Özkök'ün yıllık değerlendirme konuşmasında verdiği önemli mesajlar şöyle:
* Ortadoğu modeli: Türkiye İslam ülkesi değildir.
* Ege: Yunanistan'ın savunma harcamaları dikkat çekici.
* Irak: Kerkük patlamaya hazır.
* PKK: ABD gerekli hassasiyeti göstermiyor.
* Kıbrıs: Türkiye'den yeni jestler beklenmesin.
* Ermenistan: Bu ülkenin tutumu kaygı verici.
* Göç: 19 milyon insan doğduğu yerde yaşamıyor.
* AB: Üyelik lütuf değil.
* Askerlik süresi: Askerlik kısalmıyor, bedelli askerlik söz konusu değil.
* TSK: 150 bin civarında küçülme olacak.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Harp Akademileri Komutanlığı'nda yaptığı yıllık değerlendirme konuşmasının ilk bölümünde, Büyük Ortadoğu Projesi'ne atıfta bulunarak, bu proje çerçevesinde Türkiye'nin bölgedeki stratejik konumu nedeniyle adının anıldığını söyledi.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Bir kısım çevreler, Türkiye'yi bu projede 'ılımlı İslam modeli bir ülke' olarak tanımlamak istediler. Türkiye'nin nüfusunun yüzde 99'a yakını Müslüman'dır. Ancak Türkiye, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Türkiye ne İslam devletidir, ne de İslam ülkesidir. Türkiye'yi model olarak göstererek, nüfusunun büyük bir bölümü Müslüman olan ülkelerin kolaylıkla demokratik bir yapıya dönüştürülebileceği sonucunu çıkarmak da, yanıltıcı olabilir. Burada unutulan veya gözden kaçırılan husus, laikliğin Türkiye demokrasisinin gelişmesinde itici güç olmasıdır. ''
Orgeneral Hilmi Özkök, laikliğin Türkiye'de geçirdiği tarihsel sürecin gözardı edilmemesi gerektiğini vurgulayarak, laiklik sürecini yaşamayan, bu deneyime sahip olmayan ülkelerin demokratik bir yapıya kolaylıkla ulaşabileceğini söylemenin bir iddiadan ileriye geçemeyeceğine dikkat çekti.
Genelkurmay Başkanı Özkök, şunları kaydetti:
''Laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin kilit taşıdır. Türkiye, bu nitelikleriyle Türkiye Cumhuriyeti olarak model gösterilebilir. Ancak başka ülkelerin kabul edeceği bir ılımlı İslam devleti modeline dönüştürülmek istenmesi halinde, bu yaklaşıma ulusça karşı çıkılacağı asla gözden kaçırılmamalıdır.''
Yunanistan, resmi özür dilemeli
Yunanistan'da Harp Okulu öğrencilerinin maruz kaldığı "bayrak skandalı" ile ilgili konuya da değinen Org. Özkök, "İki ülke arasında güven artıcı önlemler alınmıştı. Ancak Harp öğrencilerinin ziyareti esnasında meydana gelen olaya ilişkin resmi özür dilenmesi ve sorumluların ortaya çıkarılmasını bekliyoruz. Aksi taktirde ilişkileri yeniden gözden geçirmek gerekebilir" dedi.
Yunanistan'ın savunma harcamaları açısından Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde ilk sırada yer aldığına dikkat çeken Özkök, Yunanistan'ın Ege'deki adaları silahlandırmaya devam ettiğini hatırlattı. Türk-Yunan dostluğunun gelişmesine önem verdiklerini dile getiren Özkök, Ege'yi uluslararası deniz yolları ve hava sahasıyla herkesin denizi olarak gördüklerini söyledi.
Yunanistan'la Türkiye'nin savunma harcamalarını da karşılaştıran Genelkurmay Başkanı Özkök, Türkiye kişi başına milli gelirinin 164 dolarını savunma harcamalarına aktarırken, bu rakamın Yunansitan'da 709 dolara çıktığını vurguladı.
Ermenistan
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Türkiye'nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme arzusunda olduğunu belirterek, ''Ancak bunun için Ermenistan'ın uluslararası temel hukuk kurallarına uyması, komşuluk ilişkilerinin gereklerini yerine getirmesi gerekmektedir'' dedi.
''(Yakın çevremize nasıl bakıyor, ülkemizin güvenlik kaygıları hangi noktalarda yoğunlaşmaktadır?) sorularına cevap arayalım'' diyen Özkök, Ermenistan-Türkiye arasındaki ilişkileri değerlendirdi.
Ermenistan'ın tutumunun kaygı verici olduğunu vurgulayan Orgeneral Özkök, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme arzusundadır. Ancak bunun için Ermenistan'ın uluslararası temel hukuk kurallarına uyması, komşuluk ilişkilerinin gereklerini yerine getirmesi gerekmektedir. Ermenistan, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tanımamakta, uluslararası arenada asılsız Ermeni soykırım iddialarının tanınması için girişimlerde bulunmakta, BM Güvenlik Konseyi kararlarını hiçe sayarak Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgal altında bulundurmaktadır. Asılsız soykırım iddialarının siyasi ve hukuki boyutu, Lozan Antlaşması ile kapanmıştır. Antlaşma ile Türkiye Cumhuriyeti'ne herhangi bir yükümlülük intikal etmemiştir.
1915'te cereyan eden olaylarda, Osmanlı Devleti'nin vatandaşı durumunda bulunan çok sayıda Türk ve Ermeni yaşamını yitirmiştir. Bir savaş içinde bulunan Osmanlı Devleti, kendine karşı isyan eden, isyancı devletlerle işbirliği yapan, yerli Türk halkına karşı katliamlar başlatan ve bağımsızlık için silahlı siyasi faaliyetlere başvuran bir kısım Ermeni kuruluşlarından dolayı, Türk toplumunun misillemesinden Ermeni toplumunu koruyabilmek için 1915 Mayıs ayında tehcir hareketini başlatmıştır.''
Soykırım iddialarında bulunanların hiçbir dayanağı yok
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Osmanlı Devleti'nin, içinde bulunduğu bütün zor şartlara rağmen bu hareketin güvenli ve sağlıklı yapılabilmesi için o günün şartlarında mümkün olan bütün tedbirleri aldığına işaret ederek, şunları kaydetti:
''Soykırım ise bilindiği gibi 'ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle, yani böyle bir özel kasıt ile eylemlere başvurulması' şeklinde tanımlanmaktadır. Dolayısıyla asılsız soykırım iddialarında bulunanların hiçbir dayanağı yoktur.''
"Kıbrıs'ın stratejik önemi azalmadı"
Yıllık değerlendirme toplantısında Kıbrıs konusuna da değinen Orgeneral Hilmi Özkök, Kıbrıs'ın Türkiye'nin güvenliği açısından stratejik önem taşıdığını söyledi.
Özkök, "bazı kesimler Kıbrıs'ın artık stratejik olarak önem taşımadığını öne sürüyor. Ancak biz bunun bir ihtiyaç olarak devam ettiğini biliyoruz. İngilitere bile hala Ada'daki üslerinin stratejik olduğunun bilincindeö dedi.
Kıbrıs Türk halkının yapılan referandumda Ada'nın birleşmesi niyetini açıkça ortaya koyduğunu hatırlatan Özkök, Türkiye'den bu konuda yeni jestler beklenmemesini istedi. Rumların, Ada'da çözüm istemediğini vurgulayan Özkök, Rum tarafının Kıbrıs konusunu sürüncemede bırakarak, KKTC'yi etkisizleştirmek isteğini belirtti.
"ABD ile ilişkiler bir konuya bağlanmayacak kadar kapsamlı
Bir Genelkurmay Başkanı'nın ilk defa düzenlediği yıllık değerlendirme toplantısında konuşan Özkök, Türk-ABD ilişkilerini geniş bir şekilde değerlendirdi. ABD ile ilişkilerin beli bir konuya bağlanmayacak kadar kapsamlı olduğunu vurgulayan Özkök, ilişkilerde soğukluk yaşandığı yönündeki görüşlerin gerçekçi olmadığını söyledi.
"ABD, PKK konusunda gerekli adımı atmadı"
ABD'nin Kuzey Irak'taki PKK varlığı konusunda gerekli adımları atmadığını belirten Özkök, Irak'ın kuzeyindeki çeşitli grupların da terör örgütüne destek verdiğini ifade etti. Terör örgütünün, uluslararası terör listesinden çıkmak için sık sık isim değiştirdiğini hatırlatan Orgeneral Özkök, son dönemde Türk askerlerine saldırılarda da artış yaşandığını belirtti.
"AB'ye girilmezse dünyanın sonu değil"
Türkiye'nin üyeliğinin Avrupa Birliği'nin bir 'lütfu' olarak değerlendirilmesinin çok yanlış olduğunu belirten Orgeneral Özkök, "her birliktelik gibi bu birliktelikte de iki tarafın da menfaatleri var. Hem AB, hem de Türkiye'nin kazanımları olacaktır" dedi.
