Daha doğrusu bu konuda, basın işverenleri ile hükümet arasında gazetecilerin kazanılmış hakların gaspına yönelik sinsi bir işbirliği var. Basın işverenlerinin bu yasayı değişmek istemesini anlamak mümkün, ama bazı gazetecilerin ve kimi basın kuruluşlarının gazete patronlarının sözcülüğünü üstlenmesi, çalışma arkadaşlarının hakları gasp edilirken bunu onaylaması anlaşılır gibi değil.
Aslında ortada anlaşılmayacak ya da şaşılacak bir durum yok. Olup biten her şey, basının son 15 yılda uğradığı bozulmanın bir ürünüdür. Bağımsızlığını yitiren, (sadece) birer ticarethaneye dönüşen televizyon ve gazeteler ile bu duruma uygun yeni tipte niteliksiz gazetecilerin necip Türk basınını getirdiği yer burasıdır.
Bu yer, yüksek ücretli ve hayat standartlı medya yöneticilerinin -ki kendi hayat tarzlarını sanki herkes yapabilirmiş gibi utanmadan gazete sayfaları ve ekranlardan her gün topluma telkin ederler- geçirdiği dramatik değişimin bir sonucudur.
Şu 212 sayılı yasa nedir?
Bu değişimin nedenlerine geçmeden önce, genel çizgileriyle 212 sayılı Yasa hakkında kısaca bilgi vermekte yarar var: Dünyanın en gelişkin ve demokratik basın çalışma düzenlerinden birini getiren bu yasa, tuhaf bir sivil toplumcu anlayış ve liberal bozulma sonucu 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle aynı kategoriye sokulan 27 Mayıs yönetimince 4 Ocak 1961 tarihinde çıkarılmıştır.
Özetle bu yasaya göre, gazetecilere haklı nedenlerle iş akitlerini tek yanlı olarak ve ihbar ve kıdem tazminatlarını da almak kaydıyla feshetme hakkını tanıyor. Kıdem tazminatına tavan sınırlaması koymuyor.
Bu durumda gazetecinin haklı nedenle istifa etmesi ya da işvereni tarafından işten çıkarılması halinde ödemek zorunda olacağı yüksek tazminat, dolaylı olarak iş güvencesi sağlıyor. Kıdemli bir gazeteciye yüksek tazminat ödemek istemeyen bir basın işvereni, iş akdini kolay kolay feshedemiyor. İş akdinin feshedilmesi halinde ödenecek tazminat bir tür işsizlik sigortası işlevi de gördüğünden gazetecinin mağdur edilmesi önleniyor.
Yine bu yasaya göre, bir gazetecinin maaşını yasal sürede ödemeyen işveren, başvuru halinde her gecikme günü için yüzde 5 faiz ödemek zorunda kalıyor. Ayrıca, bir gazetecinin sarı basın kartı alabilmesi için de bu yasaya tabi olarak çalışması gerekiyor.
Gazeteciyi patronundan korumak
Bu yasanın gazeteciyi kendi işvereni karşısında nasıl koruduğu merak edilebilir. Bir örnekle bu merakı gidermek mümkün; diyelim ki patronu bir gazeteciye yalan ve gazetecilik ilkelerine aykırı haber hazırlaması için baskı yapıyor; bu durumda gazeteci görevi reddedip iş akdini tek yanlı olarak fesih yoluna gidebilir.
Gazeteden ayrılması halinde, diğer iş kollarında olduğu gibi çalışma süresinden kaynaklanan tazminatları yanmaz, tam tersine, işten kendisi ayrıldığı halde hem kıdem hem de ihbar tazminatlarını tam olarak almaya hak kazanır.
Ayrıca, bir basın kuruluşunda beş yılını dolduran bir gazeteci, herhangi bir nedenle istifa ettiği taktirde bile, yine bu yasaya göre kıdem tazminatını (ihbar tazminatını değil) tam olarak alır.
Dolayısıyla bu yasal haklar, gazetecinin kaderini patronun iki dudağı arasındaki bir kararın dışına taşır, onu işvereni karşısında da görece özekleştirir. Bunun yanısıra, 212 sayılı yasaya göre verilen sarı basın kartı sahiplerine tanınan ve yaklaşık üç yıl önce büyük ölçüde budanan haklar da; gazeteci için hem kişisel hem de mesleki bir koruma ve güvence sağlar.
