Bu gece İstanbul'da ve başka şehirlerde, Türkiye'de ve dünyanın başka şehirlerinde "geceleri de sokakları da istiyoruz" diye haykırarak yürüyecekler.
Rebecca Solnit koltuğunun altında Rousseau'dan Wordsworth'e, Benjamin ve Patti Smith'e uzanan devasa bir kütüphaneyle yürümeyi felsefeden eğlenceye, politikadan cinselliğe kadar hiçbir boşluk bırakmadan arşınlıyor. Yürümenin şehirleri ve şehirlerin yürümeyi nasıl değiştirdiğini, gitigide büyüyen araba sevdasıyla birlikte yürümeyi nasıl bir geleceğin beklediğini düşünüyor. *
Rebecca SolnitGazeteci, yazar, feminist. 2008'de yayınlanan Bana Herşeyi Erkekler Açıklıyor (Man explain Things to Me) çalışması "mansplaining" (erkbilmişlik) isimlendirmesine kaynaklık etti. Los Angeles Times ve London Review Books'ta yazıyor. National Book Critics Circle ödülünü aldı. Yayınladığı 12 kitabından Uzaktaki Yakın, Kaybolma Kılavuzu ve Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar Encore yayınlarınca Türkçeleştirildi. San Francisco'da yaşıyor, 56 yaşında. |
bianet Solnit'in Yol Aşkı / Yürümenin Tarihi kitabından 331-337 sayfaları tam da 8 Mart'ta tam da Gece Yürüyüşü'nde kadınların milattan önceye uzanan yürüyememe/yürüme yolculuğundan bir tadımlık sunuyor. Yürümeler hiç bitmesin; hep daha uzağa, hep daha çok özgürlüklere doğru.
1870 yılında, on dokuz yaşındaki Caroline Wyburgh İngiltere'nin Chatham kentinde bir bahriyeliyle “yürüyüşe çıkmıştı”. Yürüme, çok eskilerden beri kur yapmanın bir parçası olagelmiştir. Bir kere bedavadır. Yürüme, ister bir park ya da meydanda olsun, isterse bulvar veya sapa bir yolda -ve benzeri rustik doğa parçalarındaki, yürümekten daha fazlasını yapmaya imkân tanıyan aşk patikalarında- âşıklara kur yapabilecekleri yarı özel bir alan sunar.
Belki de, toplu yürüyüşün bir grupta onay ve dayanışma yaratmasına benzer şekilde, bu narin birlikte yürüme edimi de, adımlarının ritimlerini birbirine uyduran iki insanın duyguları ve bedenleri arasında uyum yaratıyordur; belki de insanlar bir çift olduklarını, ilk kez, akşamın, sokağın, dünyanın içinde birlikte ilerlediklerinde hissederler.
Çiftler için, hiçbir şey yapmamaya en yakın şeyi yapmanın bir yolu da beraber gezintiye çıkmaktır, ne sürekli konuşmak ne de onları konuşmaktan alıkoyacak bir şey yapmak zorunda olmadıkları için, birbirlerinin varlığından haz duyabilirler.
Üstelik Britanya’da “birlikte yürüyüşe çıkmak terimi, kimi zaman açıkça bir cinsel anlam taşısa da, daha ziyade –Amerika’da günümüzde kullanılan “çıkıyorlar deyişine benzer şekilde- iki kişi arasında devam eden bir bağ kurulduğunu ifade etmekteydi.
James Joyce’un kısa romanı Ölüler’de, gençliğinde karısının bir talibi olduğunu daha yeni öğrenen adam, çoktan ölmüş o genci sevip sevmediğini karısında sorduğunda, kadın adamı sarsan bir cevap verir: “Onunla yürüyüşe çıkardık.”
On dokuz yaşındaki Caroline Wyburgh, bahriyelisiyle yürürken görülmüş ve bu yüzden bir gece geç saatlerde bir polis müfettişi onu yatağından zorla çıkartmıştı. O dönemde yürürlükte olan Bulaşıcı Hastalıklar Yasası kışlaların yer aldığı kasabalarda polise, fahişe olduğundan şüphelenilen herhangi birini tutuklama yetkisi veriyordu.
