Hrant Dink’in katledilmesi üzerinden on üç yıl geçti. Hala devam eden yargı süreci boyunca deliller karartıldı, cinayetin emrini verenler gizlendi, Ankara’nın karanlık dehlizleri tarafından korundu, kollandı. Kamuoyu baskısı olmasa dosya belki de alelacele kapatılacaktı.
Agos gazetesi kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007 tarihinde Şişli’deki Agos gazetesi binası önünde katledildi. ‘Hrant İçin Adalet’ şiarıyla adalet mücadelesi devam ederken, kurulan Hrant Dink Vakfı, açtığı 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekanı ile Hrant’ın hayatına, mücadelesine tanık olmak isteyenlere kapılarını açtı. Hafıza Mekanında gösterilen ve Hrant Dink’in bir dönem yöneticilik yaptığı Tuzla Ermeni Yetimhanesindeki günlerine, tanıklıklarına odaklanan “Kırlangıcın Yuvası” belgeselinin yapımcısı yazar, yönetmen ve yapımcı Şehbal Şenyurt Arınlı ile belgesel fikrinin nasıl ortaya çıktığını, o süreçte yaşananları konuştuk.
Kırlangıcın yuvası belgeselini çekmeye nasıl karar verdiniz, çekim ne kadar sürdü?
Hrant’ın katlinin hemen ardından kurgulanan Kırlangıcın Yuvası belgeselinin yönetmenliğini Bülent Arınlı yaptı. Ben yapımcılığını üstlendim. Aslında çekimleri çok öncesinden Nedim Hazar’la birlikte yürüttüğümüz tamamen farklı bir çalışma için yapmıştık. Fakat Hrant’ın katlinin ardından tabi ki bu çalışma rafa kalktı ve yaptığımız kayıtlardan oluşan “Kırlangıcın Yuvası” vücut buldu.
Filmin ortaya çıkış sürecini anlatmak çok zor. Hatırlayacaksınız, Hrant’ı yakından tanıyan, birlikte çalışmalar yürütmüş olan bizler bir yana, onunla karşılaşmamış ama sözlerinin yüreklerine değdiği herkes tarifsiz bir acı etrafında birleşmişti. Sanki bütün tarih birdenbire önümüze serilivermişti. Çırılçıplak ortadaydı reddedilen, saklanan, yalana dolana bulaştırılan soykırım. Hrant’ın orada öylece uzanan bedeninde aslında bütün dönemlerin reddi, inkârı, imhası yatıyordu. Tarifi çok zor!
Onun şeffaf, sapasaydam, net, naif ve cesur duruşu, geniş toplumca bilinen/saklanan ve fakat dile gelmeyen korların üstündeki külleri ortadan kaldırıyordu. Yıllarca söyledikleri ve ürettikleriyle korların merkezine gelmişti. Ve kurulu sistem daha fazla ilerlemesine müsaade etmeyecekti, etmedi de! Ama perde aralanmıştı bile çoktan! Dolayısıyla geniş toplumun/Türkiye halklarının tamamı bu halen yüzleşilemeyen hafızanın sessiz çığlığını sokaklara taşıdı.
Kırlangıcın Yuvası sade bir filmdir. Ama Hrant’ın mücadelesinin o küçücük parçasında meselenin büyüklüğü kadar onun yalınlığını, sahiciliğini yansıtır. Bülent Arınlı’nın kurgudaki sürecini anlatmak da çok zor. Bizler İstanbul’da bu katliamla ilgili onlarca işle boğuşurken Bülent bir kıyı kasabasındaki kurgu stüdyomuzda, yapayalnız tamamladı bu çalışmayı. Bizler bir aradaydık, acımızı paylaşabiliyorduk. Ama Bülent bir küçücük stüdyoda Hrant’ın dipdiri, sapasağlam haliyle yokluğu arasında bir arafta kalmıştı. Film için her bir cümlesini seçerken, her bir görüntüsünü ayıklarken… Ve acılar bu kadar taze iken… Çoğu zaman hasta kalbine yüklenen yumru yumru düğümler, görüşünü perdeleyen yaşlarla filmi nasıl bağladı, hayal etmek bile çok zor.