İlk bakışta ve yüzeysel bir değerlendirmeyle, bu yasanın sağladığı haklar bir ayrıcalık olarak görülebilir. Nitekim, basın patronları ve onların sözcüleri, yasanın getirdiği "ayrıcalıklı" konumun (sıkı durun) "eşitlik ilkesi"ne aykırı olduğunu belirterek değiştirilmesin istiyorlar.
Evet, sözkonusu düzenleme sadece gazeteciler için geçerli olan bir tür imtiyaz yasasıdır. Ancak, bunun böyle olması da son derece yerinde, doğru ve toplumsal fayda bakımından gerekli ve adildir.
212 sayılı yasa gerçekte kimi koruyor?
Çünkü bu yasa, herhangi bir iş kolunu düzenlemiyor; söz konusu olan her gün, her saat haber, bilgi ve ideoloji üreten; dolayısıyla kamuoyunu belirleyerek ve kanaat oluşturarak toplumun eğilimlerini, beğenilerini ve yönelimlerini esastan etkileyen son derece stratejik ve "hayati" bir çalışma alanıdır.
212 sayılı yasa bu alanın çalışma hukukunu tayin ediyor. Durum böyle olunca, bu sektörde çalışanların maddi ve manevi bağımsızlığı, iş güvencesi ve kendilerini geliştirme ortamının oluşturulması büyük önem taşıyor.
Özetle bu yasa aslında gazeteciyi değil, son çözümlemede gerçek haberi ve bilgiyi, yani okuru ve yurttaşı görece güvenceye alıyor, koruyor.
Peki kimden koruyor? Büyük çıkar çevreleriyle ve iktidarlarla ortaklık ya da işbirliği içinde olacak medya patronlarından!
İşte, gazete ve televizyon sahiplerinin bu yasaya saldırmalarının nedeni budur. Gerekçeleri ise son derece basit; yasanın basın işverenlerine kaldıramayacakları kadar ağır bir mali yük getirdiğini iddia ediyorlar. Bu yasa nedeniyle genç gazetecileri 212 sayılı yasaya göre çalıştıramadıklarını söyleyenler de var. Bu bir itiraftır.
Başta Aydın Doğan olmak üzere, gazete ve televizyon sahibi çoğu işveren uzun bir süredir kuruluşlarında 212 sayılı yasaya göre çalışanların sayılarını azaltmak için yasaları çiğnemek de dahil ellerinden geleni yapıyorlar.
Yazıişleri ya da haber merkezlerindeki dar bir kadro dışında kimseyi 212 sayılı yasaya göre çalıştırmıyorlar. Bu nedenle çok sayıda gazeteci sarı basın kartı alamıyor. Sarı basın kartlı gazetecilere ise yaygın işsizlik durumundan yararlanıp baskı uygulayarak, istifaya ve normal iş kanununa göre yeni sözleşme yapmaya zorluyorlar.
Gazetecilerin günahı yok mu?
Özetle, gazete, dergi ve televizyon sahipleri, karşılarında görece maddi güvenceye sahip, hakları yasalarla "ayrıcalıklı" şekilde düzenleşmiş ve daha da önemlisi kendilerine itiraz edebilecek gazeteciler istemiyorlar. Onlar, gazetecilere herhangi bir çalışana davrandıkları gibi davranmak ve istediklerini yaptırmak istiyorlar.
Öyle anlaşılıyor ki, zaten kuşa çevrilen ve çok az kişiye uygulanan bu yasa değiştirilecek. Ancak, durumun bu raddeye gelmesindeki tek suçlunun patronlar olduğu söylenebilir mi? Kocaman bir 'hayır'!. Çünkü, basının bu hale gelmesinin sorumluluğu gazete ve televizyon sahipleri kadar, belki onlardan daha çok gazetecilere aittir. Adım adım hakları gasp edilir ve sendikaları tasfiyeye uğrarken sesini çıkarmayan gazeteciler, bugün büyük bir şaşkınlık içinde olan biteni izliyorlar.
