Habertürk TV’de yayınlanan “Türkiye’nin Nabzı” programında HDP’nin “Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü” ele alındı. Programda Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, CHP İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin ve avukat Salim Şen vardı ancak HDP’yi temsil eden biri yoktu.
Avukat Salim Şen, “Ne manidardır yıllardır HDP konuşulur, hiçbir mecrada HDP gelip kendisini savunamaz ama legaldir. Meclis’te grup toplantısı yapar. Meclis kürsüsünden daha kutsal bir yer var mıdır?” diye sorunca sunucu Didem Arslan -Yılmaz “Salim Bey burası bir kamu televizyonu değil. Özel bir sektörüz. Bu bir tercihtir” dedi.
Arslan-Yılmaz’ın açıklaması sosyal medya gündemine oturdu, sözleri gazetecilik etiği ve kamu yararı üzerinden eleştirildi. HaberTürk yönetimi de açıklamaları ile Arslan-Yılmaz’ı destekledi.
Peki, iletişim bilimlerinde “Biz özel bir sektörüz” açıklamasının bir karşılığı var mıydı? Konunun öznesi olmadan yapılan habercilik-televizyonculuk etik miydi? Ne anlama geliyordu.
Bahçeşehir Üniversitesi Yeni Medya Öğretim Üyesi Can Ertuna, iletişim akademisyenleri Prof. Dr. Yasemin Giritli- İnceoğlu, Prof. Dr. Çiler Dursun bianet için yanıtladı.
"Medyayı mevcut güç ilişkileri belirliyor"Türkiye'deki haber kanallarındaki tartışma programları ve bu programlar aracılığıyla gündem belirleme sürecine ilişkin bir tez çalışması da olan Ertuna çalışmasında, "Bu programlara kimler konuşmacı olarak davet ediliyor, kimler edilmiyor? Konuşmacı listesine kimler karar veriyor? O stüdyolarda neler konuşuluyor?" sorularına yanıt aradı. Yanıtları bianet'le de paylaşan Ertuna şöyle diyor: Çalışmam 15 Temmuz 2016'dan sonraki süreci kapsıyordu, aslında üzerinden zaman geçti. Ancak medya-iktidar ilişkilerinde dramatik bir değişiklik olmadığı ve mevcut durum devam ettiği için; hatta Doğan Grubu'nun satılmasıyla birlikte yaygın medyada sorunlar daha da derinleştiği için bulguların, sınayabildiğim kadarıyla, geçerliliğini maalesef kaybettiğini söyleyemiyorum. Tek fark olumsuzluklar daha da derinleşti. Kısaca özetlemek gerekirse, temel saptama; bu tartışma programlarının bilgi üretmek ve izleyicilere önerildiği gibi toplumdaki farklı görüşlerin adaletli bir temsiline yer vermek yerine, mevcut statükoyu tahkim etmek ve büyük çoğunlukla iktidar tarafından belirlenen gündemi, medya gruplarının iktidarla ilişkisini sarsmayacak konuklarla yeniden üretmek üzerine kurulu olduğu yönünde. Kısaca, aslında istisnaî "yayın kazaları" dışında, özellikle sıcak siyaset gündemine ilişkin, mevcut statükonun çizdiği "kırmızı çizgiler" dışında söylemleri ekrana getirmeden, gündem tartışmak, muhalif olsa da egemen söylemi sarsmayacak, ılımlı tonda konuşacak oldukça kısıtlı ve her geçen gün daralan bir isim listesiyle sürdürülmeye çalışılan programlar bunlar. Otosansür otomatik hale geldiSözü daha fazla uzatmayayım, arzu edenler bu çalışmanın bir bölümünün alıntılandığı şu makaleye bakabilirler. Televizyonun, evrensel olarak, yazılı mecralara göre bilgiden çok kanaatlerin paylaşılmasına dönük sınırlamaları var; süre kısıtlaması, reyting kaygısı gibi... Ancak Türkiye'de bunun üzerine bir de "sakıncasız" kanaat üretme dayatması geliyor o günkü konjonktür neyse. 