Rüzgarın nereden esmeye başladığını, her gün beni gözaltında tutan iki "nöbetçimin" tavırlarından anladım. Özellikle biri -her kaprisimde dikkat kesilen- acayip hareketliydi. Neler olup bittiğini anlamak için, kışkırtıcı bir tavırla, ona, gittiğim için mi, yoksa kaldığım için mi mutlu olduğunu sordum. "Yalnızca gideceğini biliyorum, ama ne zaman gideceğini bilmiyorum" dediğinde hem şaşırdım hem mutlu oldum.
Yeni bir şeylerin olduğunu teyit edercesine, sanki beni rahatlatmak istermiş gibi, ikisi birden içeri girip benimle şakalaştı. "Tebrikler" dediler, "Roma'ya gidiyorsun." "Roma'ya", kesin olarak bunu söylediler.
Garip bir duygu içindeydim. Çünkü bu sözcük, bir yandan derhal bir özgürlük duygusu uyandırmıştı, ama aynı zamanda içimde bir de boşluk doğurmuştu. Bunun bütün kaçırılma sürecinin en zorlu anı olduğunu anladım; o ana dek yaşadığım her şey "belirliydi", şimdiyse her biri bir öncekinden daha büyük belirsizliklerle dolu bir uçurum açılıyordu önümde.
Giysilerimi değiştirdim. Geri geldiler. "Sana eşlik edeceğiz, ama bizle birlikteyken varlığını belli etme, yoksa Amerikalılar müdahale ederler." Duymamış olmayı tercih edeceğim bir teyitti bu. Hem en mutlu, hem de en tehlikeli andı bu. Biriyle, yani Amerikan birlikleriyle karşılaşmak demek, ateş açılması demekti. Beni kaçıranlar buna hazırlıklıydı, onlar da karşılık vereceklerdi. Gözlerimin kapanması gerekiyordu. Geçici körlüğe çoktan alışmaya başlamıştım. Çevremde olup bitenlere dair anladığım tek şey, Bağdat'ta yağmur yağıyor olduğuydu.
Araba düzenli bir şekilde, çamurla kaplı yolda ilerliyordu. Arabada bir şoför ve beni kaçıranlardan ikisi vardı. Az sonra, duymak istemediğim bir ses geldi kulağıma. Durduğumuz alanın üzerinde, alçaktan uçan bir helikopterin sesi. "Sakin ol. Şimdi seni almaya gelecekler... Yaklaşık 10 dakika içinde, seni almaya gelecekler." Kaçırılmam boyunca Arapça, biraz Fransızca ve çok kötü bir İngilizce'yle konuşmuşlardı. Şimdi bile, aynı şekilde konuşuyorlardı.
Sonra gittiler. Öylece, hareketsiz ve görmez halde bekledim. Gözlerim pamukla sarılmıştı, üzerinde de koyu gözlükler vardı. Kıpırdamıyordum. Düşündüm... Ne yapacağım? Özgürlüğüme kavuşana kadar geçen saniyeleri mi saysaydım acaba? Kafamın içinde zar zor saymaya başlamıştım ki, dost bir ses duydum "Giuliana! Giuliana! Ben Nicola. Korkma. Gabriele Polo'yla konuştum. Sakin ol. Özgürsün!"
Pamuktan ve gözlükten oluşan gözbağımı çıkarttırdı. Bir rahatlama hissettim, anlamadığım şeylerden, olan bitenden değil; bu "Nicola"nın sarf ettiği sözlerden gelen bir rahatlama. Konuşup duruyordu. Önü alınamaz bir haldeydi. Dost canlısı sözlerden ve nüktelerden oluşan bir çığ gibi. Sonunda, ne zamandır unuttuğum, neredeyse fiziksel sayılabilecek, o sıcak avuntuyu hissettim.
Araba yolunda ilerliyordu, su birikintileriyle dolu bir altgeçitten geçiyordu. Birikintilerden kaçalım derken dağılacak gibi oluyordu. Hepimiz kahkahaları koyverdik. İnsanı özgürleştirici bir şeydi. Bütün bu başımdan geçenlerin, Bağdat'ta su dolu bir yolda dağılıp kalmış bir arabada, olmadık bir kazayla sona ermesi, pek de haberi yapılacak bir şey olmazdı.