Türkiye'nin AB'ye üye olduğunda seçkin ülkeler topluluğu arasındaki yerini gururla alacağını kaydeden Özkök, AB'ye girilemezse de 'dünyanın sonunun gelmeyeceğini' söyledi.
"19 milyon doğduğu yerde yaşamıyor
Radikal dinci akımların yoksulluğu kullanarak taraftar toplamaya çalıştığını belirten Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Türkiye'de yoksullukla mücadelenin önüne geçmek için orta kesimin mutlaka güçlendirilmesi gerektiğini vurguladı.
Büyük şehirlerde yeni varoşların oluşmasının engellenmesine işaret eden Özkök, Türkiye'de yaklaşık 19 milyon kişinin doğduğu yerde yaşamadığına dikkat çekti.
"Bedelli askerlik sözkonusu değil
Son dönemde yaşanan bedelli askerlik tartışmasına da değinen Özkök, paralı askerliğin gündemde olmadığını vurguladı. Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki modernizasyon çerçevesinde dört tugayın lağvedileceğine işaret eden Orgeneral Özkök, TSK'da 150 bin civarında personel azaltımına gidileceğini söyledi.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖKün Harp Akademileri Komutanlığındaki Yıllık Değerlendirme Konuşmasının tam metni
Değerli Komutan Arkadaşlarım,
Harp Akademilerinin değerli komutan, öğretmen, müdavim ve öğrenci subayları,
Sözlerime sizlerle tekrar bir araya gelmekten duyduğum memnuniyeti ifade ederek başlamak istiyorum.
Harp Akademileri TSKnin en üst düzey eğitim-öğretim veren kuruluşudur. Bu nedenle Genelkurmay Başkanı olarak burası benim bilimsel karargahımdır. Sizler de yeteneklerinizle temayüz etmiş, ileride bizlerin yerini alacak genç arkadaşlarımızsınız. Bu nedenle, önemli görevlere aday olan sizlere mesleki açıdan katkı sağlayacak bazı konularda düşüncelerimi açıklamak üzere buradayım. Yapacağım konuşmada önce genel olarak dünyaya, daha sonra yakın çevremize ait değerlendirmelerde bulunacağım. Daha sonra Türkiyenin küresel aktörlerle ilişkilerine ve değişen güvenlik stratejilerinin Türkiye üzerindeki etkilerine kısaca değineceğim. Konuşmamı ülkemizin iç gündemini oluşturan çeşitli konular hakkındaki görüşlerimi açıklayarak bitireceğim.
Bölüm 1 : 21 nci yüzyıla girerken dünya?
Değerli Arkadaşlarım,
20nci Yüzyılın sonunda ve 21nci Yüzyılın hemen başında, dünya iki etkileyici büyük olay yaşadı. Bu iki olaydan ilki Berlin Duvarının yıkılışı, diğeri ise 11 Eylül ikiz kuleler saldırısıdır. Bu olaylar uluslararası ilişkileri, ittifakları, stratejik düşünceleri, tehdit ve buna bağlı olarak güvenlik gibi kavramları temelden sarsmış ve büyük oranda değişime zorlamıştır. Şu anda bu iki büyük olayın ortaya çıkardığı sonuçlarla yoğrulan bir ortamda yaşamaktayız. Bu iki olay sonrası yeniden şekillenmekte olan dünya, eskisinden çok farklı özellikler içerecektir. Günümüz dünyasında;
Büyük güçler arasında büyük zayiat ve tahribata neden olabilecek savaş ihtimalinin ortadan kalktığını söylemek mümkündür, ancak;
Bölgesel ve etnik kökenli savaşlar hala önemini korumaktadır.
En önemlisi de öldürücü terorist örgütler herhangi bir zamanda dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkarak saldırıda bulunabilme olanak ve yeteneğine ulaşmışlardır.
Diğer taraftan güvenlik kavramının değişmesiyle birlikte, güvenliğin boyutları da değişmiştir. Güvenlik de bir yerde küreselleşmiştir. Çünkü küresel ekonomi ve küresel güvenlik birbirini tamamlayan iki önemli kavram olarak ortaya çıkmıştır. Dünyadaki büyük finans çevreleri konunun ekonomik boyutuyla ilgilenirken, büyük devletler güvenlik boyutu üzerinde yoğunlaşmışlardır. Günümüzde küreselleşmeyle ulusal egemenlik arasında bir mücadele olduğu doğrudur. Özellikle, egemenliği kendi açısından yorumlayıp; Ben egemenim, kendi ülkemde ne istersem onu yaparım. Başkası bana karışamaz şeklinde düşünen devletlere karşı, küresel güvenliğin önemini savunan ülkeler; Sen her istediğini yapamazsın, çünkü senin yaptığın şeyler bir başkasına zarar verebilir şeklinde düşünmektedirler.
Nitekim, Avrupada, özellikle soğuk savaş dönemini 1990 yılında sona erdiren 1975 Helsinki Nihai Belgesinin kabulünden sonra geçen süreçte, bloklar ve ülkeler arası gerginliğin azaltılması yönünde önemli ve ciddi adımlar atılmıştır. Güvenlik boyutu, ülke güvenliği kavramından uluslararası güvenlik şeklinde tanımlanan bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına kaymıştır. Bu bağlamda, güven ve güvenliğin artırılmasına ve silahsızlanmaya yönelik olarak; Viyana Belgesi ve Avrupa Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması (AKKA), Açık Semalar Antlaşması ve Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı gibi düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak günümüzün küresel güçleri, bu sistemin dışında kalan devletlerin, özellikle terörü amaçları için bir vasıta olarak kullanmasına şiddetle tepki göstermektedirler. ABDnin oluşturduğu yeni Ulusal Güvenlik Stratejisinin temeli de bu yeni anlayışa dayandırılmıştır. Bu stratejiye göre ABD Silahlı Kuvvetlerinin gelecekte klasik bir harpten ziyade, isyancılarla, terör şebekeleriyle, yönetim etkinliği kaybolmakta olan devletlerle ve diğer geleneksel olmayan tehditlerle mücadele edeceği ve kuvvetlerin bu yeni risk ve tehditlere göre yapılandırılacağı ifade edilmektedir.
Öte yandan, küresel boyutta çok sık telaffuz ettiğimiz, küresel aktör ve bölgesel aktör gibi kavramların, ülkelerin sahip oldukları ekonomik güçle yakından ilgili olduğunu görüyoruz. Aslında bir ülkenin dünya üzerindeki gücü, o ülkenin milli güç unsurları ve coğrafyasıyla yakından ilgilidir. Milli güç unsurlarıyla beraber, bir ülkenin dünya üzerinde işgal ettiği konum ise , onun jeostratejik değerini ve politikalarını belirlemektedir. Burada, ülkelerin sahip oldukları güçlü coğrafyalarını izledikleri politikaların bir boyutu haline getirmeleri, o devletlerin dünya üzerindeki konumlarına ilave bir güç kazandırmaktadır. Bu durum ise, ülkelerin kendi jeostratejik değerlerini milli menfaatlerine katkı sağlayacak şekilde kullanma becerileriyle doğru orantılıdır.
Ekonomik güç son dönemde milli güç unsurları içinde en fazla öne çıkan unsur haline gelmiştir. Daha da önemlisi, günümüzde artık güvenlik ve ekonomik gelişmişlik birbiriyle çok yakından ilişkili iki kavram olarak kabul edilmektedir. Günümüzde küresel aktör adayı olarak ön plana çıkan ülkeleri incelediğimizde, bu ülkelerin genelde kalabalık bir nüfus yapısıyla birlikte, güçlü bir ekonomiye veya gelecekte parlak bir ekonomik potansiyele sahip olduklarını görüyoruz. Çinin, Hindistanın ve Brezilyanın yeni küresel aktörler olarak takdim edilmesinde bu ülkelerin kalabalık nüfuslarının yanında, parlak bir ekonomik geleceğe sahip olmalarının da rolü büyüktür.
Diğer taraftan, özellikle zengin doğal kaynaklara sahip olmak da ülkeler açısından bir avantaj oluşturmaktadır. Örneğin Rusyanın zengin petrol kaynakları, Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra Rus ekonomisinin içine düştüğü kötü durumdan sıyrılmasına yardımcı olmuştur.
Ekonomik gelişmişlikle beraber, küresel aktörler arasında küresel karar verme Mekanizmasına yeni bir şekil verme konusunda bir tartışma başlamıştır. 11 Eylül sonrası oluşan güvenlik ortamında BMin bazı sorunlarda devre dışı kalması ve yoğun güvenlik endişelerinin ABDni bağımsız bir karar alma mekanizması oluşturmaya zorlaması, dünya üzerinde genel bir rahatsızlık yaratmıştır. Sosyal ve ekonomik alanlarda belirli bir gelişmişlik seviyesine ulaşıp da karar mekanizması içinde yeterince söz sahibi olamayan bazı ülkeler, seslerini daha fazla yükseltmeye başlamışlardır. Güvenlik Politikaları üzerine Şubat ayında Münihte yapılan konferansta, BM Güvenlik Konseyinin daimi üyelerinin sayısının artırılması konusu Almanya ve Japonya tarafından yüksek sesle dile getirilmiştir.