2015 yaz aylarına kadar "çözüm sürecini" HDP'li konuklarla konuşmak mümkünken, 7 Haziran seçimleriyle birlikte, iktidarın ittifak seçeneklerini yeniden düzenleyip, HDP'yi "terör" parantezine alması ve bu partinin temsilcilerine ekranda yer verilmemesi gibi... Artık oto sansür neredeyse otomatik hale geldiği için de, muhalif olsa dahi, iktidarın onay süzgecinden geçmiş oldukça sığ bir konuk havuzu içinde saatler doldurulmaya çalışılıyor. Kanallar arasında, dönem dönem ince ayar farkları olsa da herkesin gözü bir diğerinde. Bu yüzden bazı küçük farklar dışında, aslında doğası gereği rekabet halinde olması beklenen kanallar içerik ve konuk açısından bir yenilik sağlayamıyor. "En radikal sansür sahnede olmamaktır" der Fransız sosyolog Bourdieu, Kadınlar ve özellikle LGBTİ'ler beni çalışma yaptığım dönemde ve sonrasında da gözlemlediğim kadarıyla, bu ekranların en dezavantajlı grupları arasında, çünkü LGBTİ'le neredeyse yok, kadınlar da herkesin görebileceği üzere oldukça büyük bir azınlık. Kadınların temsili ağırlıklı olarak görüşüne başvurulan uzmandan çok söz dağıtan spiker konumunda. Her ne kadar o programların yapımlarında çalışan arkadaşlar, "kadın konuk bulamıyoruz", "erkeklere göre daha çekingenler" gibi mazeretler buluyorsa da eril kamusal alanın bir yansıması ortada olan. Değindiğimiz gibi, mevcut güç ilişkileri medyayı da belirliyor ve egemen siyasi temsil ve söylem ne kadar erkek egemense stüdyolardaki görünüm de bu şekilde oluyor. Özel bir kanalda çalışmak sizi kamusal görevden bağımsız kılmazBir reklâm ajansı istediği içeriği istediği ekran yüzüyle üretebilir, bir film ya da dizi yapımcısı ya da yönetmeni senaryoyu istediği oyuncularla hayata geçirebilir. Ancak gazetecilik iddiası taşıyan herhangi bir kişi ya da kuruluşun, ki HDP konusundaki ambargonun aslında yaygın medya olarak anılan diğer haber kanallarında da geçerli olduğunu hatırlatmak gerekir, altı milyon kişinin oy verdiği, Meclis'te temsil edilen yasal bir partiyi "terörist" olarak yargılaması söz konusu olamaz. Kimse gazetecilik yaparken söz hakkı verdiği kişinin görüş ya da politikasını kabul etmek zorunda değil, ancak halkın doğru bilgilenmesini sağlamak bir kamusal görev. Özel bir medya kuruluşunda çalışmak da sizi bu görevden bağımsız kılmıyor. Yayın tercihlerinin bire bir iktidarın tercihleriyle belirlendiği ortamlarda evrensel değerler çerçevesinde bir gazetecilik faaliyetinden bahsetmek mümkün olamaz. |
"Yurttaşı müşteri gibi algılamak yanlış"Prof. Dr. Yasemin Giritli-İnceoğlu da Arslan-Yılmaz'ın "özel bir sektörüz" açıklamasının sorunlu olduğunu söyledi, şu noktalara vurgu yaptı: Öncelikle bu oldukça sorunlu bir açıklama. Özel TV kanalı ticari bir işletmedir ama haberi "meta", vatandaşı da "haber tüketicisi" olarak göremezsiniz, eğer gazetecilik yaptığınızı iddia ediyorsanız var olma nedeniniz kamunun bilgi edinme hakkına hizmet ettiğiniz içindir, bu işlevi yerine getirebilmek için de sadakatle bağlı olunması gereken kişi yurttaştır, yurttaşı müşteri gibi algılamak son derece yanlış. İster kamu ister özel TV kanalı olun her şekilde kamu hizmeti yerine getiriyorsunuz ki her durumda da gazeteciliğin evrensel ilkelerine uygun bir şekilde işinizi yapmak zorundasınız, aksi takdirde yapılan düzgün, etik gazetecilik değil başka bir şey oluyor. Gazetecilik insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur, tüm partilere programlarınızda yer verirken "HDP' ye yer vermeme tercihi" açıklaması biz gazetecilik yapmıyoruz, kimi tercih edersek ekranlara onu çıkarıyoruz demek oluyor. Hemen burada gazeteciliğin sorumluluklarını hatırlatmakta yarar var; Gazeteciliğin temel işlevi insanların kendilerini özgürce yönetebilmeleri için, ihtiyaç duydukları enformasyonu sunmaktır bu işlevi yerine getirebilmek için de gazetecinin sadakatle bağlı olması gereken kişi yurttaştır, müşteri değil. Kadınlar ve LGBTİ+'lar da ekranlara çıkarılmıyorİnisiyatif kullanmasına olanak tanınması ve