Hemen belirteyim, o zamanlar çift basamaklı sistemle yapılan üniversite sınavlarının sonucunu öğrenene dek basın dünyasıyla olan ilişkim gazete okuru olmaktan öte değildi.
Hukuk olmadı, BYYO verelim!
Hiçbir zaman da gazeteci olmayı düşünmemiştim. Tahmin edeceğiniz üzere Hukuk Fakültesini isterken, tıpkı benim gibi başka bölümler istemesine karşın kendini BYYO'da bulanlardan biriydim.
1991 yılı gelip de okulun 2. sınıf öğrencisi olduğumda artık logosunun altında "Halkın Gazetesi" yazan Milliyet'in "stajyer"lerinden biri olmuştum.
Hala basın, geniş anlamıyla söyleyelim, medya sektörünün en ucuz (çünkü hiç para ödenmezdi) işgücü olan stajyerlerin, dolayısıyla gazeteci ağabey ve ablalarımın arasına katıldığım için ayaklarım yere basmıyordu.
Gerçi para ödemiyorlardı ama olsun, madem gazetecilik eğitimi alıyordum o halde bu işi yapmalıyım diyordum kendi kendime. Nihayetinde, insan eğitimini aldığı meslek dalında daha kalifiye olur(mu?) diyordum.
Gündüz gazeteci, gece hamal
Para alamamanın sıkıntısı manevi olarak bu züğürt tesellisiyle çözülüyordu ama maddi sıkıntısının çözümü biraz yorucuydu.
Karnımı doyurmak için gece yarısı biten mesleki işimden sonra sabaha kadar ya tekstil atölyelerinde gömlek, tişört poşetliyor ya da hamallık benzeri bir işte çalışıyordum.
Bir kaç ay sonra gece birlikte çalıştığım ve yardımlarını, bilgilerini hiç bir zaman esirgemeyen iki arkadaşımın yardımlarıyla artık kendi işimi (haber-fotoğraf) kendim görür hale gelmiştim.
Maaş almasan da kovulabilirsin
Maaş almadan geçirdiğim 11 ayın sonunda, Milliyet Gazetesi'nden hiç bir alacağım olmadığına dair bir kağıt imzalatılarak kovulduğumda çok moralim bozulmuştu.
Şöyle ya da böyle haber yapabilen, fotoğraf çekebilen bir "stajyer" muhabirdim. Bu işleri yapabilmek için bir kaç kez gözaltına alınmış, nasıl dayak attığını zaten bildiğim polislerin cop ve tekmelerinin acısını bir kaç kez daha yaşamıştım.
Üstüne üstlük para dahi almazken neden atıldığıma hiç anlam veremiyordum. Sonradan öğrendim ki kusurum büyükmüş: Bölüm şefimizin görüş alanında, "bacak bacak üstüne atıp sigara içiyormuşum".
Daha "onurlu" meslek var mıydı?
Gazetede gece birlikte çalıştığımız kişilerle vedalaşırken, bir gazeteci ağabeyimin çok sevindiğini belirterek, "Henüz yol yakın. Kendine iyi ve onurlu bir meslek seçersin hiç olmazsa" demesini hem anlamamış hem de kızmıştım.