Bu sayının artmasıyla birlikte gelecekte, bu karar mekanizması içerisinde yer alacak ülkelerin kendi aralarında yaratacakları sinerjinin yoğunluğunda da daha büyük bir artış oluşabilecektir. Ancak bunun tersini de düşünmek mümkündür. Karar mekanizmasındaki ülkelerin sayısının artmasıyla, belirli konularda uzlaşma eskiye göre daha da zorlaşabilecektir. Nitekim, ortak değerleri paylaşmalarına rağmen küresel aktörler arasında zaman zaman özellikle güvenlikle ilgili konularda farklı yaklaşımlar görülebilmektedir. ABD ile AB arasında Irak savaşı öncesi ve sonrası oluşan görüş farklılıkları bunun en canlı örneğidir. BMin reform ihtiyacı Genel Sekreter tarafından da ifade edilmiş ve BMin yeniden yapılandırılması için bir dizi çalışma başlatılmıştır. Bu çalışmalar sonunda BMin daha demokratik bir çalışma tarzına sahip olacağı beklenmelidir.
Değerli Arkadaşlarım,
Küresel karar mekanizmasında rol alan küresel aktörleri, aynı zamanda dünyadaki güvenlik ve istikrarın da baş aktörleri olarak niteleyebiliriz. Dünyadaki istikrar ve dengeleri sarsan büyük olaylar aslında bu aktörlerin çeşitli alanlarda karşı karşıya gelmelerinin bir sonucudur. Bu büyük olayları ölçeğine göre; bölgesel ve küresel kırılmalar olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bu kırılmalara genel olarak, aktörlerin karşı karşıya gelmeleri sonucu oluşan aşırı enerji birikimi sebep olmaktadır.
Gelecekte küresel kırılmalara aday bölgeleri incelediğimizde, bu bölgelerin başında Uzak Doğu gelmektedir. Bu bölgede, Çin ve ABDnin gelecekte siyasi, ekonomik nedenlerle veya Tayvan sorunundan dolayı karşı karşıya gelmeleri için yeterli potansiyel mevcuttur. Zaten bölgede daha şimdiden bir birikim oluşmaya başlamıştır. Nitekim, Çin Halk Meclisi Tayvanın bağımsızlığının ilanı durumunda askeri güç kullanma yetkisini hükümete vermiş ve savunma harcamalarının %12 oranında arttırılmasını kabul etmiştir.
Asya'da devletler arası büyük çatışma olasılığı diğer bölgelerden daha yüksektir. Kuzey Kore ve Tayvan krizlerinin küresel yansımaları olacaktır. Japonya'nın ABD ve Çin ile ilişkileri, Çin'in yükselişine ve Kore Yarımadası ve Tayvan senaryolarının ne şekilde çözümleneceğine bağlıdır.
Yine bir başka küresel kırılma hattı da Orta Asya ve Kafkasyaya doğru uzanan bölgedir. Soğuk Savaş sonrası küresel güç olma vasfını kaybeden ancak son yıllarda süratli bir şekilde toparlanan ve geleceğin küresel güç adaylarından Çinle de yakın bir işbirliği içerisine giren Rusya bu bölgede ABD ile karşı karşıya gelebilecektir. Özellikle Gürcistanda, Ukraynada ve son olarak Kırgızistanda gerçekleşen iktidar değişiklikleri, Rusyanın bölgedeki menfaatlerini bir dereceye kadar erozyona uğratan önemli gelişmeler olarak kabul edilebilir. Unutulmamalıdır ki Rusya, sahip olduğu coğrafya, doğal kaynaklar ve bilgi birikimiyle küresel bir güç olma potansiyeline sahiptir. İç sorunlarını hallettiği oranda uluslararası arenada yerini tekrar alacaktır.
Orta Doğu bölgesi ise, daima dünyanın öncelikli konusu olagelmiştir. Bu bölgede, bölgesel bir kırılmaya yol açabilecek enerji birikimini sağlayacak gerginliklerin daima var olacağı unutulmamalıdır. Şu anda bazı noktalarda anlaşmazlıkları olsa da, küresel aktörlerin Orta Doğu ile ilgili olarak aralarında belirli bir ortak anlayış mevcuttur. Gelecekte bu bölgede küresel bir kırılma, enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda yaşanabilir. Çünkü bu bölge dünyadaki enerji kaynaklarının %60ına sahiptir.
Diğer taraftan, başta ABD olmak üzere önemli küresel aktörler bu bölgeyi, uluslararası terörün ana kaynağı olarak görmekte ve bunun nedeni olarak da bölgedeki demokratikleşme eksikliğini işaret etmektedirler. Bu sebeple, bölge ile ilgili uzun vadeli ve kapsamlı projeler geliştirilmektedir. Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi bunlar içinde en kapsamlı olanıdır.
Bu proje; 22 Arap ülkesi ile Afganistan ve Pakistanı da kapsayacak şekilde Moritanyadan Afganistana kadar uzanan bir bölgeyi kapsamaktadır. Bu bölge, hem ekonomik sistemine, hem de güvenliğine yönelik tehditleri oluşturan faktörlerin yoğunlaştığı kilit bir bölge olarak görülmektedir. ABD; bu bölgede, tehditleri henüz ortaya çıkmadan, kaynağında etkisizleştirmek maksadıyla bir dizi tedbir alma düşüncesindedir.
ABDnin bu projesinin konsepti ve kapsamı henüz tam olarak kesinlik kazanmamakla birlikte, bu proje kapsamında;
Politik boyutta; demokratik süreci destekleme, kadına toplumda eşit haklar sağlama, hukukun üstünlüğü, dini konularda tolerans, sivil toplum örgütlerinin güçlendirilmesi ve yolsuzluklarla mücadele amaçlanmakta,
Ekonomi ve eğitim boyutunda; pazar ekonomisinin ve yerli para piyasalarının güçlendirilmesi, başta kadınlar ve kız çocukları olmak üzere eğitim imkanlarının yaratılması, ekonomik canlanmanın sağlanması, refahın bütün halk katmanlarına yayılması suretiyle talebin artırılması ve küresel ticari pazarlara entegrasyonu sağlayarak yeni pazarlar yaratılması hedeflenmekte,
Güvenlik boyutunda ise; ülkelerin ABD ve Avrupalı müttefikleriyle ortak güvenlik konularında birlikte çalışmaya teşvik edilmesi, bu bağlamda, Akdeniz Diyalogunun genişletilerek, daha etkin bir yapıya kavuşturulması öngörülmektedir.
Bölge ülkelerinin demokratikleşmedeki başarısının, dışarıdan yapılacak dayatmalardan ziyade, ülkelerin bunu kendiliklerinden yapmalarına verilecek yardım ve teşviklerle mümkün olacağı değerlendirilmektedir.
Jeopolitik konumu nedeniyle, bu proje ile birlikte Türkiyenin adı da anılmaktadır. Bir kısım çevreler Türkiyeyi bu projede ılımlı İslam modeli bir ülke olarak tanımlamak istediler. Türkiyenin nüfusunun %99a yakın bölümü Müslümandır ancak Türkiye; laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Türkiye ne bir İslam devleti ne de İslam ülkesidir. Türkiyeyi model olarak göstererek; nüfusun büyük bir bölümü Müslüman olan ülkelerin kolaylıkla demokratik bir yapıya dönüşebileceği sonucunu çıkarmak yanıltıcı olabilir.
Burada unutulan veya dikkatten kaçırılan husus, laikliğin Türk demokrasinin gelişmesinde ana itici güç oluşudur. Bu oluşumda laikliğin Türkiyede geçirdiği tarihsel süreç göz ardı edilmemelidir.
Laiklik sürecini yaşamayan, bu deneyime sahip olamayan ülkelerin demokratik bir yapıya kolaylıkla ulaşabileceğini söylemek bir iddiadan ileriye geçemeyebilir.
Laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyetini oluşturan tüm değerlerin kilit taşıdır. Türkiye, bu nitelikleriyle Türkiye Cumhuriyeti olarak model gösterilebilir. Ancak başka ülkelerin kabul edeceği bir ılımlı İslam devleti modeline dönüştürülmek istenmesi halinde bu yaklaşıma ulusça karşı çıkılacağı asla gözden kaçırılmamalıdır.
Bölüm-2 : yakın çevremizde neler oluyor?