Yozlaşmış, kaderini sermayenin çıkarlarına ve devletin yönelimlerine bağlamış gazetecileri bir yana bırakıyorum. Onlar, her koşulda efendilerinin yanında olacaktır. Ancak; neo-liberalizmin ideolojik kuşatması ve akılları teslim alan post-modernizm modası nedeniyle (bu kavramların farkında olmasalar da moda buydu) her türlü örgütlenmeyi reddeden, bireyciliği kutsayan, sendika yerine hiçbir hükmü olmayan "meclis" gibi örgütlenmeleri öne çıkaran ve nihayet bu yolla kendi kaderini diğer emekçilerin kaderinden ayıran gazetecilerin bu günkü tablonun oluşmasında, hadi 'suçu' demeyeyim ama hiç mi kabahati yoktur?
Yayın yönetimlerinin transformasyonu
Basının en önemli sorunlarından biri de gazete ve televizyonların üst düzey yönetimini oluşturan genel yayın yönetmeni/koordinatörü, yazıişleri müdürü/koordinatörü, haber müdürü/koordinatörü gibi gazetecilik mesleğinden gelen ve halen bu mesleği icra eden kategorinin, genel olarak diğer gazetecilerden kopması, işveren karşısındaki bağımsızlığını yitirmesi ve esas olarak birer patron sözcüsü/temsilcilisi konumuna düşmesidir. Bugün basında kişilikli, işvereni karşısında bağımsız ve gazetecilik ilkelerine bağlı neredeyse tek bir gazete ve televizyon yönetimi kalmamış durumdadır.
Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök -ki TÜSİAD üyesidir- gazete ve televizyon yöneticilerinin görevlerinden birinin de patronun diğer işlerini takip etmek olduğunu açıkça yazabilmiştir. İşin acı tarafı, hem Özkök'ün tuttuğu yüksek iktidar mevkii nedeniyle hem de diğer basın yöneticilerinin de aynı işi yapmasından dolayı kimsenin "gıkı" çıkmamıştır. Çünkü, herkes demesek bile büyük çoğunluk aynı günahı işlemektedir.
Talihsiz bir örnek!
Talihsiz bir örnek çünkü, kendisi benzerlerine göre iyi bir gazeteci ve yöneticidir. Sabah gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan'dan söz ediyorum. Babahan, 18 Haziran 2004 günü yazdığı ve bir kısım gazeteciden yoğun tepki alan köşe yazısında; 4.1.1961 tarihli Basın Mesleğinde Çalışanlar Hakkındaki Kanun hakkında "Elbette olumlu bir çok yönü de var" dedikten sonra ekliyor: "Gazeteciyi işverene karşı koruyan hükümler içeriyor".
Evet, 212 sayılı yasanın özü budur; gazeteciyi işverene karşı koruyan hükümler içeriyor. Ancak, Babahan, yukarıda belirttiğim işverenlerin itiraz gerekçeleri paylaşıyor ve basın patronlarına ağır yük getirdiği için yasanın değiştirilmesi gerektiği görüşünü savunuyor.
Gerekçesi de, genç gazetecilerin bu yasaya göre çalıştırılamadıkları için sarı basın kartı almamaları ve hak kaybına uğramaları nedeniyle Babahan, genel yayın yönetmenleri için bugün geçerli olan "rol modeli" neyi gerektiriyorsa onu yapıyor. Çünkü, pozisyonu böyle davranmasını gerektiriyor.
Hadi söz konusu yazı için, hiç öyle olmadığı halde, Ergun Babahan'ın kişisel görüşleridir diyelim. Ancak, Hürriyet'in başyazarı Oktay Ekşi'nin yönetimindeki Basın Konseyi'ne ne demeli? Bu fiyakalı Konsey de geçen hafta yaptığı açıklamada, 212 sayılı yasanın patronların istediği yönde değiştirilmesini desteklediğini duyurdu. Bir basın kuruluşunun böyle bir açıklama yapması, durumun ne kadar vahim bir hale geldiğini göstermesi bakımından ibret vericidir.
212 sayılı yasanın çarpıcı tarihi
Şimdi nereden nereye geldiğimizi anlamak için, 212 sayılı yasanın öyküsüne kısaca göz atmakta sonsuz fayda var. Basın çalışanlarının hukukunu düzenlemek için 1961'de 212 sayılı yasa çıkarılmak istendiğinde de gazete sahipleri bu girişime şiddetli bir tepki gösteriyorlar.
