Steven Spielberg, Meryl Streep ve Tom Hanks isimlerinin yanyana gelmesi yeterince çekici... Sinema seyircisi "The Post" için elbette heyecanlanacak; ama gazeteciler ve basın özgürlüğü için mücadele veren tüm hak savunucuları için bu film apayrı bir heyecan.
1971 yılında geçen film, Washington Post isimli gazetenin, 1971 Vietnam Savaşı hakkındaki Pentagon Belgeleri'nin başarılı bir şekilde halka duyurulmasını konu alıyor.
Bu arada "The Post" filminin ekibi basın özgürlüğü için mücadeleyi sadece beyazperdeden desteklemiyor. Spielberg, Streep ve Hanks 15 Ocak günü Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünü ziyaret etti ve çalışanları cesaretlerinden dolayı kutladı.
TIKLAYIN - The Post Ekibinden Sınır Tanımayan Gazeteciler'e Destek
"The Post"u izleyen gazeteci ve akademisyenler bianet için kısa değerlendirmelerde bulundu. Gazeteciler Müjde Işıl, Nadire Mater, Şengün Kılıç Hristidis, Tuğrul Eryılmaz, Nilgün Uysal ve akademisyen Sevda Alankuş bakın "The Post" için ne diyor:
Müjde Işıl: "2000'lerin en iyi gazetecilik filmlerinden biri"
Steven Spielberg, Watergate Skandalı’na giden süreci yani Alan J. Pakula imzalı "All the President's Men"in hemen öncesini anlatıyor The Post’ta. 70’lerin hem ruhunu hem de sinema tarzını başarıyla yakalıyor.
Spielberg’ün filmde dikkat çektiği iki konu var: Basın özgürlüğü, siyasi iktidar tarafından sınırlandırılmaya çalışılsa dahi buna karşı birleşecek cesur basın ve sansüre dur diyecek yargı bağımsızlığı olmalı. Çünkü basın yönetenlerin değil, yönetilenlerin haklarını savunmakla görevli.
İkinci önemli husus da toplumdaki gazetecilik cesareti ile kadın özgürlüğünün paralelliğini vurgulaması. Babası tarafından bile cinsiyeti yüzünden ötelenmiş bir kadının ülke tarihini değiştirecek bir kararı, sürekli korkutulduğu ve yönlendirilmeye çalışıldığı bir erkekler hapishanesinde kendi iradesiyle verebilmesi, dikkat çekici.
Meryl Streep yine muhteşem. Tom Hanks-Steven Spielberg ortaklığı yine tıkır tıkır işliyor. Meselesi ve anlatım tarzıyla 2000’lerin en iyi gazetecilik filmlerinden biri The Post. Filmin 40 küsur sene öncesine dair anlattığı sorunların benzerinin bugün canlı canlı yaşanıyor olması, filmle bağımızı daha da kuvvetlendiriyor.
Bizim şu yaşadıklarımızla o kadar paralel ki anlatılanlar, gerçekten sarılasınız geliyor filme...
Nadire Mater: Şimdi haberciliği tartışma zamanı
Bugün Hrant’ın katlinin 11. Yılı. Çarşambaya Uğur Mumcu’nun katlinin 25. Yılı. Konumuz cezasızlık, konumuz hapis meslektaşlarımız, işsiz meslektaşlarımız. Konumuz televizyonlarda “Afrin harekatı”nın genelde nasıl yapılacağını konuşan, Türkiye'nin savaşmaktaki kazancını hesaplayan erkekler. Haberciliği konuşamayan gazeteciler, medyaya en tepeden sürekli ayar çekenler...
Ve The Post filmi. Habere nasıl ulaşılır, haber nasıl yapılır, her şeye rağmen – çünkü “haber yönetenler için değil, yönetilenler içindir”- haber basmaya nasıl karar verilir, ABD’nin Vietnam özelindeki savaş politikaları nasıl ifşa edilir? Hatta Başkan –burada Nixon oluyor—gazeteyi kızının düğününe davet etmese de, Beyaz Saray’a Washington Post’un adım atamayacağını ilan etse de dürüst, sorumlu, barış odaklı gazetecilik nasıl yapılır hepsi The Post’ta.
Filmin kadın odaklı bakışının kıymetini de atlamamak gerekiyor. Başkan Nixon tehditleri savururken The Post haberi basıyor, devamında sayısız küçük büyük gazete bu haberciliğin peşine düşüyor. Haberde dayanışma, haberi ihbar değil. Tam bir yıl sonra Haziran 1972’de Nixon Watergate skandalıyla başkanlığa veda etmek zorunda kalıyor.
Hrant için, Uğur Mumcu için, Metin Göktepe için, tüm yargılanan, hüküm giyen/giymeyen, içerde ve de dışarıdaki meslektaşlarımız için haberciliği tartışma zamanı. The Post’u görme zamanı. Halen üniversitelerde ders verebilen iletişim hocalarımıza minik bir not: Filmi ders programınıza alınız lütfen.