Sevgili Hrant coşkuyla anlatmış da anlatmıştı, anlatılarından seçim yapmak çok zordu. Hepsi o kadar değerliydi ki, hepsini herkes görsün, duysun istiyorduk. Ben bir şekilde sözlerinin tamamının filmde yer almasından yanaydım. Kurgu sırasında “o niye eksik, bu niye eksik” diyordum. Ama Bülent meselenin özünün dağılıp gidebileceğini de düşünerek –aslında düşünmekten çok da hissederek- Hrant’ın sadeliğini yansıtmayı ve Tuzla Ermeni Kampı mücadelesi özelinde sorunların bütününü işaret eden noktalara odaklanmayı tercih etti. Film bittiğinde o da tamamen bitikti. Sanırım o süreçte karar vermişti, Hrant’dan sonra özellikle dava süreçlerinin seyrine baktıkça “bu ülkede hangi umut?” diyordu. Tedavilerini kesti, bir yıl sonra Bülent’i de kaybettik.
Film, o büyük kâbusumuzun hemen ardından Mart ayı sonlarında tamamlanmıştı. İlk gösterimini Mayıs ayında yaptık. Birçok ülkede onlarca gösterimi yapıldı, binlerce insana Hrant’ın sözlerini, sesini taşıdı, taşımaya devam ediyor. İsteyenler Hrant Dink Hafıza Merkezi'nde izlemeye gidebilirler.
Kırlangıcın Yuvası filminin ardından “Vatandaşlık Halleri” filmini gerçekleştirmiştik. Hrant’la birlikte yapmayı tasarladığımız çalışmanın bir tür tamamlanması gibi oldu o da… Ödenmesi mümkün olmayan borçlarımızdan biriydi Hrant’a…
Hrant Dink’i yakından tanıyan biri olarak, halkların birlikteliğinin için sizce nasıl bir önemi var?
Filmin yapım sürecine dair söylediklerimde de belirttiğim gibi, Hrant geniş toplumdan gizlendikçe kanayan yüzyılların sesiydi. Onun da sıkça vurguladığı gibi, bazı yaralar açılmadıkça ince ince kanamaya devam eder, birikir irinleşir, birikip irinleştikçe zehirler… Her tarafı zehirler, bütüne hastalık yayar. Bu yaraların dillenmesi gerekir. Hrant bütün şeffaflığı ve sahiciliğiyle kendi özgün örneğinden yola çıkarak ve fakat bu topraklardaki bütün halkların gizli yaralarını dillendiriyordu. İnsana olan güveni ile… Anlattıkça anlaşılacağını umarak! Ve başardı! Anlattıkça anlaşıldı. Ama bu anlaşılanlar elbette ki, karanlıklardan beslenenlerin fazlasıyla aleyhineydi. Ve olan oldu. Muktedirler ne yaparsa yapsın, onun anlatılarında halklar kendileriyle yüzleşmeye başladılar. Birkaç boyutuyla; bir yandan kendi özgün acısını hatırladı, kendine yapılan haksızlıkları… Hrant’a ağlarken kendilerine de ağladılar. Öte yandan “ben ve benim atalarım, nerede ne yanlış yaptık?” sorusu çıkageldi. Tabii, bu sorunun peşinden giden bizler de, kovuşturmalardan, tehditlerden payımızı aldık, ama gerçekten büyük, karanlık, ağır bir perde aralandı. Bu toprakların magmanın dibine gömülüp karartılmış hafızasında büyük bir kırılma yaşandı. Ve ne olursa olsun, dönemsel olarak zaman zaman derin suskulara gömülünse de açılan o derin yarıktan geçmişin ve yarının sesleri akmaya devam edecek. Hiçbir muktedir bunun önünü alamaz.
Hrant, kendi halkının özgün meselesinden yola çıktı ama bütün halkların derinlerdeki acısını dillendirdiği içindir ki bütünleştirici oldu ve olmaya devam ediyor.
Nasıl adım adım hedef haline getirildi?
Bu konu çok anlatıldı, tartışıldı; halen içi boşaltılarak bir sonuca varılması engellenen, Türkiye’deki yargının nasıl da güdümlü olduğunu ispatlamaktan öteye gitmeyen dava süreçleri açıkça durumu ortaya koyuyor aslında. Ama ben de kısa bir özet yapayım.
