"Kürt sorunu"nda bir kez daha başa mı dönüyoruz?
Bu mümkün mü?
Şiddet politikası şimdiye kadar ne kazandırdı ki, şimdi de kazandırsın?
Peki ya kaybettirecekleri, kaybettirmekte oldukları?
Şiddet bizi nereye götürüyor?
Ortadoğu bir ateş topuna dönmüşken, artık biraz da barıştan, çözümden yana düşünmek gerekmez mi?
Hala şiddetten medet umanların bulunduğu çok açık. İsrail'in Lübnan'ı yerle bir etmeye başlaması, Türkiye'deki şiddet yanlısı tahayyülü de güçlendiriyor. Örneğin Milliyet yazarı Doğan Heper, Türkiye'nin de İsrail gibi yapması gerektiğini yazdı.
Türkiye'nin İsrail gibi yapması, Türkiye'nin İsrail gibi olmasıdır. Türkiye'nin İsrail gibi yapması, farklı etnik kökenlerden olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının İsrail ve Filistin halkları gibi de değil, düpedüz Balkan halkları gibi etnik bir çatışmaya sürüklenmesi demektir.
Türkiye'yi İsrail gibi davranmaya teşvik eden Doğan Heper, bunu da düşündüğünü hiç sanmıyorum. Düşünseydi, o satırları yazmazdı.
Şu çok açıktır ki, anadil hakkını savunmak ya da düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü talep etmek bölünmeye yol açmaz. Esas bölücülük demokratik hukuk devleti ölçüleri içinde çözülebilecek sorunları İsrail yöntemleriyle "çözme"yi önermektir.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının birlik ve beraberliğini tehdit eden, ortak geleceğimizi risk altına sokacak olan asıl tehlike de budur, başka bir şey değil.
Bırakın İsrail gibi yapmayı, yirmi yıllık çatışma süreci bile daha şimdiden ortak geleceğimizi risk altına sokmuş durumdadır. Zorunlu göçün yıllardır görmezden gelinen olumsuz etkileri, sosyal yaraların sarılmaması, büyük kentlerin çeperinde ne tür bir tehlikeyi büyütmektedir acaba?
Sadece bir türlü kente entegre olamayan, hiçbir sosyal haktan yararlanamayan güvensiz ve umutsuz milyonları ya da kapkaççıları mı? Tüm bunlarla birlikte nur topu gibi bir bölünme potansiyeli de büyümüyor mu acaba?
Bölünmenin en tehlikelisi coğrafi değil duygusal olanıdır. Yurttaşlar arasındaki birlik iradesinin zedelenmesidir. Araya ön yargıların girmesidir.
Ankara'da yoksulluk algısı üzerine yapılan bir araştırmada (*), yoksulun dilinin Kürtçe olarak algılandığı ortaya çıkmış.
Bunun anlamı üzerinde çokça düşünmemiz gerekiyor. Sadece bunun da değil, olağanüstü hal koşullarında dünyaya gelip şiddet ve hak ihlalleri içinde büyüdükten sonra varoşların insafına terk edilen gençlerin ruh halleri üzerinde de iyi düşünmek gerekiyor.
Çözülmeyen siyasal sorunlar, sosyal yaralara yol açıyor ve bu yaralar giderek kimya değiştirip yeni siyasal sorunlara ebelik ediyor.
Yirmi yılı aşkın süredir Kürt sorunu bağlamında yaşanan alt üst oluş, Türkiye'de yoksulluğun etnik bir mahiyet kazanmasına yol açmıştı. Şimdi suçun etnik karaktere bürünmesine tanık olmaktayız. Bundan bir adım sonrası etnik önyargıların güçlenmesi ve etnik dışlamadır.
Daha açıkçası Kürtlerin potansiyel suçlu görülmesi ve dışlanmasıdır. Nitekim kimi Karadeniz illerinde Kürt tarım işçilerinin dışlanmalarına tanık olduk bile.
Dışlamayı destekleyen birden fazla etken var. Kürtleri aşiret ve töre ile özdeşleştiren TV dizilerinden tutun da, Türkiye'nin karşılaştığı her olumsuzluğun altında bir Kürt komplosu arayan "Kızılelmacılar"a kadar.
Sadece onlar da değil ne yazık ki, Kürtlerin marjinalleştirilmesi ve dışlanmasına bir destek de solculardan gelmekte.
Dünyanın herhangi bir yerindeki demokratik mücadeleyi coşkuyla karşılayan Türkiye solunun bir kısmının Kürtlerle ilgili yapabildiği tek şey, onları Amerikanın kucağına oturmakla suçlamak. Bu suçlayıcı tutum son tahlilde Kürtlerin marjinalleştirilmesine katkı sunmaktadır.
Son olarak Türkiye'de etnik gerginlik ve dışlama potansiyelini besleyen etkenlerden birisinin de, her gün ülkenin dört bir yanına gönderilmekte olan asker cenazeleri olduğunu belirtmek gerekiyor.
Sonuçta, nerede olursa olsun şiddet sadece ortak geleceğimizi baltalamaya yarıyor. Bunu artık görmeli ve barış ısrarımızı büyütmeliyiz diye düşünüyorum.
Yoksa coğrafi olmasa bile duygusal bölünme kapımızın önünde. Üstelik onun telafisi çok daha güç olabilir.(HÇ/AD)
(*) Ankara Üniversitesi (AÜ) Eğitim Bilimleri Fakültesinden Müge Arter ve Nihal Ahioğlu tarafından Ankara'da farklı sosyo-ekonomik kesimler arasında yoksulluk algısını ölçmek amacıyla yapılan araştırma.