Değerli Arkadaşlarım,
Bu genel değerlendirmelerden sonra, şimdi de Yakın çevremize nasıl bakıyoruz?, Ülkemizin güvenlik kaygıları hangi noktalarda yoğunlaşmaktadır? sorularına cevap arayalım. Kuzeyden başlamak gerekirse;
Karadenizin önemi gün geçtikçe artmaktadır. Anadolu gibi bu deniz de doğu ile batı, kuzey ile güney arasında bir irtibat noktası mahiyetindedir. İnsan ve uyuşturucu kaçakçılığı ve terorizme karşı alınan önlemler Akdeniz ve Anadoluda artmaya başlayınca bu illegal faaliyetlerin Karadeniz üzerinden icra edilme eğilimi artmıştır. Bu nedenle, Türkiye tarafından Karadenizde, Akdenizdeki ACTIVE ENDEAVOUR harekatını bütünleyici mahiyette BLACKSEA HARMONY adlı bir deniz harekatı başlatılmıştır. Bu çerçevede şüpheli olarak görünen gemiler takip edilmekte, bunların Karadenizden geçişleri ile ilgili elde edilen bilgiler NATO ülkelerine ve Karadenizde kıyısı olan diğer ülkelere bildirilmektedir. Tespit edilen şüpheli gemiler Türk karasuları ve limanlarında kontrole tabi tutulmaktadır. Milli olarak gerçekleştirilen bu harekatın, gelecekte Karadenize kıyısı olan ülkelerle birlikte, çok daha somut bir işbirliği içinde devam edeceğine dair güçlü işaretler vardır.
Bunun yanında ekonomik ve askeri alanda Karadenizde başka inisiyatifler de başlatılmıştır. Kıyıdaş ülkelerin deniz unsurlarının zaman zaman bir araya gelmesi suretiyle oluşturulan BLACKSEAFOR bunlardan birisidir.
Doğuya doğru ilerlediğimizde; yakın bir komşumuz olarak gördüğümüz Gürcistanın ulusal birliğine ve toprak bütünlüğüne büyük önem veriyoruz. Bu bölgede güvenliğin tesisi bizim açımızdan da çok önemlidir. Acaristan problemi çözülmüştür. Ancak Güney Osetya ve Abhazya her zaman için büyük problem kaynakları olmaya devam etmektedirler. Bu bölgede barışın tesisinin diğer bölgeler için de örnek teşkil edeceğini düşünüyoruz. Ayrıca bu husus Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliği açısından da önem taşımaktadır.
Bir diğer komşumuz Ermenistanın tutumu kaygı vericidir. Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmek arzusundadır. Ancak bunun için, Ermenistanın uluslararası temel hukuk kurallarına uyması ve iyi komşuluk ilişkilerinin gereklerini yerine getirmesi gerekmektedir.
Ermenistan, Türkiyenin toprak bütünlüğünü tanımamakta, uluslararası arenada asılsız Ermeni soykırımı iddialarının tanınması için girişimde bulunmakta, BM Güvenlik Konseyi kararlarını hiçe sayarak Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgali altında bulundurmaktadır.
Asılsız soykırım iddialarının siyasi ve hukuki boyutu LOZAN Andlaşması ile kapanmıştır. Andlaşma ile, Türkiye Cumhuriyetine herhangi bir yükümlülük intikal etmemiştir.
1915te cereyan eden olaylarda Osmanlı Devletinin vatandaşı durumunda bulunan çok sayıda Türk ve Ermeni yaşamını yitirmiştir.
Bir savaş içinde bulunan Osmanlı Devleti, kendisine karşı isyan eden, işgalci devletlerle iş birliği yapan, yerli Türk halkına karşı katliamlar başlatan ve bağımsızlık için silahlı siyasi faaliyetlere başvuran bir kısım Ermeni kuruluşlarından dolayı Türk toplumunun misillemesinden Ermeni toplumunu koruyabilmek için 1915 Mayıs ayında tehcir hareketini başlatmıştır. Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu bütün zor şartlara rağmen bu hareketin güvenli ve sağlıklı yapılabilmesi için o günün şartlarında mümkün olan bütün tedbirleri almıştır.
Soykırım ise bilindiği gibi, ulusal, etnik, ırksal yada dinsel bir grubu toptan, yada onun bir bölümünü, yok etmek niyetiyle, yani böyle bir özel kasıt ile, eylemlere başvurulması şeklinde tanımlanmaktadır.
Dolayısıyla, asılsız soykırım iddialarında bulunanların hiçbir dayanağı yoktur.
Güneye doğru indiğimizde İran var; bu ülkenin rejimi farklı bir rejimdir. İran, teokratik bir rejime sahiptir. Şüphesiz her ülke kendi yaşam tarzını kendisi seçer ancak İranın geçmişte rejimini, Türkiye de dahil olmak üzere mücavir ülkelerdeki rejimleri etkilemek için kullandığına dair kuşkular duyulmuştur. Bu durum bizi oldukça rahatsız etmiş ve ilişkilerimizin düşük bir seviyede sürdürülmesine sebep olmuştur.
Ayrıca İranın nükleer çalışmalarını diğer ülkeler gibi biz de kaygıyla izlemekteyiz. İranın, 2003 yılı ortalarına kadar uluslararası Atom Enerjisi Ajansından gizli olarak nükleer tesisler inşa etmiş olduğu ve uranyum zenginleştirme çalışmaları yaptığı saptanmıştır. Fakat İran, daha sonra bu ajansla bir ek protokol imzalayarak, bu ajansın habersiz denetlemeler yapmasını kabul etmiş, ancak bu protokolü anayasal süreçten geçirmemiştir. Kuzey Koreden başlayıp, Hindistan, Pakistan ve İran üzerinden geçen ve bölgemizdeki diğer muhtemel nükleer güçlere uzanan nükleer eksen, Türkiye açısından büyük bir hassasiyet teşkil etmektedir. Türkiyenin politikası, Orta Doğunun nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge haline gelmesidir. Bu sorunun barışçı yollardan çözülmesini istiyoruz. Bu nedenle İngiltere, Fransa ve Almanyanın oluşturdukları üçlü girişimin çabalarını destekliyoruz.
Iraka gelince;
Bizim bu ülke hakkındaki dış politikamız açıktır. Biz politik ve toprak bütünlüğü olan bir Irakı destekliyoruz. Soruna bizim açımızdan bakıldığında Iraktaki gelişmelerin iki yönü vardır;
Birinci husus, PKKnın Irakın kuzeyindeki varlığıdır. PKK burayı bir sığınak olarak kullanmaktadır. Terör örgütünün Irakın kuzeyinde tasfiyesi konusunda ABDnin gerekli hassasiyeti henüz göstermemesi, kendi içinde bazı sorunlar ve yeni oluşumlar yaşamasına rağmen, örgütün siyasi yapılanmasını Irakın kuzeyinde de etkinleştirmesine ve bölgede üçüncü bir güç olarak varlığını pekiştirmesine yol açmıştır. Ayrıca, Irakın kuzeyindeki belirli gruplar terör örgütüne çeşitli şekillerde destek vermektedirler. Bu arada, Irakın kuzeyini terk edip ülkemize sızan PKK teroristlerinin sayısı son bir yıl içerisinde artmıştır. Terör örgütü, zaman zaman, Irak savaşı sonrası ele geçirdiği patlayıcıları kullanarak güvenlik kuvvetlerimize saldırılar düzenlemektedir.
Sık sık ismini değiştiren terör örgütü, ABD ve AB tarafından terorist organizasyonlar listesine dahil edilmiştir ancak sadece listeye dahil etmek pratikte bir anlam ifade etmemektedir. Önemli olan, bu terör örgütüne karşı fiiliyatta alınan önlemlerdir. Bu hususları üçlü görüşmelerde Amerikalılarla ve Irak Hükümetiyle ele alıyoruz. Ancak şu ana kadar örgüte karşı aktif bir eyleme geçilmemiş olması düşündürücüdür. PKK dış destekten mutlaka mahrum bırakılmalı ve başarı ümidi yok edilmelidir.
İkinci önemli husus ise, Kerkükle ilgilidir. Kerkük, içinde bir çok etnik gurubu barındıran bir şehirdir. Tarih boyunca Türkmenler burada çoğunluğu teşkil ediyordu. Ancak Saddam döneminde bu bölgedeki nüfus dağılımı büyük ölçüde değiştirilmiştir. Saddam, Kürtleri ve Türkmenleri göçe zorlamış ve Arapları yerleştirerek durumu çok daha karmaşık hale getirmiştir. Bölgeye yapılan ABD müdahalesinin sonrasında Saddamın sürdüğünden çok daha fazla Kürt nüfus bölgeye geri getirilmiş ve şehrin demografik yapısı Kürtler lehine değiştirilmiştir. Bu husus Irak seçimlerinde, bu bölgedeki durumu etkilemiştir.
Kerkük aynı zamanda önemli petrol kaynaklarına sahiptir. Ancak bizim baştan itibaren bu konudaki politikamız, Kerkükün ve zengin petrol kaynaklarının belirli bir gruba mal edilemeyeceği ve bu kaynağın bütün Iraklılara ait olduğudur. İşte bu nedenle Irakın kuzey, doğu ve batısındaki tüm ülkeler bu konuyu dikkatle takip etmektedirler. Öte yandan, Iraktaki Şiiler ve Sünniler de bu konu ile yakından ilgilidirler. Çünkü onlar da ülkenin petrolünün belirli bir guruba değil, tüm ülke halkına ait olmasını istiyorlar. Bu nedenle Kerkükün özel statüsü olması çok önemlidir. Biz bu düşüncelerimizi ve kaygılarımızı dostlarımıza aktarıyoruz. Bu konunun zorlanması halinde Kerkükün her an patlamaya hazır bir problem sahası olduğunu ve patladığında da tüm bölgeyi etkileyeceğini belirtiyoruz.