Şengün Kılıç Hristidis: “Basın, yönetenler için değil, yönetilenler için vardır”
The Post’u seyrettim, çarpılmış olarak çıktım! Tamam film şahane, Meryl Streep zaten mükemmel, Tom Hanks ve şimdi adını sayamayacağım tüm oyuncular da rollerinin haklarını veriyorlar, Spielberg’in yönetmenliği ortada (zaten laf söylemek bana düşmez) ellerine sağlık.
Ben filmin sanatsal başarısına değil, vaka nedeniyle çarpıldım. Amerikalı meslektaşlarımın bugün Trump karşısındaki o özgüvenli tavırlarıyla çatır çatır soru sormalarının arkasındaki tarih nedeniyle çarpıldım. Mutfağından çıkıp erkek toplantılarında tedirgin bir kuş gibi duran kadın patron nedeniyle çarpıldım.
Düşünüyorum da ben 27 yıllık mesleki geçmişimde hiç kadın gazete sahibiyle çalıştım mı diye, yok çalışmadım. Ama damatla çalıştım; kötüydü, hem de çok kötü! Patron sevmem ama Kay Graham’la çalışırdım. Yine 27 yılı gözden geçiriyorum, iktidarların basına yönelik saldırılarının herhangi birine ortak tavır gösterildi mi diye, hiç hatırlamıyorum. Ama Babıali günlerinde gazeteciler olarak Valilik önüne yaptığımız gazeteci yürüyüşlerini hatırlıyorum, 80'ler ve 90’lardaki OHAL’in en karanlık günlerinde bile yaptığımız insan hakları, örtülü ödenek yolsuzlukları haberlerini -üstelik de “Amiral Gemisi”nde- hatırlıyorum. Hatırladıklarım mutlu ediyor, yaşadıklarımız kızdırıyor.
Gidin ve görün.
Tuğrul Eryılmaz: “Gazeteciler sinemaya”
The Post sinemasal inceliği ve basın ve ifade özgürlüğü üzerine doğrudan mesaj veren gerçek bir hikaye.
Son yıllarda gördüğüm en iyi film belki de. İfade özgürlüğü ile güvenlik çatıştığı zaman, gazetecinin alması gereken tavır üzerine adeta bir ders. Esas görevi kamuya karşı olan gazeteciliğin alması zorunlu riskleri en objektif biçimiyle sunuyor.
Hem filmde hem gerçek hayatlarında The Washington Post’un kadın patronu Katharine Graham (Meryl Streep), editörü Bradley’den (Tom Hanks) stajyerine kadar gerçek ve örnek gazetecilerle dolu bir hikaye. Gazeteciliğin işlevi, dayanışma, gerekli riskleri alma konusunda inanılmaz gerçek dersler içeriyor hem de gram sıkıcı olmadan.
122 gazetecinin hapiste olduğu, Hrant Dink'in katlinin 11. yılında cinayet davasının hala sonuçlanmadığı bu ülkede 19 Ocak günlerinde keşke herkes bu filmi görebilse! Kendisine gazeteci diyen ve hükümet sözcüsü gibi davranan bütün gazeteciler ama özellikle iletişim öğrencileri iki elleri sınavda olsa da gidip bu filmi seyretsinler.
Nilgün Uysal: “Asıl vatan hainliği; ‘devlet benim’ demektir”
“The Post” filminin aklımda bıraktığı “ana başlık” bu.
Yayınlanacak haberi durdurmaya çalışan Beyaz Saray’ın, Washington Post gazetesi yönetimini “vatan hainliği” şapkası altında yargılamaya karar vermesi uzantısında yaşananlar, dünya basın tarihi için sahiden muhteşem bir örnek... Hele hele .... günümüzde Türkiye gazetelerinin iktidar karşısındaki “aciz” tutumu ve durumunu dikkate alındığında...
Bir “kadın gazeteci” olarak, film sonrası, aklıma takılan bir nokta da şu:
O sırada “gazetenin sahibi “konumundaki kişi, eğer bir “kadın” olmasaydı, acaba sonuç daha farklı olur muydu?
Gazete idarehanelerinde ve politikacılarla gazete yöneticilerinin yan yana geldiği toplantılarda, “erkek çoğunluk” içindeki “kadın” varlığının neredeyse yokluğa yakın “cılız” konumu film boyunca, çok iyi yansıtılmış.
Kısaca derim ki: Bu filmi Türkiye’de bütün gazeteciler ve özellikle de basın yayın öğrencileri mutlaka seyretmeli... Hocalar da öğrencilerini bu filmi seyretmeye yönlendirmeli...