Bütün o yine sessizlikle kararmış dönemlerde, bir ses, bir soluk Agos gazetesinin yayına başlaması bile daha dikkatle izlenme süreçlerinin ilk adımları oldu galiba. Türkiye’de maalesef özellikle azınlıklar, muhalifler, devletin ‘tehdit’ algısı içinde yer alanlar her daim izlenirler de, malum, dokunulmazlara dokunmaya başladığında devlet aklı daha bir dikkatle izler, kaydeder, arşivler, vakti geldiğinde düşman hukuku devreye girer. Bildik, tanıdık süreçler… Son olarak bilindiği gibi tabu konulardan Sabiha Gökçen’in Ermeni kimliği üzerine yapılan haber fitili ateşleyen oldu. Üstelik o dönemlerde yine Ortadoğu’da bitmeyen savaş tamtamlarının çalındığı günlerdi. Biz Hrant’la önceleri ‘’Yurttaş Girişimi’’ olan, sonra ‘’Barış Girişimi’’ne dönüşen inisiyatifte birçok arkadaşla beraber ‘’Barış da barış’’ diyorduk yine. Egemenler savaşlarının bireylerin hayatındaki onulmaz/onarılmaz izlerine dikkat çekmeye, insanları savaşlara ‘’hayır’’ demeye çağırıyorduk. Öte yandan Hrant, Ermeni meselesine dair bütün o naif anlatılarıyla, kimseyi ötekileştirmeden, incitmemeye özen göstererek toplumu yüzleşmeye davet ediyordu. Ermeni Soykırımı meselesi bütün ülkelerin konusu olmuş, Türkiye’yi diplomatik olarak zora sokmaya devam ediyordu. Sabiha Gökçen haberinin yayınlanıp yayınlanmaması konusundaki tartışmalarımızı hatırlıyorum. Birçok arkadaş, ben de dahil, haberi erteleme önerisinde bulunuyorduk. Ama ertelemenin sonu yok, yaşananların aktarılması hep ertelene ertelene unutturulmuyor muydu, bu ‘’uygun zaman’’ ne zaman gelecekti ki?... Hrant haklıydı; ‘’nereye giderse gitsin!…’’ , ‘’e, insanlar da bu kadar kötü olamazdı ya…’’ Öyle, insanlar da bu kadar kötü olamazdı, ama birileri oldurdu! Oldu! Haber yayınlandı. Olanca kıyamet koptu. Bildiğiniz, dava dava üstüne… tehditler… yargısız infazlar… geniş toplumu o malum korkularıyla galeyana getirecek hedef göstermeler…
Hrant’ın dili, onunla yapılan röportajlarda, yazılarında, yaptığı konuşmalarda… Hepsinde ama hepsinde o kadar barıştırıcıydı ki, muhtemelen hukuken hiçbir sonuç çıkaramayacaklarını da açıkça gördüler… Onlar saldırdıkça Hrant etrafında daha henüz cılız, ama adım adım büyümeye başlayan sevgi duvarına çarptılar! Onu katletmek, ellerinde tek çare olarak kalmıştı! Gerçi yine yanıldılar ya, yaptılar!
İnsana bütün bunları bu soğukluğuyla konuşmak çok acı veriyor! ‘’Biz bu cehennemi cennete çevirmeye talip insanlarız’’ diyen arkadaşımızı bizden aldılar… Tarifi yok, acı, öfke… duygular birbirine karışıyor…
Hrant için adalet neden bu kadar geciktiriliyor? Gizlenmek istenen ne?