Irakta bugün için önemli olan husus, yeni anayasanın hazırlanması maksadıyla kurulacak yönetimin iş başında olacağı bu dönemde, Irak'ın geleceğinin belirlenmesinde adil bir şekilde tüm kesimlerin söz sahibi olabilmesidir. Aksi takdirde, Irak'ın yakın bir gelecekte barış ve istikrara kavuşması çok zordur.
Yine son günlerde dünya kamuoyunda adı çok sık olarak anılan bir başka komşumuz Suriyeye gelince;
Uzun yıllar boyunca karşılıklı tehdit algılamasına dayanan soğuk ilişkiler yerini, 1998 yılında imzalanan Adana Mutabakat Belgesi ile bir iyileşme sürecine bırakmıştır.
Lübnandaki gelişmeleri de dikkatle izliyoruz. Özellikle suikast sonrası ortaya çıkan tablo başlangıçta zihinlerde; Acaba Lübnanda yeni bir iç savaş mı? türünden düşünceler doğurmuştur. Bu sebeple, Mayıs ayında Lübnanda yapılacak parlamento seçimlerine kadar olan süreç, sadece Lübnanda değil bölgede de bazı gelişmelere sebep olabilecektir.
Orta Doğuda baş ağrıtan bir başka önemli sorun da İsrail-Filistin sorunudur. İçinde bulunulan süreç her iki taraf için de ümit verici gelişmelere sahne olmuştur.
Türkiye başından itibaren, tanınmış sınırlar içerisinde, İsrail Devleti ile barış ve güven içerisinde, yan yana yaşayan bağımsız ve yaşayabilir bir Filistin Devletinin oluşturulmasını sağlayacak olan Barış Sürecini desteklemiştir.
Mısırın Sharm El Sheikh kentinde 8 Şubat 2005de yapılan görüşmelerde, taraflar arasında ateşkesi takiben, barış sürecinin ilerlemesine ivme kazandıracak adımlar atılması öngörülmektedir. Ortak bir Güvenlik İşbirliği Komitesi kurulması, İsrailin 2005 yılı içerisinde Gazze ve Batı Şeriadaki dört Filistin yerleşim biriminden çekileceğini taahhüt etmesi, bir grup Filistinli mahkumu serbest bırakması ve Filistin yönetiminin İsraile yönelik terör eylemlerini önleme yolundaki girişimleri umut verici adımlardır.
Balkanlara geldiğimizde ise; bu bölgenin en fazla sorun teşkil eden bölgesi Kosovadır. Buradaki tansiyonun yükselme ihtimali mevcuttur. Bizim görüşümüze göre, ABnin bölgedeki çabaları ve Bosnada sorumluluğu üstlenmesi çok olumlu gelişmelerdir. NATO bu bölgedeki durumu kontrol altına almada başarılı olmuştur. Bölgede AB veya NATOnun mevcudiyetine bir süre daha ihtiyaç olduğunu değerlendiriyoruz. Bilindiği üzere, Türkiye de Bosna ve Kosovadaki harekatlara birer tabur kuvvetinde birliklerle aktif olarak katılmaktadır.
Diğer taraftan, NATOnun terorizmle mücadele kapsamında gelişen alan dışı güvenlik anlayışının ilk uygulaması Afganistandaki Güvenlik Yardım Harekatıdır.
Yürütülmekte olan harekat bir NATO harekatıdır. Afganistanda güvenlik ve istikrarın sağlanması NATO için bir prestij meselesidir. Çünkü bu operasyon NATOnun geleneksel sorumluluk sahasının çok uzağında olan bir bölgedir. Bu sebeple buradaki harekatın başarıya ulaşması çok önemlidir.
Türkiye, 13 Şubat 2005 tarihinden itibaren Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti-VIInin liderliğini üstlenmiştir. Bu maksatla, 3 ncü Kolordu Karargahı Afganistana intikal etmiştir. Ayrıca Kabil Çok Uluslu Tugayını bir Türk Tugay Karargahı oluşturmuştur. Kabil Uluslararası Hava Alanının komuta ve işletme sorumluluğu da tarafımızca devralınmıştır.
Daha önce Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti Harekatının başlangıcından beri Afganistanda bir bölük bulunduran Türkiye, ani müdahale birliği olarak bir taburu daha bölgeye intikal ettirmiştir. Ayrıca, daha önce Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvvetine tahsis ettiğimiz üç genel maksat helikopteri de liderliğimiz süresince bölgede kalmaya devam edecektir. Sonuç olarak, Afganistanda görev yapan personel mevcudumuz yaklaşık 1600dür. Ayrıca Afganistana önemli lojistik ve eğitim desteği sağlanmaktadır. Afgan Harp Okuluna 12 Türk subayı öğretmen olarak atanmıştır.
Bu kuvvet, bölgede istikrarın sağlanması, demokrasinin gelişmesi ve bölgeden kaynaklanan büyük çaplı uyuşturucu ticaretinin kontrol altına alınmasına yardımcı olacak ve böylelikle uluslararası terorizmin kaynaklarından birisi daha kurutulacaktır. Öte yandan yıllardır acı çeken Afganistan, demokratik bir yapıya kavuşarak yaralarını sarma fırsatı bulabilecektir.
NATOda müttefik olduğumuz komşumuz Yunanistan ile ilişkilerimize gelince;
Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde geçmiş yıllara nazaran daha farklı ve olumlu bir döneme girilmiştir. Bu yönde Türkiyenin girişimleri ile 2000 yılından itibaren başlatılan Güven Artırıcı Önlemler (GAÖ) görüşmeleri kapsamında her iki ülke tarafından bazı önlemler kabul edilmiş ve kamuoyuna açıklanmıştır. Ancak Güven Artırıcı Önlemler kapsamında, Kara Harp Okulu öğrencilerimizin Yunanistana yaptıkları ziyaret esnasında meydana gelen olaya ilişkin Yunanistanın resmi özür dilemesini ve olayın sorumlularının açığa çıkarılmasını bekliyoruz. Aksi takdirde, bu faaliyetlerin yeniden gözden geçirilmesi durumu ortaya çıkabilir.
Ege konusu ise her zaman gündemimizdedir. İki ülkenin Dışişleri Bakanlıkları konu üzerinde çalışıyorlar. Burada özellikle, Ege coğrafyasının sadece iki ülkeyi ilgilendirmediğini, başta Karadenize kıyısı olan ülkeler olmak üzere, bir çok diğer ülke için de uluslararası bir nitelik taşıdığını ifade etmek isterim.
Yunanistanda her yılın Mart ayının ilk haftasında yapılan ve ülke savunma politikasını tespit eden Hükümet Dışişleri ve Savunma Konseyi toplantısı sonrasında Türkiye ile ilgili olarak; iki ülke arasında olumlu yönde gelişmeler olmasına rağmen Yunanistanın egemenlik hakları üzerinde Türkiyenin siyasi taleplerinin değişmediği ve bu nedenle de Yunanistanın yeterli, caydırıcı ve güvenilir bir kuvveti elde bulundurmak mecburiyetinde olduğu ifade edilmiştir.
Ayrıca, Yunanistan Silahlı Kuvvetlerinin (Genelkurmay Başkanı) devir-teslim töreninde Türkiye tehdit olarak nitelenmiş ve Uluslararası adalete, uluslararası anlaşmaların temeline aykırı olarak, doğu komşumuzdan bize yönelik tehdit ve hukuk dışı istekler, yasa dışı temel karakteristikleri oluşturmaktadır ifadesi kullanılmıştır.
Diğer yandan, son yıllarda Yunanistanın savunma harcamalarındaki artış dikkati çekmektedir. Vereceğim rakamlar bu durumu, daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. 1997-2003 yılları arasında Yunanistanın silahlanma ve modernizasyon harcamaları, yaklaşık 16 milyar dolar olarak ifade edilmektedir. Ayrıca Yunanistan, savunma harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranı yönünden AB ülkeleri arasında birinci durumdadır. NATO üyesi ülkelere bakıldığında ise, Türkiye ve Yunanistanın GSMH oranlarına göre savunma harcamalarının birbirine çok yakın olduğu görülmektedir. Kişi başına düşen savunma harcaması ise Türkiyede 164 dolar iken, Yunanistanda 709 dolardır.
