Kimlik, aidiyet, aile bağları, kökler, önyargı... Irmak Zileli'nin gençler için kaleme aldığı "Arkadaşım İçin" bu konular etrafında şekilleniyor.
Günışığı Kitaplığı'nın Semih Gümüş'ün editörlüğünde hayata geçirdiği Köprü Kitaplar koleksiyonunun 26. kitabı "Arkadaşım İçin", yaralı bir gencin hayata tutunma ve ailesini arama serüvenini iki arkadaşın ağzından anlatıyor.
Önyargıların ve kuşkuların dünyasında, gençliği ayakta tutan en güçlü dayanak olan arkadaşlığı, iki farklı gencin dünyasından aktarıyor yazar.
Yunus Nadi ve Duygu Asena Roman Ödülleri sahibi Irmak Zileli, "'Gençler bizim geleceğimizdir' cümlesi eğer o gençlerden öğrenmeye, onların taze zihinlerinden ve yaratıcılığından beslenmeye neden olmuyorsa hamasettir. Gençler hamaseti gözünden tanır ve inanmaz size. Onlara gerçekten böylesi bir önem atfedildiğine inanmaya ihtiyaçları var" diyor.
"Bütün romanlarımda karakterin yerine geçerim"
İlk kez mi gençler için yazıyorsunuz? Diğer romanlarınızdan farklı bir süreç oldu mu? Yazarken gençlere ulaşmak anlamında dikkat ettiğiniz ifadeler var mıydı?
İlk kez yazmıyorum. "Bozuk Saat" de bir gençlik romanıydı. Yazarken okuru düşünerek, zihnimde bir okur kurgulayarak yazmamayı tercih ediyorum. Yazma sürecinde karakterlerin kendi sesini bulmaya, hikâyelerini geliştirmeye, hikâyenin ihtiyacı olan kurguyu düşünmeye özen gösteriyorum. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan metin, okurunu kendi seçmiş oluyor. Gençlere ulaşmak için dikkat ettiğim ifadeler olmadı, yazarken karakterlerim genç oldukları için onların yerine geçebilmeyi denedim. Bütün romanlarımda yaptığım budur. Karakterin yerine geçmek, onun bakışından düşünmek, anlamak, anlatmak. Bir göçmene dönüşmek, bir liseliye dönüşmek, bir kaybolmuş kadına dönüşmek. Bu dönüşümün kendisi "doğru" ifadeleri bulmayı beraberinde getirir zaten. Yeter ki başkasına dönüşebilmeyi becerebilmiş olayım. Bunu beceren herhangi biri ötekiyle ortak bir ifade alanı, ortak bir dil kurmayı da başarabilir zaten. Bu bakış açısı sadece yazarken değil, yaşarken de yardımcı olur insana.
Önyargı kavramı
"Arkadaşım İçin"de konu nasıl şekillendi?
Kimlik, aidiyet, aile bağları, kökler hep ilgilendiğim konular. İçine doğduğumuz aile midir derin bağ kurduklarımız, yoksa hayat içinde karşımıza çıkan, seçtiğimiz insanlar mıdır, diye sordum kendime. Sonra yetimhanede büyüyen bir çocuk ile dışarıdan bakınca "ideal" bile sayılabilecek bir kızın dostluğunu yazma fikri doğdu. Bizden çok farklı olduğunu sandıklarımızla da bir bağ kurabileceğimiz üzerine de zaten uzun zamandır düşünüyordum. Bu da beni tabii ki önyargı kavramına getirdi. Farklı olana önyargıyı ilk ailelerimizden edindiğimizi, belki bizi koruma duygusuyla dışarıda olana, yabancıya karşı uyarılarla büyütüldüğümüzü, erkenden diyaloğa kapatıldığımızı düşündüm sonra. Sadece kendimize benzeyenlerle arkadaşlık ettiğimiz korunaklı bir dünya yaratmaya teşvik edildiğimizi... Bunun da aslında ayrımcılığı nasıl beslediğini. Öte yandan kendi hanemizdeki, en yakınımız saydıklarımızın içindeki farklı duygulara karşı da benzer şekilde davrandığımızı, çocuklarımızın mesela arzularına, tutkularına, beklentilerine ne kadar açık olduğumuzu sorguladım. İşte böyle şekillendi "Arkadaşım İçin".
Birbirini anlayan iki genç: Yunus ve Ezgi
Arkadaşlık ilk gençlik yıllarında en önemli şeylerden biri oluyor. Yunus ve Ezgi'nin yaşlarında arkadaşlığın temelinde neler oluyor sizce?