Azimliydim ya, inat edip bu mesleği yapacak, kimseye de gazeteci ağabeyimin bana dediği gibi bir öğüt vermeyecektim. Gazetecilikten daha iyi ve onurlu bir meslek olur muydu hiç? Hem gazeteci olursam:
* Kamuoyunun haber alma değil ama tencere tava alabilme özgürlüğünü; Emekçilerin sendikal hak eylemlerini sendikasız bir gazeteci olarak yazabilmeyi;
* Meslektaşlarımız periyodik olarak işten atılırken sesini yükseltmek yerine Brecht'in o çarpıcı şiirindeki rahip gibi sıramızı beklemeyi;
* "Ahlaklı" ve "onurlu" ve "kirlenmeden" gazetecilik yapmanın ajitatif bir ütopya olduğunu; bitmeyen stajyerlikleri, yüzdelik maaş artışlarıyla, her ne kadar kartvizitlerimizde gazeteci yazsa da ancak parya statüsünde çalışılabileceğini;
* Haftada 60 saat, tek gün izinle emeğinin karşılığını alamadan çalışırken kimilerinin maaşlarını on binlerce Amerikan doları üzerinden almak "zorunda" kaldığını;
* Yasalarda her ne kadar gazetecilerin 212 sayılı yaşaya tabi olarak çalıştırılmasının bir zorunluluk olduğu yazsa da bunun sadece kağıt üzerinde kaldığını;
* Ülkemizde devletin maaşını ödemediği halde seks işçilerine vesika gazetecilere de sarı renkli bir kart verdiğini;
* Polislerle birlikte işkence yapan polis muh(a)birleri, parayla haber yapan magazin muhabirleri, borsada spekülasyon yapan ekonomi muhabirleri, haberini yaptığı spor kulübünün basın sorumlusu gibi çalışan spor muhabirlerini, patronun ihale işlerini takip eden köşe yazarları... olduğunu;
* Köşelerinde ifade ettikleri fikirleri birilerini rahatsız ettiği için bazı yazarlar kapı önüne konulduğunu, hiç bir meslek örgütü ya da meslektaşının bu kişilere sahip çıkmadığını tersine adı yazar olan kimi "yazarkasa"ların köşelerini sadece dönmek için kullandığını;
* Apoletlilerin hangi gazetede kimlerin yazabileceğine karar verebileceğini;
* Adı kirli iddialarla duyulan "yiğit" bir işadamının "etiği senin kemiği benim" diyerek basın sektörüne bodoslama girebileceğini ve aynı hızla çıkmak zorunda kalabileceğini ve satın aldığı gazete yöneticilerinin hem bu kişiyi alkışladığını hem de eski patronları döndüğünde kapının önünde onu karşılayıp alkışladığını;
* Gün gelip gazetelerden atılmaların sadece paryalarla sınırlı kalmayıp bunun yönetici ve yazarlara da ulaşabileceğini;
* Bu yönetici ve yazarların, paryalar atılırken sesini çıkarmayıp kendileri aynı uygulamayla karşılaştığında veryansın edebileceklerini;
* Polislerin attığı dayakla Evrensel gazetesinden bir gazetecinin (Metin Göktepe) öldüğü haberini duyan bir gazete yöneticisinin, "O zaten teşkilatın gazetesi muhabir de öyledir" demesini;
* Bir avuç dolar için, binlerce kişinin canına mal olabilecek savaşın medya eliyle kışkırtıcılığının yapılabileceğini öğrenemeyecektim.
Etikten uzak...
Bu listeyi daha çookk uzatmak mümkün. Uzun lafın kısası medya sektörü davulun uzaktan hoş gelen sesi gibi.
O davulun aslında ne kadar bozuk ritimlerle çalıp sadece gürültü çıkardığını anlamak için çok yakınında olmak gerekmiyor. Zaten toplam gazete satışının uzun yıllardır üç buçuk dört milyon sınırını aşamamasının sırrı da burada yatıyor.
Ama medya sektörünün etikten, editoryal bağımsızlıktan, muhalif ve halkın yanında olması kimliğinden bunca uzak olmasının nedeni ise yine bizleriz.
Gazetecilik yaptığımızı sanıyorken aslında sadece gazetecilik rolü oynamamıza izin verilen piramidin altındaki bizler, örgütsüzler.
Sadece işsizlik dalgasıyla hatırlanan
Peki ne yapıyor bu örgütsüzler? Şunu iddia edebilirim ki Türkiye'de 'eğitimli' sayısı çok olup en örgütsüz meslek dalı gazeteciliktir.
Elbette ki okul bitirmiş olmak eğitimin ya da insanın kalitesini arttırmıyor ama bu kişiler gazetecilik gibi yüzü kamuya dönük bir iş yapıyorlarsa haliyle en azından benim gibilerin beklentileri olabiliyor.
Kendi sorunlarının farkında olup hiç sesini çıkarmayan, bu sorunları halletmek için birlikte hareket edip kafa yorup çözümler üretmek yerine ikili sohbetlerde dedikodu yapmaktan öteye taşan bir birliktelik sağlanmış değil sektörde.
Ne zaman ki bir işsizlik dalgası gelir, gazeteci o zaman meslek örgütleri olduğunu hatırlar.
Adından hala özlemle bahsedilen Gazeteciler Meclisi Girişimi, kurulduktan yılar sonra bir dönem yeniden yıldızı parlayan Çağdaş Gazeteciler Derneği hep böyle işsizlik dalgasının altında kalındığı dönemde hatırlanmıştır.
Halbuki yarım asırlık bir sendikanın adını anmaz hiç kimse. Ya da gidip üye olmayı aklından geçirmez. Çünkü, kusura bakmayın argo olacak ama 'bok atmak' daha kolay olur. (AŞ/BA)