Bütün bu bilgiler değerlendirildiğinde; Yunanistanın Milli Savunma Politikasını, tehdidin doğudan (Türkiyeden) geldiği varsayımına dayandırmaya devam ettiğini göstermektedir. Böylece, adaları silahlandırmakta ve 6 millik kara suları üzerindeki hava sahasının 10 mil olduğu iddiasında bulunarak Ege uluslararası hava sahasını daraltmakta ve özellikle de Ege Denizinin bir Yunan denizi olduğunu çağrıştıracak şekilde ülkemizden FIRı geçerek uluslararası hava sahasına giren her askeri uçağımızı silah yüklü uçaklarla önlemektedir. Uluslararası toplum bu haksızlığı er geç anlayacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Egede gerginliğin düşürülmesi ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki dostluğun geliştirilmesine, Egede uluslararası anlaşmalarla tespit edilmiş statükoyu korumaya büyük önem vermektedir. Biz daha önce de ifade ettiğim gibi, Egeyi herkesin denizi olarak görmekteyiz. Bu denizden Yunanistan ve Türkiyenin yanında, başta Karadenize kıyısı olan devletler olmak üzere daha birçok ülke faydalanmaktadır. Bu sebeple, kalıcı bir huzur ve istikrarın sağlanması, Türkiye ile Yunanistan arasında Egeye ilişkin tüm sorunların adil ve her iki ülke tarafından kabul edilebilir şekilde çözülmesine bağlıdır.
Kıbrıs konusuna gelince;
Kıbrıs, Türkiyenin milli menfaatleri ve uluslararası antlaşmaların kendisine yüklediği sorumluluklar açısından hiçbir zaman ilgisinin azalmaması gereken konuların başındadır. Güvenlik açısından Kıbrısın önemi iki temel esasa dayanmaktadır:
Bunlardan birincisi; Türkiye Cumhuriyetine ve TSKne Garanti Antlaşması ile yüklenen Kıbrıslı soydaşlarımıza sağlamak zorunda olduğumuz güvenlik sorumluluğudur.
İkincisi ise, Garanti ve İttifak Antlaşmalarında açıkça ifade edildiği üzere, Kıbrısın, Türkiyenin güvenliği açısından taşıdığı stratejik rolün önemidir. Bu iki temel esas süreklilik arz etmektedir. Çünkü Kıbrısta ve Doğu Akdenizdeki istikrar ve denge ancak bu sayede sağlanmaktadır. Kıbrısa ilişkin bütün çözüm önerilerinde bu husus önemle dikkate alınmıştır.
Bazı kesimlerce bu esasların artık önem taşımadığı iddia edilmektedir. Öte yandan bazı ülkeler de 1960 Antlaşmalarının değiştirilmesini istemektedirler. Ancak biz bu Antlaşmaların varlığını sürdürmesinin gerekliliğini ve bizlere yüklediği görev ve sorumlulukların ihtiyaç olarak devam ettiğini biliyoruz ve savunuyoruz. Kıbrısın stratejik önemi olmadığını iddia edenlere ise, İngilterenin Adadaki egemen üslerini korumaya neden bu denli özen gösterdiğini ve Avrupadan çok uzaktaki problemli bir adanın apar topar Avrupa Birliğine neden alındığını hatırlatmak isterim.
Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulunmasını her zaman desteklemektedir.
Bu konuda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kendisine düşen hususları yerine getirmiştir. 24 Nisandaki referandumlarda çıkan iki sonuç şudur; artık kimse Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğün nedeni olarak, ne Türkiyeyi ne de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini gösterebilir. Adada birbirini temsil etmeyen ve siyaseten eşit iki halk vardır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine uygulanan izolasyonun kaldırılmasına yönelik vaatlerin unutulmaya terk edildiği bu süreçte, Türkiyeden hala herhangi bir şekilde jest yapmasını istemek Türkiyeye büyük haksızlıktır.
Rum tarafının amacı açıktır: Ciddi bir taahhüde girmeden çözümü sürüncemede bırakmayı, süreci zamana yaymayı ve bu arada adil ve kalıcı barışa ilişkin parametreleri ortadan kaldırarak Türkiyeden AB müzakereleri vesilesiyle tek taraflı tavizler koparmayı, Kıbrıslı Türkleri kendine yamamayı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini etkisizleştirerek adayı tek başına ele geçirmeyi hedeflemektedir. Onlara göre bu politikalarının başarısı Kıbrısta çözümsüzlüğün devamına bağlıdır.
Bilindiği gibi Türk Dış Politikası çerçevesinde, Türkiyenin Güney Kıbrıs Rum Yönetimini tüm Adanın temsilcisi olarak tanıması söz konusu değildir. Türkiye, Adada eşit siyasi statülü taraflar arasında gerçekleştirilecek müzakere süreci sonunda ortaya çıkan ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin devamı olmayan bir yeni düzeni tanıyabilir. Bu yeni düzen Türkiyenin Garanti ve İttifak Anlaşmasından doğan haklarına halel getirmemelidir.
KKTCde 20 Şubatta ve 17 Nisanda yapılan seçimler, demokratik ve saydam bir şekilde özgür bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Bu şekilde, KKTCde hür ve parlamenter yapıya sahip etkili bir devlet yönetiminin varlığı bir kez daha kanıtlanmıştır.
Bölüm-3 : Türkiyenin küresel aktörlerle ilişkileri
Değerli Arkadaşlarım,
Etrafımızda neler olup bittiğine ana hatlarıyla bir göz attıktan sonra, şimdi de ülkemizin küresel aktörlerle olan ilişkisine değinmek istiyorum. Öncelikle, Türkiyenin sahip olduğu coğrafya ve etrafındaki komşuları, politikaları üzerinde çok önemli bir etki oluşturmaktadır. Bu bağlamda Türkiye, bölgesel olduğu kadar küresel aktörlerle de bir etkileşim içinde bulunmak zorundadır. Günümüzde Türkiyenin etkili bir şekilde etkileşim içinde olduğu belirli ölçekteki aktörler arasında; dünyada en güçlü süper güç olarak kalan ABD ile, ileride üyelerinden birisi olmayı arzu ettiğimiz AB ve eski süper güçlerden Rusyayı sayabiliriz. Bu aktörlere ilave olarak, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi gelecekte küresel aktörler olmaya ilerleyen ülkelerle de belirli düzeyde bir ilişki mevcuttur. Nitekim, 2003 yılında bana bir nezaket ziyaretinde bulunan bir Güney Amerika ülkesinin Savunma Bakanı;
Türkiyeden önce Çini ve Hindistanı ziyaret ettim. Siz dahil bu üç ülke gerek politik gerekse diğer alanlarda büyük bir potansiyel vaat etmektedir. Bu sebeple sizinle ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz demiştir.
Diğer taraftan Türkiyenin, sahip olduğu milli güçle orantılı olarak içinde yaşadığı coğrafyada bölgesel bir aktör olarak ortaya çıkması, aynı bölgede kendi ulusal menfaatleri peşinde koşan birçok diğer aktörle de çeşitli konularda karşı karşıya gelmesi sonucunu da doğurmaktadır.
Değerli Arkadaşlarım,
Türk Dış Politikasının batıyla ilişkilerinde iki temel eksen mevcuttur. Bunlardan biri Türkiye -ABD ilişkileri, diğeri ise Türkiye'nin Avrupa Birliği perspektifidir. Türkiye ile ABD arasındaki dostluk ve ortaklık, tarihin zor ve çetin dönemeçlerinden ve denemelerinden geçerek, güçlü bir zeminde, karşılıklı anlayış ve çıkarlar temelinde bugüne kadar gelişerek gelmiştir. İlişkilerimiz bugün, savunma, güvenlik, enerji, ekonomi, ticaret ve bölgesel işbirliği gibi çok çeşitli alanları kapsamaktadır.
Türk-ABD ilişkileri bugün gelinen noktada, pek çok bölgesel sorun karşısında ortak beklentileri ve kaygıları paylaşmaktadır. İki ülke, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Orta Asya'yı kapsayan geniş bir coğrafyada barış, istikrar ve güvenliğin sağlanması için birlikte çalışmaktadır. Bu sebeple bu geniş coğrafyada, Türkiye'nin ABD'ye, ABD'nin de Türkiye'ye ihtiyacı vardır.
Ayrıca, Türkiye'nin Avrasya ve Orta Doğu coğrafyalarının tam kesişme noktasında bulunması da, ABD'nin bölgesel faaliyetlerinde Türkiye'nin güçlü bir ortak olarak kabul edilmesine yol açmaktadır.
Diğer taraftan, Türkiye ve ABD bölgede demokrasinin gelişmesi konusunda da gayret göstermektedirler. Türkiye'nin, doğu ve güney doğu komşuları arasında tek demokratik ve laik ülke olması, bu alanda ABD ile işbirliği imkanlarını artırmaktadır. Bu işbirliğinin bir sonucu olarak Türkiye ile ABD, bugün çeşitli bölgelerde ortak politikalar izleyebilmektedirler. Çevre ülkelerin demokratikleşmesinin Türkiyenin güvenliğini önemli ölçüde yükseltecek olması bu ortak politikalara verdiğimiz önemi artırmaktadır.
Bütün bu gelişmelerden sonra, Türk-Amerikan ilişkilerinin kötü bir dönemden geçtiği ve ilişkilerde bir kriz yaşandığı şeklindeki değerlendirme ve söylemler gerçekçi değildir. Yaklaşık 50 yıllık bir süreç içerisinde şekillenen Türkiye-ABD ilişkileri, öne sürülen iddialardan fazla etkilenemeyecek kadar güçlü ve dinamiktir. Nitekim, iki ülke ilişkilerinin, tarihi süreçte yaşanan çeşitli dalgalanmalara rağmen, dinamizminden bir şey kaybetmeden günümüze kadar gelmesi, bu ilişkilerin nasıl bir temel üzerine oturduğunu göstermektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Türkiyenin ABD ile ilişkileri belirli bir konuya bağlanamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır ve her iki ülkenin milli menfaatlerini dikkate alan bir denge içerisindedir.