Birbirini anlamak. Aslında her yaşta insanın en temel ihtiyacı anlaşılmak, duyulmak ama o yaşlarda sanırım bu daha da yakıcı bir ihtiyaç oluyor, çünkü çoğunlukla ebeveynle çatışmalı bir ilişkinin içindeyken genç insanın en çok şikâyet ettiği konu, anne ve babası tarafından anlaşılmamak. "Beni dinlemiyorsunuz ki!" herhalde en çok söylenen cümledir. Bu doğal tabii, aileden bağımsızlaşma, yetişkinliğe doğru ilk adımları atma yaşları. İster istemez çatışma olacak, ister istemez bir kopuş yaşanacak. Aileler ne kadar olumlu yaklaşsalar da, tüm pedagoji kitaplarını yalayıp yutsalar da o yaşlardaki çocuklarıyla bu çatışmaya razı gelmek durumundalar. İşte belki de bu aileden kopuş esnasında arkadaşlar, gençler için yeni bir dal işlevi görüyor. Aileyle kurulan derin bir bağın şekil değiştirmesinden önce o kopmaya ihtiyaç duyan genç insan, kendi gibi hisseden, yaşayan, benzer çatışmalardan geçen, akranı biriyle yeni bir bağ kurarak bu sancılı süreci atlatmaya ihtiyaç duyuyor olabilir. Bu yüzden o yaşlardaki arkadaşlıklar bence ebeveynden yaşanan ayrılık sürecinde en güçlü dayanaklardan biri. Yetişkinlik belki de kendi seçtiklerinle aile olabilmek demek. Büyüdüğün evden kopabilmek. Ama bu mutlak bir yalnızlık demek de değil. Arkadaşlar bize bunu hatırlatıyor. İyi ki onlar var dedirtiyor.
Romana hazırlanırken...
"Romana hazırlanmak" atölyeleri veriyorsunuz, buradan hareketle, yeni bir romana hazırlanırken siz nasıl bir süreçten geçiyorsunuz? Karakterler nasıl şekilleniyor?
Uzun okuma süreçlerinden geçiyorum. Romanın meselesine dair, hikâyeyi besleyecek, karakterleri derinleştirecek en az iki yıllık bir süreç bu. Bu okumaların amacı somut bazı tarihsel bilgiler edinmek ya da konuyu araştırmaktan çok, hayat bir yandan akıp giderken, arka planda meselenin, hikâyenin, karakterin işlemesi, zihnimde yer etmesi, kök salması, dallanıp budaklanarak bilinçdışımda kendine bir alan açmasını sağlamak. Bu iki yıllık süreç içinde hayat durmuyor. Roman okumaları o hayatın bir parçası olarak içine yerleşiyor. Bir noktadan sonra yemek yaparken, bir işle meşgulken, arkadaşımla sohbet ederken zihnimin arkasında bir yerde romanı düşünmekte olduğumu hissediyorum. İşte bu sırada karakterler de şekilleniyor. Hatta karakterler bir kimlik kazanıyor. Kendilerine ait bir sesleri, bir görünüşleri, huyları oluşuyor ama ben onları masa başında hadi karakterimin özelliklerini düşüneyim diyerek oluşturmuyorum. Bunun kendiliğinden oluşan bir şey olmasını önemsiyorum. Zaman içinde birini tanımak, onu keşfetmek gibi. Karakterleri bu iki yıllık süreçte keşfediyorum, tanıyorum, daha önemlisi iç dünyamda onlara yer açmış oluyorum, böylece yazarken onlar kendi cümlelerini kuruyorlar, benim içeride yarattığım birisi olduklarında benim işim onların ağzına cümle vermekten çıkıyor. Yapmam gereken tek şey kendimi geri çekmek ve onların konuşmasına izin vermek oluyor. Yanlış anlaşılma olmasın, gaipten gelen bir sesten bahsetmiyorum, o sesi de ben yarattım elbette, iki yıl boyunca damlaya damlaya oluşmasına izin vererek.
"Gençleri dinlememek bu çağın dertlerinden"
"Biz kötü bir şey yapmadık. Hepsini açıklayabilirim. Bütün sorularınıza cevap verebilirim, yeter ki dinleyin" cümlesi çok yakıcı. Gençler ne kadar dinleniyor? Ya da onlara ne kadar inanıyoruz?