Bu tepki öylesine şiddetli ki, aralarında Akşam, Dünya, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul ve Yeni Sabah'ın bulunduğu dokuz gazetenin patronu boykot kararı alıyor. Patronlar, sahibi oldukları gazetelerin 10 Ocak 1961 tarihli sayılarında, Milli Birlik Komitesi'ne karşı ortak bir bildiri yayımlayarak kararlarını açıklıyorlar; "Gazetemizi üç gün yayınlamıyoruz".
Bu patron eylemi, o güne kadar Türk basın tarihinde örneğine rastlanmayan sertlikte bir tutumu ifade ediyor. Ancak, beklenmedik bir başka gelişme daha oluyor ve gazetelerin sendikalı ya da sendikasız yazıişleri müdürlerinin çoğu, bu patron bildirisinin yayımlandığı gün gazetelerin künyelerinden isimlerini çekiyorlar. O zamanlar 'genel yayın yönetmenliği' gibi bir mevkii genellikle yoktu, gazetelerin en üst yöneticisi, mesleki jargonda 'yazı müdürü' de denilen yazı işleri müdürleriydi.
Bu gelişme üzerine İstanbul Gazeteciler Sendikası, bu patron eylemini protesto eden ve gerçekleri açıklayan bir bildiri yayınlıyor. Özetle, basın çalışanlarının sosyal haklarını vermemek için gazete patronlarının halkın haber alma hakkına karşı bir saldırı başlattığını belirten bu bildiri, devlet radyolarından da halka duyuruluyor. Bilindiği gibi o dönemde televizyon olmadığı gibi başka radyo da yok. O nedenle olayın halka duyurulması için bu yayın çok önemli.
Bu ülkede gazeteciler vardı
Sonunda patronların gazete boykotu başlıyor. İki gazete dışında o gün Türkiye'de, daha önce ismi bilinen hiçbir ulusal gazete yayınlanmıyor. Ancak, bir tür lokavt anlamına da gelen bu boykot kararına çalışanların tepkisi de aynı ölçüde sert ve fakat son derece şaşırtıcı ve soylu oluyor. İstanbul Gazeteciler Sendikası yaptığı toplantıda, gazetelerin yayımlanmadığı üç gün boyunca "Basın" isimli bir gazete çıkarmayı kararlaştırıyor.
Bu gazetenin Umumi Neşriyat Müdürlüğü'nü Milliyet'in Yazıişleri Müdürü Abdi İpekçi, Mesul Müdürlüğü'nü Semih Tuğrul, Teknik Müşavirliğini de Murat Kayahanlı üstleniyor. Diğer gazetelerin yazıişleri müdürleri ve çalışanları da sendika gazetesinde gönüllü olarak çalışma kararı alıyor. Basın patronlarının denetiminde olmayan matbaalarla anlaşma yapılıyor ve boykotun başladığı gün "Basın" gazetesi çıkıyor; manşet, "Daima halkın hizmetindeyiz."
Sonuçta, Bab-ı Âli'de patron eylemi kırılıyor ve 27 Mayıs'ın Kurucu Meclisinde kabul edilen 212 sayılı yasa Milli Birlik Komitesi tarafından da onaylanıyor. Boykottaki gazeteler yeniden yayınlanmaya başlıyor, Basın gazetesi yayınını durduruyor. Ve daha önemlisi Basın gazetesini çıkaran yazıişleri müdürleri ve diğer gazeteciler hiçbir sorun yaşamadan eski görevlerinin başına dönüyor.
Fark nerede?
İşte, 212 sayılı yasanın öyküsü kısaca böyle.. Sanıldığı gibi, sadece "yukarıdan" verilmiş bir hak değil. Çalışan gazetecilerin büyük dayanışması ve mücadelesi sonucu kazanılmış bir hak. O günden sonra 10 Ocak günü sendika tarafından "Çalışan Gazeteciler Bayramı" ilan ediliyor.
Fark işte burada; o günün gazetecileri gazeteci, yazı ya da umumi neşriyat müdürleri de gerçekten yazıişleri müdürü veya yayın yönetmedir. Onlar, dünya görüşleri, politik eğilimleri ve inançları ne olursa olsun; patronlarıyla çok yayın çalıştıkları, gazetelerini yönettikleri ve temsil ettikleri halde meslektaşlarından kopmayan ve gazeteci olduklarını unutmayan insanlardı. Entelektüel namus duygusunu yitirmemiş insanların sayısı daha fazlaydı. (MY/BB)