Sırf yanlış zamanda yanlış yerde yürümek bile bir kadını şüpheli durumuna düşürmeye yetiyordu ve yasalar da, bu şekilde suçlanan ya da şüphelenilen bir kadının tutuklanmasına izin veriyordu. Eğer tutuklanan kadın tıbbi muayeneden geçmeyi reddederse, aylar boyunca hapse mahkûm edilebiliyordu; fakat acı verici ve aşağılayıcı tıbbi muayenenin kendisi de bir nevi cezaydı ve eğer kadının hastalık taşıdığı tespit edilirse, tıbbi bir cezaevine kapatılıyordu.
Masumiyeti kanıtlanana dek suçlu görülen kadının, bu durumdan zarar görmeden kurtulması mümkün değildi. Wyburgh, kapı önlerini ve bodrumlarını temizleyerek hem kendisini hem de ailesini geçindiriyordu ve uzun süre gelirsiz kalmaktan korkan annesi, üç ay hapis yatmak yerine muayeneye razı olması için kızını ikna etmeye çalıştı.
Fakat Caroline bunu reddedince, güvenlik güçlerince bir yatağa bağlanıp dört gün orada kaldı. Beşinci gün muayene edilmeyi kabul ettiyse de, ameliyat odasına götürülüp üzerine deli gömleği geçirilince, ayakları açık halde sedyeye bağlanınca ve bir asistan göğsüne dirsekle vurup onu yerine mıhlayınca cesaretini kaybetti.
Kurtulmak için çırpınmaya başlamış ve ayakları halen sedyeye bağlıyken yere düşünce kendini ciddi şekilde yaralamıştı. Fakat cerrah gülüyordu. Muayene aletleri Caroline’in bekâretini bozduğu için kızın bacakları arasından kan akıyordu. “Gerçeği söylüyormuşsun,” dedi cerrah, ‘"kötü kız değilsin sen”.
Bahriyeliye gelince, bu olayda ismi dahi geçmemiş, hiçbir zaman tutuklanmamış, muayene edilmemiş veya kanun karşısına çıkartılmamıştı. Genellikle, erkekler için sokakta yürümek kadınlar için olduğundan daha kolaydır. Kadınlar özgürlüklerin en sıradanlarından biri olan yürümeye kalkıştıkları için bile rutin bir şekilde cezalandırılmış ve sindirilmişlerdir çünkü kadınların cinselliğini kontrol altında tutmaya çalışan bu toplumlarda kaçınılmaz olarak kadınların yürümesi ve hatta sadece varolmaları bile sürekli cinsel bir mesele addedilmiştir.
İzini sürdüğüm yürüme tarihinin ana karakterleri –ister peri patetetikler ister filozaflar, flanörler veya dağcılar olsun—hep erkeklerdi ve artık neden kadınların da dışarı çıkıp yürümediğine gözatmanın zamanı geldi.
Slyvia Plath on dokuz yaşındayken günlüğüne, “benim korkunç trajedim, kadın olarak doğmaktır” diye yazmıştı.
“Evet, yoldaki inşaat işçileri, bahriyeliler ve askerle ve bar müdavimleriyle içli dışlı - dinleyerek, kaydederek anonim bir halde o çevrelerin parçası– olmak için duyduğum güçlü arzu daima heba oluyor çünkü ben bir kız, yani dişi ve her zaman bir saldırı veya şiddete maruz kalma tehlikesi altındayım. Erkeklere ve onların yaşamına duyduğum karşı konulamaz ilgi, çoğunlukla baştan çıkarma arzusu ya da yakınlaşmaya davet şeklinde yanlış yorumlanıyor. Evet, Tanrı aşkına, mümkün olan herkeste elinden geldiğince derin sohbet etmek istiyorum. Bir tarlada açık havada uyumak, Batıya seyahat etmek, geceleri özgürce yürüyebilmek istiyorum.”