Ne yazık ki, Türkiye halen kendi tarihiyle yüzleşme olgunluğuna erişemedi. Çok sık söylendiği gibi, toplumların ergenlik döneminde takıldı kaldı galiba. Kimliğini ispat için hala ‘’kutsama ve kutsanma’’ ihtiyacını aşamıyor. Yalan bir ‘’mükemmeliyet, mükemmel devlet/mükemmel halk’’ baloncuğu içinde sonsuza kadar yaşayacağını zannediyor! Yüce… ulvi… Bu baloncuğun patlayabileceği her ihtimal karşısında hemen şiddet refleksi devreye giriyor. Hemen her durumda. Bu ‘’ulviyet’’ kalkanını devam ettirebilmek için kendi görevlilerince fazlasıyla suçlar işleniyor. Devamlı!... Her suç, üstü örtülmesi gereken yeni suçları doğuruyor. Bu suçlar öylesine birikti ki, biri çözülse hepsine sirayet edecek, zincirleme… Bunu ara sıra, en üst makamlardan kendileri de yanılıp şaşıp, ağızlarından kaçırıp sık sık ve giderek fütursuzlaşarak itiraf da ediyorlar artık. Bir zamanlar, Susurluk olayları sırasındaydı galiba, ya da faili meçhuller ile mi ilgiliydi hatırlamıyorum şimdi; Mehmet Ağar bile yaklaşık şöyle demişti; ‘bir tuğlayı çeksem bütün bina yıkılır’’ diye… Dolayısıyla cezasızlık geleneği kırılması en zor konulardan biri olarak önümüzde duruyor. Bir kez suçlar cezalandırılmaya başlandığında işin sonu nereye varır belli değil, öte yandan mekanizmanın üreticileri/planlayıcıları ve uygulayıcıları açığa çıktığında ve yargılandığında daha sonraki suçları kim işler, değil mi? Şimdilik tetikçileri deşifre ederek, onlardan kahramanlar yaratarak sistem orasını burasını onararak halen işletilmeye devam ediyor. Hrant Dink davası tipik bir örnektir. Öncesinde ve sonrasında -bu kadar yaygın etkisi olmasa bile-birçok örnek olduğu gibi. Yakın zamanın bir diğer örneği Tahir Elçi davası…
Bütün bunlar açığa çıkarılsa devletin sistematik olarak yurttaşlarına karşı suç işlediği ortaya saçılacak! Zaten açık seçik belli ama, ikrar edilmiş olacak. Bu da bir diğer büyük adımı gerektiriyor. ‘’Özür dileme’’, ‘’tazmin etme’’, yaraları bir nebze de olsa sarmaya çalışma! ‘’Ulvi’’ devletler özür dilemezler, değil mi? Aslında gayet iyi biliniyor ki; kimse ‘’tazmin’’ peşinde değil ama suçlar ve korkular o kadar büyük ki! Suçlar büyük olunca korkular da o kadar büyük oluyor! Bu bir devlet politikası; devlet görevlileri eliyle tehdit unsurlarını imha edebilir ve bu görevlilerini korumak zorundadır, ki bu uygulamaya devam edebilsin! Bu koruma da bir noktaya kadar; ne zaman ki bu devlet görevlileri de tehdit haline gelir, onlar da bir bir yok edilirler… Ulus-devlet çarkını böyle kurmayı tercih etmişler, böyle işlemeye devam ediyor. Örnekleri çok! Düşünsenize, -Ermeni Soykırımı meselesini not olarak geçeyim- Mustafa Suphi’lere en tepelerden kimlerin kastettiği açığa çıksaydı, önce ödüllendirilip sonra öldürülen Yahya Kâhya olayı; Topal Osman’ın Ali Şükrü Bey’i katletmesi, ardından öldürülmesi… daha yakın tarihlerde Cem Ersever olayı… ve daha birçok örnek… bütün bu karanlık kötücül zincir bugüne kadar gelebilir miydi?...
Hrant Dink davasında da kanımca gizlenmek istenen tam da bu mekanizmanın kendisi… Birçok örnekteki gibi, görevliler zaten gözden çıkarılmış unsurlardır; ama mekanizma hala işlevini sürdürüyor; görevlileri koruyarak mekanizma/kurucu unsurlar/tabular korunmaya çalışılıyor. Adeta bir suç örgütü…
Kanımca, bu mekanizmayı, kurucuları ve devamını sağlayanları açığa çıkarmaya, deşifre etmeye çalışmak ve öte yandan da başka yaşam formları düşlemeye, modellerini ortaya çıkarmaya çalışmak önemli. Bu Hrant’a, Tahir’e, bu mücadelede hedef olmuş bütün dostlarımıza borcumuz.
Şu söz klişe değil; asla unutmayacağız, unutturmayacağız ve elbette ki hesap sormaya devam edeceğiz. Nerede olursak olalım, koşullarımız ne olursa olsun, küçük adımlar, büyük adımlarla… eninde sonunda bu toplum, bütün bunlarla ve kendisiyle yüzleşecek. Belki bundan sonradır ki, bu zorlu yüzleşmeyi başarmanın/suçlardan arınmanın özgürleştirmesi ile kendisiyle ve herkesle barışık bir toplum inşa etmeyi başaracak. (ZK/AS)