bağımsız bir gözlemci olması gereken gazeteciden yalnız doğru, nesnel haberi vermesi değil, aynı zamanda kamuoyuna açık bir eleştiri ve uzlaşma platformu sağlaması da beklenir. Tabii ki konun öznesi olmadan konu anlaşılamaz, öncelikle katılım ve dâhil olma hakkı en önemli iletişim hakkıdır. Tartışma programlarında sıklıkla rastladığımız bir şey, yalnızca HDP ve kadınlar konusunda değil, her konuda bu böyle, gençlik sorunları gençler olmadan tartışılıyor, LGBTİ ler olmadan eşcinsellik tartışılıyor ve hepsi kanalın ideolojisi, yayın politikası içerisinde yapılıyor, eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmelidir diyen bir profesör karşısında karşıt görüşte birisini bile göremez olduk artık, eskiden "sözde" tarafsızlık adı altında karşıt görüşlerden insanlar çıkar onlara izin verildiği ölçüde, zaman zaman konuşmaları kesilerek de olsa birkaç cümle etmelerine izin verilirdi eş süre kuralına uyulmayarak.. Burada öznelere söz vermemek suretiyle onları ötekileştirip, şeytanileştiriyorsunuz, makbul olmayanlar sınıfına atıyorsunuz. Medya tüm siyasi ve sosyal konuları farklı boyutları ve görünümleriyle betimlemeli, halk her konuda ve tam anlamıyla bilgilendirilmeli ki yaşamına dair ne tercihler yapacağına karar verebilsin. Burada tercih hakkı TV kanalının değil, yurttaşın olmalı. |
Medyanın başında yatırım yapmış patron varProf. Dr. Çiler Dursun da "özel bir sektörüz" açıklamasının "Patronun çıkarı aleyhine yayıncılık yaparsak, ayvayı sapıyla yer işimizden oluruz" anlamına geldiğini belirtiyor: Medyanın ticari bir yapı olmasıyla, haberin 18.yy'dan beri meta değerinin olması ve gittikçe de bu değerin artmasıyla, Althusser'in o bilindik "devletin ideolojik aygıtları" yaklaşımıyla bağlantılı bir gerçekliğe karşılık geliyor Didem Aslan'ın söyledikleri. Marksist kökenli eleştirel medya çalışmaların, bu cümlede serbestçe ifade edilen medyanın sınıf kökenini çalışarak sergiler bu olan biteni. Sınıf kökenini anlamayı ve medya içerisinden süren sınıf mücadelesini, hem medyayı ekonomi çözümlemeye alarak hem de ideolojik- kültürel çözümlemeye alarak iki eksende birden sergiler. Birçok iletişim uzmanı bunun gerçekliğini kuramsal yaklaşımlar içinden bilir. Sıradan insanlar için ise bu gerçeklik, ticari medya düzeninin gündelik pratiklerine dair "olağan" bir saptamadır neredeyse. Didem Aslan, "biz kamu televizyonu değil, özel sektörüz" diyor tam olarak. Özel sektör medyası olmak şu anlamlara geliyor: Medya kuruluşunun bir sahiplik yapısı var, yatırım yapmış bir patron var. Bu patron, medya dışında başka bankacılık, madencilik, turizm, inşaat vb. sektörlerde de faaliyetlerde bulunuyor ve sektörel çıkarları söz konusu Bu çıkarları kapitalist piyasa ekonomisinin görünmez işleyişinden daha çok, mevcut hükümetlerle kurduğu yakın ilişki sayesinde ayakta tutabilmektedir. Yakın ilişkiyi de sahip olduğu medya kuruluşları aracılığıyla siyasal iktidarlara sağladığı açık ve örtük desteklerle sürdürebilmektedir, yoksa bu ilişki tehlikeye girer. Medya desteğini sağlamak, bu mecrada çalışan bütün kurum çalışanlarının ve özellikle kurumun gazetecilerinin programcılarının sorumluluğundadır. Bu doğrultuda içerik üretiriz. Aldığımız ücret karşılığında, kamu yararı ya da toplumsal sorumluluk ilkesiyle yayıncılık yaparak farklı toplumsal kesimlerin çıkarlarını kollamak yerine, patronun çıkarını kollamak ve ifade etmek zorundayız. Siyasal iktidarın ifade ve düşünce özgürlüğü alanını tamamıyla belirlediği günümüzde, iktidara muhalif olan herhangi bir görüşe, siyasal aktöre, kişiye, partiye, kesime yer vermemiz olanaksızdır. Patronun