Sevda Alankuş: Haber verme özgürlüğünü "kadınca" sahipleniş
İzlediğim sinema salonunda The Post filmi için seyirci söyleyeceğini söyledi, önce gözyaşları içinde derin iç çekişleriyle, filmin sonunda da alkışlayarak.
Dolayısıyla bu ruh halinin de işaret ettiği üzere, film ile ilgili içinde bulunduğumuz durumla ilişkilendirilerek söylenecek çok şey var. Ama benim sözüm, canımızın bu sıcak acısıyla gözden kaçırma tehlikesine karşı, Washington Post’un babasının ölümünden sonra kadın olarak beceremeyeceği için kocasına kalan sahipliğini, ancak onun da ölümünden sonra üstlenebilen Kay'in (Graham) –filmde Merly Streep‘in- 1970’lerin, konu en azından siyaset ve haber medyası olduğunda testosteron ile dolup taşan ABD’sinde bir kadın olarak var olma mücadelesi ile ilgili. Bir de yine Kay’in, ifade özgürlüğüne sahip çıkma biçimi ile gazetenin yazı işleri müdürü Ben’in (Bradlee) -filmde Tom Hanks’in- tavırları arasındaki fark ile.
Filmin heyecanı doruğa vardıran, basının gözünün içine baka baka yalan söyleyip kaybedileceği ve pahalıya mal olacağı biline biline Vietnam savaşının gidişatını kamuoyundan saklayan Savunma Bakanı McNamara’nın, dolayısıyla hükümetin yalanını ortaya çıkaran Pentagon belgelerinin, engelleyici yargı kararına rağmen yayınlanıp yayınlanmayacağı kararının alındığı ana kadar Kay, her konuşmaya kalktığında susturulan, konuşturulmayan birisi.
Misal, kendisinin yönetmesi gereken ancak kadın başına kaldığı erkek meclislerinde ne söyleyeceğine dair evinde önceden çalışıp notlar alıyor, provalar yapıyor, ancak an gelip çattığında o daha notlarına bakarken, erkek-kekele(n)meler ile (hadi mansplaining’i şimdilik ben de böyle çevirmiş olayım) hep susturuluyor. İş, Newyork Times’da yayınlanması yargı kararıyla engellendiğinde, Washington Post yönetiminin devlet sırrı niteliğindeki bu Pentagon Belgelerinin diğerinin susturulmasının yarattığı fırsatla yayınlamasına gelince ise, elbette devletçi çıkarları galebe çalan bu erkekler korosu hem engellemek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyor, hem de sorumluluğu üzerlerinden atmalarını sağlayacağı için kendisinden hiç böyle bir yüreklilik beklenmeyen üstelik de McNamara’nın aile dostu Kay’e, artık son sözü veriyorlar.
Nefeslerin tutulduğu bu anda ise Kay, her türlü ticari ve politik riski göze alarak “yayınlayın” diyor ama onun bu son “hadi”si, yazıişleri müdürü maço Ben’in işin başından beri büyük bir hırsla giriştiği “hadi”den çok farklı (filmi izlerken karısına nasıl davrandığına ama en sonunda onun bilgeliğinin ne çok işe yaradığına da dikkat edin).
Demek istediğim Ben’in haber verme özgürlüğünü sahiplenişi çok “erkekçe” ve testestoron yüklü bu arada susturulan Newyork Times’ı fırsatçılıkla bu defa geride bırakma, kar motifi ile iç içe geçmişken, Kay’inkisi çok “kadınca” ve Vietnam’dan neyse ki sağlam dönen oğlu gibilerin yok yere ölmelerinin önlenmesiyle ilgili.
Nitekim bu nedenle, tam the Post’un hisselerinin kamuya açılacağı günlerde uğranacak zararı öne süren erkek-kekelenmelere aldırmadan, yalın bir vicdan muhasebesi ile kararını veriyor. Bundan önce de, kocasından yadigar aile dostu McNamara’yı evinde ziyaret edip kendisiyle öyle bir yüzleştiriyor ki, kanımca bu da çok “kadınca”, yani “horoz dövüşünce” değil. Yani benim seçici algılı okumam filmi izlerken bu konuşturulmayan kadının konuşmasına bir dikkat edin diyor.
Şimdi, bu okumamı bir yerde saklayıp, filmin izleyenlerin gözyaşlarını belki de “öylesine” özlemle artık içerde tutamadığı o ana gelelim. Yayını engelleyen mahkeme kararına rağmen sadece the Post değil, bütün gazeteler o büyük gün aynı başlıklarla çıkıyorlar ve bu tabii bizim bir kısım gazetelerin tekmili birden aynı başlıklarla yayınlanması hadisesinden çok farklı. İzlemeyenlere ya da hadiseyi bilmeyenlere söylemiş olayım film mutlu sonla bitiyor. (BA)