Herkes kendi adına konuşsun (gülüyor). Ben bu konuda bazen çok başarısızım, bazen de fena değilim. Bu konuda insanın kendini sürekli uyanık tutması gerekiyor, dinlemeyi beceremediği noktada bunu fark etmesi, tekrar dinleme moduna geçmeyi ve tabii az önceki dinlemeyişi için özür dilemeyi bilmesi gerekiyor. Gençleri ya da herhangi bir öteki kişiyi dinlememek zaten özellikle bu çağın temel dertlerinden biri. İşin içine bir de kuşak farklılığı, kuşak çatışması girince ortalık iyice karışıyor. Yetişkinler gençlerin dünyasına yabancı olmanın ötesinde, onu eleştirmeyi, beğenmemeyi, hatta kınamayı, küçümsemeyi kendilerinde hak görüyorlar. Bir yaş ve deneyim hiyerarşisi kuruluyor. Bu da daha çok yaşamış olana otomatik bir biçimde üstünlük kazandırmış gibi oluyor. Belki de burada "kim haklı" sorusundan ya da "kimin dediği doğru" telaşından kendini sıyırıp, haklı/haksız araştırmasına girmeden iki tarafın birbirini anlaması ve tanıması için dinlemenin bir mecburiyet olduğu bilgisini içselleştirmek gerekiyor. Öğrenmek ve öğretmek karşılıklı bir süreç bana göre. Öğrenemeyen öğretemiyor da. İnsan hep öğretmek gibi bir misyonu olduğuna inandığında, kendisinin öğrenmeyi sürdüren bir varlık olduğunu unuttuğunda, gençten, yaşlıdan, hayvandan, yoksuldan, varsıldan, kadından, erkekten, eşcinselden, ağaçtan, kuştan, böcekten öğrenecek şeyleri olduğunu düşünmediğinde sadece gençleri değil kimseyi dinlemez. Bizler gençleri dinlemeyince onların da ilk öğrendikleri şey dinlememek oluyor tabii. Bu da yeni "dinlemeyen" ve tabii öğrenmeyen yetişkinlerin yetişmesine neden oluyor. Dinlemek emek vermektir ve dinlemediğimiz birine inanmamız da mümkün değildir zaten. Benliğinde neler olup bittiğinden haberimiz yoksa ona inanmak için elimizde veri de yoktur ne de olsa. Öteki hamaset olur; gençlerimize inanıyorum! Hadi canım, ne biliyorsun ki hakkında inanıyorsun derler.
Yetişkinlerin iktidarında beklentiler...
Gençler ve çocuklar üzerinden çokça gelecek vurgusu yapılır... Ancak Türkiye'de artık gençler bir geleceksizlik, umutsuzluk girdabında. Özellikle sokak röportajlarına çok yansıyor bu durum. Siz neler söylemek istersiniz?
Onları dinlemeyen yetişkinlerin dünyasında ve iktidarında beklentilerinin karşılanması mümkün değil tabii. Gençler nasıl bir gelecek istiyor, neye özlem duyuyor, hangi meslek süslüyor hayallerini ve bu hayalleri gerçekleştirmek için ne tür imkânlara ihtiyaçları var? Bunları öğrenmeye çalışan, kendi gelecek planını dayatmak yerine o hayalleri gerçek kılmak için kendisini destekleyen ailelerden, eğitim kurumlarından, yöneticilerden mahrum olmak insana hem yalnız hem umutsuz hissettirir.
"Gençler bizim geleceğimizdir" cümlesi eğer o gençlerden öğrenmeye, onların taze zihinlerinden ve yaratıcılığından beslenmeye neden olmuyorsa hamasettir. Gençler hamaseti gözünden tanır ve inanmaz size. Onlara gerçekten böylesi bir önem atfedildiğine inanmaya ihtiyaçları var. Tabii en çok da ülkeyi yönetenlerin yaklaşımında bunu görmeye ihtiyaçları var. Bunun yolu da herhalde propaganda yapmak değil de onların yaşam biçimlerine, arzularına, ihtiyaçlarına, önerilerine, hayatı nasıl gördüklerine gözünü kulağını açmaktan geçiyor. Gençlik doğası gereği yeniye açıktır. Yaş ilerledikçe siz kendinizi ne kadar geliştirirseniz geliştirin eskinin kalıplarından bakarsınız bir parça. Gençlerin yenilik arzusundan; yeni keşifler, yeni sanatlar, yeni yaşam biçimleri, yeni bakış açılarına olan açlığından ve açıklığından öğrenecek çok şeyimiz var. Biz bu açıklıkta olursak onlar da bence umutlu olurlar.
(AÖ)