çıkarı aleyhine yayıncılık yaparsak, ayvayı sapıyla yer işimizden oluruz. Gerçeklik bu. Bu gerçekliğin tam da sınıf mücadelesinin hem görünümü hem de alanı olduğunu eleştirel medya kuramları Marks'tan beri söylemektedir ve bu büyük tuzağın nasıl aşılacağını da söylemektedir. Bunu medyaya bakarak ve medyayı değiştirmeye çalışarak aşamazsınız; bunu sınıf mücadelesini kazanarak, yeni ve sosyalist bir toplumsallık kurarak aşabilirsiniz der. Mevzu sadece Didem Arslan'la ilgili değilDidem Arslan iki cümle ile üzerinden geçtiğinde toplumun bir kısmının canını sıkan şey, olup bitenlerin kaba ve kendinden emin bir tarzda apaçık kılınmasıdır. Bu mevzu Didem Arslan ile ilgili değildir, bütün bir anaakım medyayla ve hatta Türkiye'de alternatif ve muhalif medyayla da ilgilidir. Anaakım medyanın fütursuzca dışa vurduğu bu haberlerde olguyla/konuyla ilgili istenilen taraflara yer açmak ve ilgili başka taraflara söz hakkı vermemek, anaakımda artık yer bulamayarak alternatif medyanın ilk kuşağını oluşturan eski anaakımcı yeni alternatifçi habercilerin de rutin alışkanlığıdır. Bunu bu kadar net iddia edebileceğimiz çok fazla örnek o mecralarda da mevcuttur. Bu anlayış ortaklığının sonucu olarak, hakikat daima eksik, kısmi, indirgenmiş ve daraltılmış olarak temsil edilmektedir. Dolayısıyla hakikat, dilsiz bırakılmaktadır. Bu dilsiz bırakmanın hem bir ekonomi politiğe dayandığını hem de onunla bağlantılı iş yapma kültürüyle belirlendiğini akılda tutmak lazım. Ne anaakım için ne de alternatif medya için mesele konunun tüm yönleriyle anlaşılması değil artık. Konunun tüm yönleriyle, taraflarıyla olabildiğince serimlenmesi, temsil krizinin henüz bu kadar güçlü yaşanmadığı bir dönemin habercilik anlayışının temeliydi. 1950'lerden 1980'lere kadar, neo liberal politikalarla hem kamu yararı kavramı hem de sosyal devlet anlayışı çökertilene kadar geçerli olan dönemde, siyasal alan, toplumsal çıkarların parlamenter yapılarda da parçalı temsil edilmesinin önemine göre işliyordu. Alternatif medyada da benzer eğilimler varO dönemin haberciliği de tarafsızlık, nesnellik ve dengelilik gereği karşımıza siyasal iktidar kadar muhalif kesimleri de çıkarmaya çalışıyordu; çünkü medyanın toplumsal sorumluluk ve kamu yararına göre çalıştığının ölçüsü bunlardı. Toplumsal gerçeklik olabildiğince çok tarafa yer verildikçe dile geliyordu, açılıyordu. Ancak neo liberal politikaların yayıncılık alanındaki karşılığı, ticari yayıncılık anlayışı ve özelleştirmelerdir ve çok taraflılık ile gerçekleşen tarafsızlık anlayışını ortadan kaldırmıştır. Üretilen içerikler farklı toplumsal kesimleri temsil etmese bile para kazandırdığı sürece ticari medyada yer bulabilir hale gelmiştir. Anaakım haberciligin ne olduğu, yaptığı gazeteciligin niteliği yıllardır bellidir ve bu örnekte olduğu gibi, toplumsal yarara karşıtlıkta kendini gösterir. Ben uzun suredir alternatif medyayı inceliyorum umut onlatda mı diye. Çoğu anaakımdan geçme gazetecilerle kurulan alternatif medyada da haberde ilgili taraflara yer vermeme eğilimi var. Oysa alternatif medyanın hakikati temsil etmekteki iddiası ne kadar güçlüyse, sorumluluğu o ölçüde büyüktür. Kaynak göstermeden, haberi yazan muhabirin adını koymadan, haberde üstelik de olumsuz bir biçimde konu edilen taraflara söz hakkı tanımadan ortaya konana haber diyemezsiniz artık. Bu nitelikte iş yapan gazeteciler şimdi kendilerini Didem Aslan gibi patronun ve iktidarin sesi olduğunu gizlemeyen figürler üzerinden aklıyorlar. Oysa yakın geçmişte "hepsi oradaydı" ve o dönemki haberciliklerinin özeleştirisini vermediler bile. |
(EMK)