Plath’ın erkeklere duyduğu ilginin nedeni, onları araştırmasına engel olan nedenle aynı gibidir -daha özgür olmaları, tek başına yollara düşen genç bir kadın için onların yaşamını daha ilgi çekici kılıyordu.
Yürüyüşe çıkmanın, yani keyif için yürümek üzere dünyaya adım üç ön şartı vardır: İnsanın boş zamanı, gidecek bir yeri ve hastalık ya da toplumsal kısıtlamalarla engellenmemiş bir bedeni olması gerekir. Boş zaman çok değişkenlidir ancak çoğu kamusal alan, kadınlar için çoğu zaman güvenli olmamıştır veya onları iyi karşılamamıştır.
Yasal düzenlemeler, hem erkeklerin hem de kadınların benimsediği toplumsal âdetler ve cinsel tacize içkin tehdit ve bizatihi tecavüz kadınların diledikleri zaman diledikleri yerde yürüme haklarını sınırlamıştır. (Kadın giysileri ve bedensel kısıtlamalarda - yüksek topuklar, dar ya da narin pabuçlar, korseler ve kemerler, fazla bol ya da fazla dar etekler, kolayca zedelenen kumaşlar, görüşü engelleyen peçeler gibi- en az yasalar ve korkular kadar etkili biçimde kadınları engelleyen toplumsal âdetlerin bir parçasıdır.)
Kadınların kamusal yaşamdaki varlıkları, mahrem yerlerini bazen harfiyen bazen de laf atmak suretiyle, insanı hayrete düşüren bir sıklıkta ihlal edilmesine dönüşebiliyor. İngilizce de kadınların yürümesini cinselleştiren sözcükler ve ifadelerle dolup taşar.
Fahişeler için kullanılan terimler arasında sokak kadını, sürtük, kaldırım yosması ve umumi kadın sayılabilir (tabii halk adamı, mahalle kabadayısı, sokakların efendisi gibi terimler kadınlara atfedilen muadillerinden çok farklı anlamlara gelir). Cinsel adetlere karşı gelen bir kadının, arandığı, kötü yola düştüğü, sürttüğü, yoldan saptığı söylenir - bu terimlerin hepsi de, kadınların yolculuğa çıkmasının kaçınılmaz biçimde cinsel anlamlar içerdiği ya da yolculuk esnasında, kadın cinselliğinin kabul gören sınırları aştığını ima eder.
Eğer bir grup kadın kendilerine Pazar Sürtükleri adını vermiş olsaydı (Leslie Stephen’ın erkek arkadaşlarından oluşan bir grubun yaptığı gibi), bu lakap o zaman yürüyüşe çıktıklarını değil, pazar günleri müstehcen bazı faaliyetlerde bulunduklarını ima edecekti. Doğal olarak, kadınların yürümesi sıklıkla bir yerden bir yere ulaşım şeklinde değil de bir performans şeklinde algılanmıştır; yani kadınların görmek değil görülmek için, kendilerine ait bir deneyim yaşamak için değil erkeklerin seyretmesi için yürüdükleri ima edilir ve bu da hangi tür ilgiye layık görülüyorlarsa, bunu kendilerinin istediği anlamına gelir.
Kadınların nasıl yürüdüğüne dair -on yedinci yüzyıldaki genç kızın, “jüponun altındaki ayakları/minik fareler gibi, gidip geliyorlardı bir içeri bir dışarı” şeklinde yürümesinden Marilyn Monroe’nun kıvırtmasına dek- erotik bir değerlendirme veya doğru yürüyüş tarzı üzerine ders niteliğinde çok şey yazılmıştır. Fakat nerede yürüdüğümüze dair fazla bir şey yazılmış değildir.
Başka kategorilerdeki insanların da hareket kabiliyetleri sınırlandırılmıştır ama ırk, sınıf, din, etnik köken ve cinsel yönelime dayalı kısıtlamalar kadınlara uygulanan ve geçtiğimiz binyıl boyunca dünyanın birçok yerindeki her iki cinsiyetin kimliklerini de derinden etkileyen kısıtlamalarla karşılaştırıldığında, daha yerel ve değişken bir nitelik taşırlar.