Sonra Nicola Calipari yanıma oturdu. Şoför iki kez elçilikle ve İtalya'yla görüşmüş, Amerikan birliklerinin sıkı sıkıya denetlediğini bildiğim havaalanına doğru yolda olduğumuzu söylemişti. Bana, bir kilometreden az kaldı, dediler ve o sırada... Yalnızca ateş açıldığını anımsıyorum. O noktada, bizi vuran mermi ve ateş yağmuru, birkaç dakika önceki neşeli seslerimizi sonsuza kadar kesip attı.
Şoför "Biz İtalyanız, biz İtalyanız" diye bağırmaya başladı. Nicola Calipari beni korumak için kendini üzerime attı ve o anda, tekrar ediyorum, o anda, son nefesini verip üzerimde öldüğünü hissettim. Fiziksel acı hissetmiş olmalıyım, neden bilmiyorum. Kafamda bir şimşek çaktı. Aklım doğruca beni kaçıranların söylediği sözlere gitti. Beni salıvermeye kararlı olduklarını ama dikkatli olmam gerektiğini, "çünkü Amerikalıların dönmemi istemediğini" belirtmişlerdi. O sırada, bana bunu söylediklerinde, bu sözleri abartılı ve ideolojik bulmuştum. O anda, bana gerçeklerin en acısını tattırma riskine girmişlerdi.
Bundan sonrasını hâlâ bilmiyorum.
En dramatik günüm buydu. Ama bir aylık kaçırılmam, varoluşumu büyük olasılıkla tamamen değiştirdi. Tek başıma, yapayalnız, en derin yargılarımın tutsağı olarak geçirdiğim bir ay. Her saat, işimin acımasızca sorgulanmasıyla geçti. Zaman zaman benimle şakalaştılar. İşi, neden gitmek istediğimi, neden kaldığımı sorgulamaya kadar uzattıkları oldu. Kişisel ilişkiler konusunda ısrarlıydılar. Çoğunlukla bir kenara attığım bu önceliği bana düşündürten onlar oldu. Aileyi vurguluyorlardı.
"Kocandan yardım iste" dediler. Ben de hepinizin görmüş olduğunu düşündüğüm o ilk video kaydında bunu yaptım. Hayatım değişti. Simona'larla birlikte kaçırılan, "Un Ponte per"in Iraklı mühendisi Raad Ali Abdülaziz bana "Hayatım artık eskisi gibi değil" derdi. O zamanlar bunu anlamamıştım. Şimdi ne demek istediğini anlıyorum. Çünkü gerçeğin bütün sertliğini, ortaya konmasının zorluğunu yaşadım. Bir de bunu deneyen birinin kırılganlığını.
Kaçırılmamın ilk günlerinde, tek bir gözyaşı dökmedim. Yalnızca öfkelenmiştim. Beni kaçıranların yüzüne "Nasıl olur! Beni, savaşa asıl karşı çıkan kişiyi nasıl kaçırırsınız?" diyordum. Bu noktada, kızgınlıkla, bir tartışmaya girişiyorlardı. "Evet, çünkü gidip insanlarla konuşuyorsun. Otelinde kapanıp kalan bir muhabiri asla kaçırmayız. Belki de, savaşa karşı oluşun da bir paravandır."
Ben de, çoğunlukla kışkırtarak, bu sözleri çürütüyordum, "Benim gibi savunmasız bir kadını kaçırmak kolay, değil mi? Neden gidip bir de Amerikan askerlerini denemiyorsunuz?" İtalyan hükümetinden birliklerini çekmesini isteyemeyeceklerini ısrarla anlattım. "Siyasi" muhataplarının hükümet olamayacağını, savaşa karşı çıkan İtalyan halkı olacağını söyledim.