İçinde olduğumuz süreçte Türkiye ve ABD'den beklenen, her iki ülkenin de ortak değerleri ve çıkarlarını gözeterek bu ilişkinin geliştirilmesidir. Biz bu gelişimin işbirliği ve diyalog kanallarının açık tutulmasıyla daha çabuk sağlanabileceğini düşünüyoruz. İlişkilerin saygın, iki taraflı, tutarlı ve karşılıklı hassasiyetleri dikkate alıcı şekilde ve egemenlik hukuku çerçevesinde olması çok önem verdiğimiz bir husustur.
Diğer taraftan, Türkiyenin AB perspektifinin de gelecekte çağdaş ortak değerleri paylaşacak iki ülke arasındaki ilişkilere daha da nitelik kazandıracağını düşünüyoruz.
Değerli Arkadaşlarım,
Türk Dış Politikasının batıyla ilişkilerinde temel olarak aldığı ve TSK ile ülke ve bölge güvenliğini yakından ilgilendiren bir diğer eksen de AB perspektifidir. AB üyeliği, ülke gündeminin ilk sırasında yer almakta ve bu konuyla ilgili faaliyetler ilgili birimler tarafından sürdürülmektedir. Ancak burada dikkati çeken bir konu, 17 Aralıktan sonra bazı Avrupa ülkelerinde Türkiyenin AB üyeliği aleyhtarı bir havanın oluştuğudur. Özellikle, Türkiyenin üyeliğinin referanduma götürülmesiyle ilgili bazı ülkelerin ulusal meclislerinde kararlar alınmıştır. Yine bazı ülkelerde, Türkiyenin üyeliğine muhalif gruplar imtiyazlı ortaklığı öngören bir karar tasarısı üzerinde çalışmaktadırlar. Diğer taraftan bazı kesimler de, Türkiyenin Birliğe yapacağı katkılarla ilgili olarak menfi ve ön yargılı değerlendirmelerde bulunulmaktadırlar.
Güvenlik ve istikrar açısından şunu ifade etmek isterim ki, AB gelecekte; Rusya Federasyonu, Çin ve Güneydoğu Asya ülkeleri ile politik ve ekonomik yönden zorlu bir rekabet içersinde olacaktır. Bu rekabette Türkiye, ABne büyük topraklar, genç nüfus ve büyük politik güç sağlayacaktır. Türkiye, denizlere dayanarak kendini sınırlamış ABye Kafkaslar, Orta Doğu ve İç Asyaya açılım sağlayacaktır. AB açısından bunun gelecekteki değerini Avrupalılar henüz tam olarak algılayamamaktadırlar. Eğer bu saydığım bölgelerde yaşayanlar, bizim de arzu ettiğimiz üzere, mevcut siyasi haklarla yetinmeyerek daha fazla haklar istemeye başlarlarsa ve özellikle de petrol üretimi ile zenginleşir ve bu bölgedeki insanların refah seviyelerinde bir artış olursa, bölge halkının ticari talep seviyesinde de önemli bir artış olacaktır. Burada soru, bu talebi kimin karşılayacağıdır? Şüphesiz ki AB, bu pazarda aktif olarak rol oynamalıdır. Ancak bu rolün Türkiye üzerinden çok daha kolay ve ekonomik olarak oynanabileceği açıktır. İşte bütün bu hususlar, Türkiyenin ABne sağlayacağı olumlu katkılardan bazılarıdır. İnanıyorum ki Avrupalı dostlarımız bunları değerlendiriyordur.
Türkiyenin AB üyeliği konusunda tereddüt yaşayanlar, gerekçe olarak Türkiyenin kriz bölgelerine yakın olduğunu, ABye girerse ABnin de bu bölgelere komşu olacağını ileri sürmekteydiler. Ancak şimdilerde bütün bu düşünceler değişmiştir. Şimdi herkes kriz bölgesine yakın olmanın kötü değil iyi olduğunun farkındadır. İşte bu nedenle; NATO, ABD veya Müttefikler Iraktalar, Afganistandalar.
Diğer taraftan, 28-29 Haziran 2004 İstanbul Zirvesinde alınan karar ile NATOnun, önümüzdeki dönemde ortaklık ilişkileri kapsamında stratejik öneme sahip Kafkasya ve Orta Asya bölgelerine ağırlık vermesi öngörülmektedir. Ayrıca, Avrupa Birliği de Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası adı altında geliştirdiği müşterek güvenlik sistemi vasıtasıyla etki alanını Akdeniz ve Karadeniz Havzaları ile Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asyaya doğru genişletmeyi düşünebileceğinin işaretlerini vermektedir.
Değerli Silah Arkadaşlarım,
Özetle söylemek istediğim, AB Türkiyenin büyük ticari, ekonomik ve askeri ortağıdır. Bu yıllardır böyledir. Biz, Batının değerlerini kendi değerlerimizle uyumlu bulan bir ülke olarak devamlı onlarla birlikte olmayı, benzer değerlere göre hareket etmeyi amaçladık. Batının yıllar süren bir süreç içinde oluşturduğu ekonomik ve siyasi birliğine biz yıllar önce talip olduk. Şimdi ABnin askeri birliğinin de oluşmakta olduğunu izliyor ve ona da katılmayı arzu ediyoruz. Türkiyenin menfaati bu birliğin asli üyesi olmakta yatmaktadır. Bu üyeliğin ABnin bize bir lütfu olarak değerlendirilmesi çok yanlıştır. Bunda iki tarafın da menfaatleri vardır. Her birliktelik gibi bu birleşmenin de bir takım şartları olacaktır. Hem ABnin hem Türkiyenin kazanımları olacaktır. Sonuçta anlaşma olduğu takdirde, Türkiye ABye girerek seçkin ülkeler topluluğu arasındaki yerini gururla alacaktır. Anlaşma olmaz, şayet ABye girilemezse, tabii ki dünyanın sonu gelmeyecektir. Burada evet veya hayır demenin sadece ABnin hakkı, hukuku olmadığını, Türkiyenin de sonuçta evet ya da hayır diyeceğinin bilinmesini istiyorum.
Ancak tekrar ediyorum ki, doğru olan ve arzu ettiğimiz, başımız dik ve gönlümüz rahat olarak ABye tam üye olmaktır. Uzun ve zorlu bir müzakere sonucunda karşılıklı uyumun önceliklendirilmesi ve gerçekleştirilmesiyle birlikte; açıklık, şeffaflık, karşılıklı saygı, iyi niyet, karşılıklı anlayış ve alınan risk ile ulaşılan aşama arasındaki denge hayati önemi haiz hususlardır.
Bölüm-4: Değişen güvenlik stratejisi ve bunun türkiye üzerindeki etkileri
Değerli Arkadaşlarım,
Şimdi de değişen güvenlik stratejisi ve bunun Türkiye üzerindeki etkilerinden bahsetmek istiyorum.
Dünya, güvenlik bağlamında bir dönüşümden geçmektedir. Uluslararası düşünce çevrelerine göre dönüşümün amacı, avantajları geliştirirken zafiyetleri azaltmaktır. Dönüşüm yalnız teknoloji ile ilgili değildir. Aynı zamanda;
Zorluklar ve fırsatlar hakkında düşünme yöntemini değiştirmek,
Savunma teşkilatına yeni bir perspektifle bakmak,
Olanak ve yeteneklerimizi, öngörüsel bir yaklaşımla tespit edilecek gelecekteki zorluklarla başa çıkacak şekilde yeniden düzenlemekle ilgilidir.
Dönüşüm, silahlı kuvvetleri çok güç programsal ve yapısal seçeneklerle karşı karşıya bırakabilir. Ancak burada önemli olan, hangi alanlarda daha yoğunluklu yatırım yapılabileceğinin tespit edilmesidir. Öyleyse neden böyle bir değişime ihtiyaç duyulmaktadır?
Soğuk Savaş paradigması, Soğuk Savaş sonrası her konuda yaşadığımız hızlı değişime paralel olarak, ülkelerin güvenlik ve iç istikrarını olumsuz şekilde etkileyen risk ve tehditlere artık çözüm üretememeye başlamıştır. Çünkü oluşan risk ve tehditler hem özellikleri ve hem de çeşitlilikleri itibarıyla çok geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Başta uluslararası terorizm olmak üzere, beliren bu asimetrik tehditlerin günümüz teknolojilerinden artan oranda yararlanmaları ve uluslararası düzeyde bir yapılanma çabası içerisinde olmaları, güvenlik güçlerinin mevcut risk ve tehditlerle etkili bir şekilde mücadelesini güçleştirmektedir. Bu tablo geçmişe göre bilinmeyenlerin çok daha fazla olduğu ve tehdidin somut olarak algılanmasında farklı yaklaşımların yaşandığı bir ortam ortaya çıkarmaktadır.