Bu gidişatın biyolojik ve psikolojik açıklamaları olsa da, toplumsal ve politik koşullar konuyla daha alakalı gibidir. Ne kadar eskiye gidilebilir ki? Orta Asur döneminde (yaklaşık M.Ö. yedinci ila on birinci yüzyıllar arasında) kadınlar iki kategoriye ayrılırdı. Yasalar, “sokağa çıkan” eşler ve dulların başları açık gezemeyeceklerini söylüyordu; fahişeler ve köle kızlarınsa, tam tersine, başlarını örtmesine izin yoktu.
Kanunlara karşı gelerek başını örtenlere, elli kırbaç ya da başlarından aşağı zift dökmek gibi cezalar verilebiliyordu. Tarihçi Gerda Lerner şu yorumda bulunur: “Cinsel olarak tek bir erkeğe hizmet eden ve onun koruması altında bulunan ev kadınlarının bu şekilde örtünmesi 'saygıdeğer' olduklarını gösteriyordu; bir adamın koruması ve cinsel kontrolü altında bulunmayan kadınların örtünmemesi ise, 'umumi kadın' olduklarını gösteriyordu... Mecburi kılınan bu tür bir görünür ayrımcılık örüntüsü, tarih boyunca 'adı çıkmış' kadınları ya açıkça görülebilen işaretlerle damgalanmış bazı bölgelere veya evlere yerleştiren, ya da onları yetkili kurumlara kayıt yaptırmaya ve vesika taşımaya zorlayan çeşitli düzenlemelerle tekrarlanır.”
'Saygıdeğer' kadınlar da, tabii ki, bir o kadar düzenlemelere tabi kılınmışlardır fakat bu düzenlemeler yasal olmaktan ziyade toplumsal kısıtlamalar şeklini almıştır. O dönemden bu yana dünyayı düzen altına almanın hâkim biçimi olagelmiş bu yasanın ortaya çıkışında dikkate değer çok şey vardır. Kadın cinselliğini, özelden ziyade kamusal bir mesele haline getiren bir yasadır bu.
Görünür olmayı, cinsel olarak erişilebilir olmakla eşit sayar ve kadının gelip geçenlere ulaşılmazlığını sağlamak için, kadının kendi ahlakı ya da iradesi yerine somut bir engeli şart koşar. Kadınları cinsel davranışlarına göre kamu nezdinde tanınan iki ayrı kasta ayırırken, cinsellikleri mahrem kalmaya devam eden erkeklerin bu her iki kasta erişimine de izin verir.
Saygıdeğer kasta üye olmanın bedeli özel yaşamın sınırları içine hapsolmaktır; mekânsal ve cinsel özgürlük sağlayan kasta üye olmanın bedeliyse, toplumsal saygınlığın yitirilmesiyle ödenir.
Her iki durumda da yasa, kadınların kamusal alanda saygıdeğer kişiler olarak yer almalarını neredeyse imkânsız hale getirmiştir ve o zamandan beri de kadının cinselliği kamusal bir meseledir.
Homeros’un Odysseus’u dünyayı dolaşır ve her önüne gelenle yatar. Odysseus’un karısı Penelope ise, vazifesine uygun şekilde evde kalır ve peşinen reddetme otoritesine sahip olmadığı taliplerini geri püskürtmeye çalışır. O dönemden bu yana, yerel ya da küresel seyahat, ekseriyetle eril bir ayrıcalıktır; kadınlar da genelde ya varış noktası, ya ödül ya da aile ocağının bekçileridir.
Eski Yunanda M.Ö. beşinci yüzyıla gelindiğinde, birbirinden radikal biçimde ayrışan bu roller, içeriye ve dışarıya, özel ve kamusal alanlara ait roller şeklinde tanımlanmış bulunuyordu.