Güçlü umutları, büyük çöküntüleriyle, inişli çıkışlı bir aydı. İlk pazar günü, beni tuttukları, üzerinde parabolik bir anteni olan Bağdat evinde, bana Euronews'taki haberleri izlettiler. Orada, Roma belediye binasının üzerinden sarkıtılmış dev posterimi gördüm. Yüreklendim, neşelendim. Ancak hemen ardından, İtalya'nın birliklerini çekmemesi halinde Cihad'ın beni idam edeceği açıklamasının teyidi geldi.
Çok korkmuştum. Ama hemen kendilerinin Cihad olmadığına, bu iddialara inanmamam gerektiğine beni inandırdılar. Bunlar sadece "provokasyon" içinmiş. Bakışlarından en erişilebilir görünen, ama diğeriyle birlikte, hiç de bir askerin görünümüne sahip olmayana sık sık "Bana doğruyu söyle. Beni öldürecek misiniz?" diye soruyordum. Ve yine de, çoğu zaman aramızda tuhaf iletişim pencereleri açılıp duruyordu. Baştan ayağa örtünmüş Vahabi bir kadın evin içinde dolanıp benimle ilgilenirken, "Haydi gel, televizyonda film izleyelim" diye beni çağırıyorlardı.
Beni kaçıranlar, gözüme epey dindar bir grup olarak göründü, sürekli Kuran'dan ayetler okuyorlardı. Ama Cuma günü, salıverildiğim sırada, her sabah saat beşte kalkıp ibadet eden ve aralarında en dindar görüneni, "tebrikler" deyip elimi sertçe sıktı -İslami bir köktenci için hiç de normal sayılmayacak davranış- ve ekledi, "Uslu durursan, hemen gidersin."
Sonra da, neredeyse komik bir bölüm geldi. Gardiyanlarımdan biri, şaşkın bir halde geldi. Şaşkınlığı, hem TV'nin benim Avrupa şehirlerinde asılan posterlerimi göstermesinden, hem de Totti'den kaynaklanıyordu. Evet, Totti. Beni kaçıran, Roma futbol takımını tuttuğunu ve en sevdiği futbolcunun sahaya göğsünde "Özgür Guiliana" yazılı bir tişörtle girdiğini görünce nasıl afallayıp kaldığını anlattı.
Zamanımı, artık hiçbir belirliliğin kalmadığı bir yerleşimde geçirdim. Kendimi aşırı yorgun hissediyordum. En kesin bilgilerimi bile yitirmiştim. Kalkıp bu kirli savaşın hikayesini anlatma ihtiyacını içimde canlı tuttum. Ve kendimi, otelde kalıp beklemekle, işimi yaparken kaçırılmak arasında tercih yapma zorunluluğu içinde buldum. Beni kaçıranlar, "Artık kimseyi istemiyoruz" demişlerdi bana. Ama, Felluce'deki kan kıyımı mültecilerin sözleriyle aktarmak istiyordum.
Ve o sabah, asıl mülteciler, ya da onların "liderlerinden" biri, beni dinlememişti. Irak toplumunun savaş yüzünden yaşadıklarına dair yapılan analizlerin doğrulanması tam karşımda duruyordu ve onlar yüzüme kendi gerçeklerini haykırıyorlardı: "Kimseyi istemiyoruz. Neden evinde kalmıyorsun? Bu röportajın bize ne yararı var?" İkincil etkilerin en kötüsü, iletişimi öldüren savaş, tepemde asılı duruyordu. Ben, her şeyi tehlikeye atmış, gazetecilerin Irak'a girmesini istemeyen İtalyan hükümetine ve işimizin, savaşla birlikte bu ülkenin ne hale geldiğine ve seçim dedikleri şeye tanıklık etmesini istemeyen Amerikalılara meydan okuyan ben.
Şimdi kendime soruyorum. Bu şey, onların bu reddedişi, bir başarısızlık mı? (GS/TK/EÜ)
* Giuliana Sgrena'nın Il Manifesto'da 6 Mart'ta yayınlanan yazısı "La mia verita"nın Znet'te yayınlanan İngilizce çevirisinden Türkçeleştirildi.