O kadının düşündüğü yerde düşünmeyen, düşünecek kadar bile yaşamaya şansı olmayan, düşündükçe çıldırma noktasına gelen kadınlar var üstelik...
Benimle konuşan kadının hikayesini dinlerken bir yol hikayesi dinlediğime inandım. Bir yol hikayesiydi bu, çünkü dağlar, tepeler, şehirler, iklimler aşılmış, bir durağa varılmıştı nihayetinde. Durmuş durulmuştu artık bu kadın. Yıllarda yaşadığının, yıllarca yaşadığının hesabını sorarak hayatını kazanmıştı yeniden...
Özellikle yazıyorum, denizin dibinden ayağındaki taşı çözerek kurtulan bu kadını...
Bir yeşil göz nelere kadir...
İnsanın dili belası derler ya, onun güzelliği derdi belası olmuş. Genç yaşında yeşil gözleri, uzun saçları mahalleden geçerken dikkat çekiyor diye, bir de zengin olunca isteyen, babası vermiş.
Bir süre sonra, adamın çok içtiğini anlamış, çünkü ilk dayakla karşılaşmış. Yüzü güzel diye hep yüzüne vurmuş adam... Bir süre susmuş. Ama hamile kalmasının 7'inci ayında gece yarısı arabada atılan dayak, sonrasında yola öylece bırakılması bardağı taşırmış.
17 yaşında girdiği koca evinden baba evine gitmiş. Babanın yanıtı kesin olmuş: "Gelinlikle girdin kefenle çık."
Aradan geçen aylar içinde azalmayan dayak, kolda kırılan vazolar, elin içine giren cam kırıkları, geçirilen ameliyatlar, babanın sözünü emir kılmış: 2 kutu ilaç. Sonrası 5 gün koma.
Hastane çıkışında zorla kağıt imzalatmışlar, intiharından kimsenin sorumlu olmadığına dair. Ama savcılık 5 günlük komayı göz önünde bulundurarak soruşturma başlatmış. Hastane çıkışı döndüğü artık baba evi olmuş, anlamışlar bir ikinci gidişin ölümle sonuçlanacağını...
Yeni bir umut yine bir hüsran...
2 sene süren boşanma davasının ardından, 20 yaşında "dul" kalmış. Bu arada "kız kıza" gidilen düğünlerden birinde tanıştığı birine aşık oluvermiş. Aşk karşılıklıymış, evlenmişler.
Sabaha kadar dayakla geçirdiği o gece ikinci büyük şokunu yaşamış. "Sevdiğim adam bu muymuş" diye düşünmüş uzun uzun. "Bekle geçer", "dayan geçer" diye geçip giden günler içinde, dayakların miktarı da artmış, şiddeti de...
İkinci kez hamile kalmış, aldırmamış. Bu arada ilk evliliğinden olan çocuğunu göremez olmuş. Bir akşam yaptığı yemeği beğendiremeyince, cayır cayır yanan masayı izlemiş. Evden canını zor kurtarmış.
Bu kez yenilen dayakların şiddetini gören ailesi de ayrılması yönünde baskı yapmaya başlamış. Ama ilk seferinde dönülen baba evi, dul kalma korkusu hep bir dahaki sefere ertelemiş boşanma tarihini.
"Kardeşime dayağımı dinletti..."
Sürekli "daha çok gençsin boşanırsan herkes sana kötü gözle bakar" baskısı giderek artmış. Bir gün, eve geldiğinde kendisinden önce arayan kardeşinin sesini beğenmeyen kocası, kardeşini yeniden aramasını istemiş. Arar aramaz burnuna yumruk atılmış. Telefonun öteki ucundaki kardeşi yanına geldiğinde morarmış, şişmiş, kan içinde kalmış, saçları yolunmuş haliyle karşılaşmış.
Doktor üç kaburganın kırıldığını, 20 günlük rapor vermesi gerektiğini söylemiş. 20 günlük raporu kocası hapse girmesin diye kabul etmemiş ama, boşanma davasını açmış...
Bu kez mahkeme, delil sabitliğinden ilk celsede sonuçlanmış...
Denizin dibinden yüzeye varmak...
Hikayenin bu yerinde gökten üç elma düşmüyor. Bu dinledikçe iç buran, sonunda ışık görünmez görünen hikayenin iyi bir sonu olup olmadığını merak ediyorum. İki kere boşanma kararı alan bu kadının yaralarını sarması hemen olmamış. Önce yaşadığına, yaşayabildiğine inanması, sonra 17 yaşında başladığı bu uzun ve yorgun süreci unutması, en sonra her şeye tekrar dokunarak öğrenmesi gerekmiş.
25 yaşında, dul, iki çocuklu ve ağır travmalar atlatan bu kadın, seçiminin diyetini hayatı boyunca çalışarak ödemiş. Olayın bir iki sene sonrasında, dayak yediğini kimse bilmemecesine kapatmayı başarmış, "güçlü" kadın oluvermiş.
Kızına en büyük tavsiyesi "kendi ayakları üzerinde" durması. Çünkü kendi ayakları üzerinde durabilmek için 6 yıl, memuriyet mesaisi biter bitmez işportacılık yapmaya başlamış. Biriktirdiği paralarla önce bir ev almayı, sonra iş kurmayı başarmış. Kadın derneklerine gitmiş, sendika çalışmalarına katılıp, kadınlara hayatlarının kıymetini bilmelerini, çalışmalarını, ama en önemlisi "ne olursa olsun, vazgeçmemelerini" anlatmış...
Kızına da, korkmamasını, kendisini ezdirmemesini, "namus, şerefi" başka yerlerde değil, dürüstlükte, yalan söylememekte aramasını...
Şimdi o günleri anlatırken, ne kadar ezik olduğunu hatırlıyor. Bir gün, yol ortasında kucağında çocuğu varken atılan dayağı hatırlıyor. Yoldan geçen bir adamın gözlerini gözlerine diktiğini, o bakışlardan utandığı kadar hiçbir şeyden utanmadığını söylüyor.
"Utanıyordum, bir gün işe dudağı patlak, bir gün gözü mor gidiyordum. Başka kadınlar da dayak yiyordu, gizliyordu, ben dayak yediğimi söylüyordum, sonra söylemenin, saklamamanın, yaşadıklarından utanmamanın en önemli şey olduğunu anladım" diyor.
Ve gökten üç elma düşer...
Bu sürgit yaşama tutunma mücadelesi içinde, "iyi bir anne", "dürüst kadın", "çalışkan bir memur" olmak için uğraşmış durmuş. Ömrünün ilk 25 yaşına sığan acıları, sonraki yıllarda hep ayağına takılmış, kimi zaman deliliğe vurarak, kimi zaman susmamayı öğrendiğinden "avaz avaz bağırarak" bertaraf etmiş üzerine gelenleri... Hayatının en güzel kararını vermekten geri durmamış, sevmeyi sevilmeyi başarmış...
"Ne zaman yenir gökten düşen elmalar acaba?" diye soruyorum, yıllara meydan okuyan yeşil gözleri, çocukların "mürüvvetiyle" olabileceğini ima ediyor. Kızını hatırlatıp, "anasının bahtı kızının çeyizi mi?" diyorum, kızının ondan kabul ettiği en önemli mirasın "cesaret" olduğunu ekliyor dolu gözlerle...(AÖ/TK)