Richard Sennett’e göre Atinalı kadınlar, “varsayılan fizyolojik kusurlarından ötürü eve hapsedilmişlerdi.”
Sennett, cenaze söylevini, Atinalı kadınlara tavsiyeler vererek sonlandıran Pericles’ten şu alıntıyı yapar: “Bir kadının en büyük başarısı, erkeklerin diline -ister övgü isterse yergi şeklinde olsun- en asgari düzeyde düşmektir.”
Ksenophonsa erkeklerin eşlerine şöyle der: “Sizin işiniz evde kalmak olacaktır.”
Antik Yunan dönemindeki kadınlar, meşhur kamusal mekânlardan ve kentlerin kamusal yaşamından uzakta yaşarlardı. Batı dünyasının büyük bölümünde geçmişten bugüne kadınlar, yalnızca bazı ülkelerin halen geçerli kanunları gereği değil, diğer ülkelerdeki hâkim âdetler ve korku nedeniyle de görece eve mahkûm bir yaşam sürmektedirler.
Kadınların bu şekilde tahakküm altında tutulmasını açıklamak için kullanılan malum teoriye göre, ataerkil kökenlerin soy ve kimlik için önemli olduğu kültürlerde soy bağını sağlama almak, kadın cinselliğini denetlemekten geçer. (Bu tür kaygıların arkaik ya da geçersiz olduğunu düşünenlerin, üçüncü bölümde değerlendirilen ve dişilerin tekeşliliği ve ataletinin, insan olmamızdan çok önceleri dahi türümüz için önem taşıdığını kuramsallaştırarak, bu toplumsal düzeni doğal bir olguymuş gibi sunmaya kalkan anatomi ve evrim bilimci Owen Lovejoy’u anımsamaları yeter sanırım).
Ancak ekseriyetle kaotik, tehditkar ve aykırı görülen kadın cinselliğini -eril kültür tarafından boyunduruk altına alınması gereken bir tür vahşi doğa gibi- denetim altında tutmak ve tanımlamak ayrıcalıklarına da sahip olan, hakim bir cinsiyetin yaratılmasında etkin rol oynayan başka etmenler de vardır.
Mimarlık tarihçisi Mark Wiggins şunları yazmıştır:
“Yunan düşüncesinde kadınlar, erkekliğin gerçek işareti olarak erkeklere atfedilen kendine hâkim olma yeteneğinden yoksundurlar. Bu kendine hâkim olma yeteneği, esasında, güvenli sınırları korumaktan öte bir şey değildir. Kadınlar bu içsel sınırları... koruyamazlar çünkü akışkan cinsellikleri onları durmaksızın taşkınlığa iter ve sekteye uğratır. Dahası kadın, başkalarının -yani erkeklerin- sınırlarını da durmaksızın altüst eder. Bu şekilde düşünüldüğünde, mimarinin rolü, açıkça, cinselliği ya da daha doğru bir ifadeyle kadın cinselliğini, kızların bekâretini ve evli kadınların sadakatini denetim altında tutmaktır... Ev, çocukları da dış etkenlerden korumaya yarar ama asıl görevi, kadınları diğer erkeklerden uzaklaştırarak babanın kalıtımsal haklarını güvence altına almaktır.”
Demek oluyor ki, kadın cinselliği kamusal ye özel alanların düzenlenmesi suretiyle denetim altında tutulmaktadır. Kadınları “özel” ya da cinsel olarak, sadece bir erkeğin eli altında ve diğer erkeklerin ulaşamayacağı bir yerde tutmak için kadının tüm yaşamı, bir tür taştan örtü görevi gören evin özel alanına hapsedilmiş oluyordu. (RS/EK/APA)
* Yol Aşkı, Yürümenin Tarihi arka kapak yazısından.
Yol Aşkı, Yürümenin Tarihi, Rebecca Solnit, çeviren: Elvan Kıvılcım, Encore Yayınları, Mayıs 2016, 448 sayfa.
* Fotoğraf: Haluk Kalafat - İstanbul 8 Mart Gece Yürüyüşü 2017