem denenebilir aslında.
Yerinden zorla göç ettirilerek kentlere yerleşenlerin, kentlilik bilinci sağlanması konusunda ne düşünüyorsunuz iki taraflı bir mağduriyet oluşmuyor mu?
Mersin'de bunun sıkıntısı her fırsatta dile getiriliyor. O kadar hızlı bir göç yaşandı ki... Kentlilik bilinci yok, köy yaşamı sürdürülüyor. Tavuklarıyla, inekleriyle yaşamaya devam ediyorlar, ama yaşadıkları alan kırsal değil vs. vs. deniyor
Metropollerdeki insanlar Kürt olarak yaşamaya devam ediyorlar elbette. Güvenlik aygıtının soruna bakışı; zorla göç ettirilenler değil de o kentlerde yaşayanların mağduriyeti şeklinde. O insanlar oraya gittiği için değil, oraya gitmek zorunda bırakıldıkları için mağdurlar. Büyük kentlerdeki altyapı yetersizliği de bunu göstergesi.
Mağduriyetlerinin yanına bir de ihlaller, ellerinden alınan haklar ekleniyor. Hiçbir yardım kurumuna, bu insanlara yardım etmeleri için izin verilmiyor. Kızılhaç örgütüne de izin verilmedi. Kızılhaç'ın çalışmalarına izin vermeyen tek ülke Türkiye. İnsani yardım faaliyetlerini lojistik bir destek olarak görülüyor. Silahlı güçle halkı ayırmak lazımken, böyle bir ayrıma gidilmiyor.
Sorunu kangrenleştiriyor, sürekli erteleyerek stratejik bir hedef olarak görüyorlar. Dolayısıyla Mersin içinde durum diğer kentlerden farklı değil. Mersin'in biraz daha önem kazanması yeni döneme denk geliyor. Yerel yöneticilerin alt yapı yetersizliği noktasındaki itirazları, kentin kapasitesinin üzerinde bir nüfusu barındırmasındandır. Ama çaresi vardır; mali talebini de nüfusuna göre yaparsın.
Türkiye zorla göç ettirmenin bedelini AİHM'nde yüklü tazminatlarla ödüyor. AİHM' in bu maddi cezası Türkiye için yaptırım gücü içermiyor mu? İHD Genel Merkezi'nin yeni açıklaması, hak ihlallerinin geçen yıllara oranla bu yıl daha da arttığını gösteriyordu.
'Parasını veririm, işkence yaparım' şeklinde karikatürize ediyoruz bunu. Güvenlik aygıtı hükümetin üzerinde, bağımsız işliyor. Siyasi problemler güvenlik aygıtının sahasına giriyor. Güvenlik aygıtı insan hakları ihlalleriyle çözüyor problemi de. Türkiye'de siyasi, idari sorumluluk alan siyasilerin problemden gerçek anlamda haberi yoktur. Özü biliyorlar ama yaygınlığı konusunda fikirleri yok. Özünü bildikleri sorunu da yok sayıyorlar. Eğer bir bakan işkenceyi önleyemiyorsa bakan olmamalıdır. Ama ülkemizde durum tam tersi işleyişe sahip. İşkenceyi münferit gösterdikçe bakan kalıyorlar.
AİHM kararlarının bir de bireysel mağduriyetleri giderme amacı vardır. O kararların sorununa ilişkin şöyle siyasi bir beklenti var: İhlale neden olan koşulların ortadan kaldırılması için hukuksal düzenlemeyi yapmak, aldırılamayan insan hakları koşullarına göre düzenlemek. Türkiye'de olmayan da bu! Direniş de bu noktada. Türkiye Cumhuriyeti AİHS'nin kurucuları arasındadır. O özleşmeyi yaparken kendi kurumlarında uygulamaya yükümlenmiştir. İdeolojilerinden vazgeçemedikleri gibi bir bakışla karşı karşıyayız. Direnmeleri anlaşılmaz değil. Bizim çabamız ise bu direnişi kırmak. Türkiye'nin insanca yaşayan bir ülke olması için biz direnişi kırmak onlarda kaybetmek zorundalar. (GY/NM)