Bu sebeple, TSK olarak biz de bu değişimi yakından takip etmeye ve bunun üzerimizdeki yansımalarını doğru olarak algılamaya çalışıyoruz. Ayrıca, güvenlik alanında uluslararası sistemde tek işlevsel güvenlik örgütü olarak yer alan ve bölgesel bir ittifak görüntüsünden sıyrılarak küresel bir nitelik kazanmaya başlayan NATOnun son dönemde geçirdiği değişim sürecini de yakından takip ediyoruz.
NATO, değişen güvenlik ortamında, öncelikle konsept alanında büyük bir değişime, bir başka deyişle transformasyona uğramıştır. Yeni yaklaşımda, kriz yönetimi, terorizm ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi gibi görevler ön plana çıkarken, genişleme, yeni ortaklıklar ve işbirliği inisiyatifleri ile faaliyetleri askeri alandan politik-askeri alana yönelmiş; İttifak, Kuvvet ve Komuta Yapısında değişikliğe gitmek suretiyle, dikkatini klasik NATO Harekat Alanından, Krizlere Müdahale adı altında harekat alanı dışına kaydırmıştır. Bu amaçla NATO yüksek hazırlık düzeyinde, bütünüyle intikal edebilir, dış takviyeye ihtiyaç duymadan harekat icra edebilecek kabiliyette kuvvet yapısı oluşturmaya çalışmaktadır. Kuvvet ve karargah sayıları açısından küçülme, etkinlik ve verim yönünden artış hedeflenmektedir.
Değerli Arkadaşlarım,
TSK de değişen dünyayla birlikte kendisini zaman içinde yenilemiş ve geliştirmiştir. Özellikle, son yıllarda yaşanan değişime paralel olarak vizyonunu yenilemiştir. Yeni vizyon, geçmişle olan bağlantıyı koparmadan geleceğe yönelik dinamik bir öngörüyü ifade etmektedir. Buna göre TSKnin vizyonu;
TSKnin tarihsel niteliklerini, kendini sürekli olarak yenileyerek en üst seviyeye çıkarmak ve dünyada yaşamakta olduğumuz değişime ayak uydurarak 21 nci Yüzyılın çağdaş silahlı kuvvetlerini yaratmaktır.
Ancak yeni ortam dünyadaki bütün ülkeler için homojen bir yapı arz etmemektedir. Örneğin günümüzde, Avrupalı devletler için risk ve tehditler sadece asimetrik bir özellik taşırken, Türkiye için durum farklıdır. İçinde bulunduğu zor coğrafyada Türkiye için risk ve tehditler, simetrikten asimetriğe doğru uzanan geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve irticai faaliyetler, uluslararası terorizm, uyuşturucu trafiği ve yasa dışı göçle mücadele gibi asimetrik özellikli risk ve tehditlerle, komşu ülkelerde oluşabilecek istikrarsızlıklar, Irakın kuzeyinde ortaya çıkabilecek istenmeyen oluşumlar, Kafkaslardaki istikrarsızlıklar, Türkiyenin menfaatlerine indirilebilecek büyük darbeler; su sorunu ve Kitle İmha Silahları (KİS) tehdidi gibi Türkiyenin güvenliğini olumsuz yönde etkileyebilecek ve tesadüfi çatışmalardan kaynaklanan yüksek yoğunluklu bir çatışma ortamı oluşturabilecek simetrik risk ve tehditleri de içermektedir.
Bu nedenle ülkemizin sahip olduğu güvenlik stratejisinin dört temel dayanağı vardır. Bunlar;
Etrafımızdaki simetrik tehditlere karşı mevcut dengeleri ve milli menfaatlerimizi korumak için caydırıcı bir gücün varlığı,
Ülkenin bütünlüğüne, ulusal birliğine ve rejimin devamlılığına yönelik tehditlere karşı gerekli tedbirlerin alınması,
Doğu Akdenizdeki güvenliğimizin temel noktasını teşkil eden Kıbrıstaki hak ve menfaatlerimizin korunması,
Uluslararası yeni risk ve asimetrik tehditlerin ve özellikle uluslararası terörün ülkemizdeki faaliyetlerinin ve ülke dışındaki menfaatlerimize zarar vermesinin önlenmesidir.
Anlaşılacağı üzere, ülkemizin bulunduğu bölgedeki güvenlik parametreleri, bu coğrafyanın sonucu olarak diğer ülkelerin güvenlik stratejilerini oluşturan parametrelerden oldukça fazla ve farklıdır. Soğuk Savaş sonrası, azalan konvansiyonel tehdit çerçevesinde batılı ülkeler silahlı kuvvetlerinin teşkilatında, nicelikten ziyade niteliğe önem vererek ciddi oranlarda sayısal azalmaya giderlerken aynı dönemde TSK, kuvvet yapısında batıda görülen anlamda bir küçülmeye yönelememiştir.
Bununla birlikte TSK, hem iç güvenlik hem de dış tehdide karşı süratle reaksiyon gösterebilecek, esnek ve modüler, süratle rol değiştirebilir bir kuvvet yapısı oluşturulmasını en önemli hedef olarak tanımlamıştır. Bu hedefe ulaşmadaki en önemli husus ise, modernizasyon projelerinin hayata geçirilmesidir. Modernizasyon projelerinin teker teker hayata geçirilmesiyle TSK; beka kabiliyeti yüksek, teknoloji-bilgi ve eğitim üstünlüğüne sahip, hızla yer değiştirebilen, modüler, elastiki ve her türlü ortamda kesintisiz görev yapabilecek yeni kuvvetler oluşturabilecektir.
Diğer taraftan, konvansiyonel harp ile asimetrik harbi birlikte icra edebilecek bir kuvvet yapısı ile her üç kuvvetin müşterek harekat icra etmesini öngören bir yapıya dönüşmek de ayrıca önem arz etmektedir. Çevremizde ve dünya konjonktüründe meydana gelen değişiklikleri de dikkate aldığımızda, önümüzdeki 10 yıllık dönemde TSKnin yeniden yapılanması büyük önem taşımaktadır. Bununla ilgili bir çalışma devam etmektedir.
Bu kapsamda; 1990lı yılların başında, tümenler ve alayların çoğu lağvedilerek tugay ve tabur esaslı kuruluşa geçilmiştir. 15 Temmuz 2003 tarihinde askerlik süresinin indirilmesiyle mükellef asker sayısı %17 oranında azaltılmış, Hudut birliklerinin teşkilat yapısı gözden geçirilerek 2004 yılı içerisinde hudut birliklerinde %15lik küçülmeye gidilmiştir. Böylelikle, bugüne kadar, yaklaşık 150 bin civarında bir personel indirimine gidilmiştir. Hudut birliklerinde %11 oranında ilave bir küçülme sağlayacak yeni bir çalışma ise devam etmektedir.
Son günlerde basın ve yayın organlarında bedelli askerlik ve askerlik süresinin kısalmasıyla ilgili yoğun şekilde yanıltıcı haber ve yorumlar yapılmaktadır. Özellikle, askerlik süresinin kısalmasının, önce modernizasyon bilahare küçülmeden sonra değerlendirilebileceğinin altını çizmek isterim. Diğer taraftan, bedelli askerlik uygulamasıyla ilgili olarak, kaynakta ihtiyaç fazlası yükümlü bulunmadığından, bu uygulamanın tekrar başlatılmasına ilişkin herhangi bir çalışma yapılmamaktadır. Esasen mevcut kanun çerçevesinde buna imkan da yoktur. Bu konu hakkında basında yayımlanan haber ve yorumlar gerçekle bağdaşmamaktadır. Ayrıca, bu haber ve yorumlar;
Silah altına alınacak yükümlülerin bedelli askerlik beklentisi ile askerlik işlemlerini yaptırmayarak bakaya ve yoklama kaçağı suçlarını işlemelerine ve TSK personel kaynağının daralmasına neden olmaktadır.
Bu günlerde yazılı ve görsel basında yer alan bir diğer konuya da değinmeden geçemeyeceğim. Türkiye Cumhuriyetinde tek bir devlet vardır. O da Anayasada tarif edilmiş olan devlettir. Devlete çeşitli sıfatlar eklemenin ve bu sıfatları da varlığı devletin güvencesi olan kurumlarla ilişkilendirmenin uygun olmadığını düşünüyorum.
Bu vesileyle, değinmek istediğim bir başka konu da, basına da intikal eden eski adıyla Psikolojik Harekat, yeni adıyla Bilgi Destek Harekatı ve birliklerine ilişkin olarak yapılan isim ve kavram değişikliğidir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de ülkeler arası menfaat çatışmalarında ve sıcak çatışmalarda psikolojik harekatın önemli bir yeri vardır. Hemen her ülkede, bu konuyu takip eden birimler mevcuttur. Bu sebeple, Türkiye Cumhuriyetinin ve TSKnın bu alanda birimlerinin olması çok doğaldır. Bilgi teknolojilerindeki yaygınlık v