Yazı yazanların yazdıkları yazılar üzerine mi yazı yazmalı? Yoksa, yıllar önce yazdıkları yazılarla; gazetecilerin, yazı yazanların haklarını savunanların yazılarını mı yazalım?
Ya da gazetecilik iş kolunda "sendikal" örgütlenmeye ve toplu iş sözleşmelerine evet denilen yılların çok gerilerde kalan yıllar olduğunu mu yazmalı?
Yoksa muhabirin, aslında "mutfaktaki" çalışan gazeteci olarak, köşe yazıları yazan yazarlara verdikleri haberlerle "yazılabilen", "köşe yazılarının" yayınlandığı gün, gazetecinin "yarın" yayınlanmak üzere haberini yazıp yazı işlerine, teslim ettiği halde, "haberinin" neden yayınlanmadığını mı yazmalı?
Ya da, gazetecinin yayınlanmayan haberine karşılık, köşe yazısı yayınlanan köşe yazarının köşe yazısının; gazetenin birinci sayfasından, "habermiş" gibi yayınlandığında, kendi "haberini" gazeteci meslektaşının köşe yazısı olmuş haliyle okuyan "haberin" asıl sahibi gazetecinin; daha dün, köşe yazarına haberini anlatırken yaşadığı heyecanı mı, yoksa gazetede haberinin imzasıyla yayınlanmasını, -tıpkı haber bekleyen bir okuyucu gibi- sabırsızlıkla ve heyecanla beklerken, dün konuştuğu köşe yazarının köşe yazısında, ayrıntılarıyla "kendi haberini" okuduğunda, ağzı bir karış açık kalarak yaşadığı şaşkınlığını mı yazmalı?
Yoksa bu acı deneyiminden sonra gazetecinin meslektaşına duyduğu
"öfkesini" mi anlatmalı?
O yönetici... O köşe yazarı... Gazeteci ise sadece bir "gazeteci" olmaktan ibaret.
O yönetici de, o köşe yazarı da dün gazeteciydi. Dün, çok uzaklarda kaldı. Hatta bir kısım gazeteciler, şimdi gazete sahibi. Hatta yönetim kurullarında "murahhas üye"...
Hatta ona göre gazeteyi "sendika" batırdı... Hep hikayeleri vardır ya... Hani bir de şu "sendika" olmasaydı... Ne iyi olurdu...
Bu gazete sahiplerinin bir de gazetecileri vardır... Gazetecilik iş kolundaki sendikal örgütlenmeden iyi anlayan, yazılarında sürekli emek ve kol gücünün gücünden bahseden...
Hani anımsarsanız dün "işçi sınıfı" ve sermayeye karşı örgütlü olmaktan bahsederek örgütlenmenin ne kadar önemli olduğunu yazarken, bu gün "işçi sınıfının" sınıfsal mücadelesini yazmaktan önce kendisi, sonra yazılarında vazgeçen... Böylece dün yazdıklarından vazgeçmiş olmakla beraber, bu gün "köşe yazılarından" asla vazgeçmeyen.
Veya kıçtan suya dalan ördek misali gibidirler, hani derler ya "şaşkın ördek başını bırakıp kıçtan dalar".
Yoksa şaşkınlıktan, başını bırakıp kıçtan dalan gibi "şaşkın ördek" gibi işin başına gelen ve gazeteciliğin artık böyle yapıldığına inanan, şaşkın ördek misallerini mi yazmalı?
Hiç "kadro" sorunu yaşamamış, üç kuruş paraya ya da parasız çalışmamış, gazeteci olmamış, gazeteci olamamış; gazeteci heyecanı duymamış... Ama gazeteci olmak için "ecir" bile olamamış... Yani ücretle çalışan kimse demek...
Ama gazeteci için gazete gibi gazetede çalışmak, haber yazmak çok daha önemli olduğundan, bazen yıllarca ücret almadan "sevabına" çalışan kişi demektir "ecir" olmak. Yani "gazeteci" olmak... Konu, pek parasız ya da işsiz kalmaktan ibaret değil... Bunun ne olduğunu bilmeyen, ne olduğunu bilen gazetecilerin işten atıldığında ne hissettiğini de pek bilemez. Bilmesi de beklenmez. Her şeyi bildiğini bilen yönetici, köşe yazarı gazetecilerin de bilmediği vardır.
İşten atılan "diğer" gazeteciler için suskun kalmak. Kendin işten atıldığında yazılar yazmak. Başkalarından yazı beklemek. Ama şimdi olanları görmezden gelmek.
Hayatın bir yerinde ya da tam bu sırada gazeteci meslektaşların işsiz bırakılıp sokağa atıldığında; hiç olmazsa sadece arkadaşların için birkaç satır, birkaç kelime, birkaç paragraf yazmak. Hiç olmazsa bir köşe yazısında olup bitenlerden haber vermek, üzülmesen bile üzüntünü dile getirmek. Şimdilerde "işli" gazeteci olduğundan, işsiz kalmış gazeteci olmadığından bunu yazmak çok mu zor?
Acaba bu yazılmayanları mı yazmalı? Ya da "kapo" olmak nasıldır onu mu yazmalı?
"Kapo" sözcüğü II. Dünya Savaşının tüm insanlığa bıraktığı en acı kelimelerden biridir. "Kamerad Polizei" sözcüğünün kısaltmasıdır. "Nazi toplama kamplarının komutanı". Nazi toplama kamplarında esirler arasından "seçilen" en alt tabakadaki gardiyan esirdir.
Asıl anlamı ise "en aşağılık işbirlikçi" demektir. Naziler tarafından katiller, tecavüzcüler, hırsızlar arasından ve tercihen Yahudi olanlar arasından seçilen bu gaddar "gardiyanlar"; Yahudileri, siyasal suçluları ölüme göndererek kendi ölümlerini geciktireceklerini sandılar.
Kapolar bir zihniyetin temsilcileridir. Kapolar, ölüm kamplarındaki diğer esirlere göre kendilerinin "ayrıcalıklı" olduklarını zannederlerdi. Kendileri gibi esir arkadaşlarını öldürmekten geri durmadılar. Onları sıraya dizdiler. Ölüm fırınlarına göndermeden önce soydular. Elbiselerini yaktılar. Altın dişleri varsa söktüler. Onlar bazı ayrıcalıkları koparmak adına yaptılar tüm yaptıklarını...
Nazilerden daha çok yemek, daha az eziyet, daha az dayak ve işkence karşılığında dostlarını, arkadaşlarını, komşularını, çocukları, anneleri, babaları ölüme kendi elleriyle gönderdiler. Bu onlar için "iş" sayılıyordu. Herkese işkence ettiler. Esir gardiyanlar, esirleri açlığa kendi elleriyle terk ettiler. Kapolar kendilerine verilen bu "işleri" en sonunda öldürüleceklerini bile bile yaptılar...
Kapolar öldü. Yaşamıyorlar... Yoksa kapoların miras bıraktığı zihniyeti mi yazmalı?
Acaba gazetecilerin işten atılmasına sessiz kalmak, "kapoların zihniyeti" ile eşdeğerde bir zihniyete teslim olmak mıdır?
Kapoların zihniyeti ölmüştür. Aksini düşünmek çok ağır bir teslimiyet olur. Böyle bir şey olmaz. Olsa olsa gazetecilerin işten atılmasına rağmen, bu gün susan iş sahibi gazetecilerin verdiği ağır rahatsızlığa karşılık bazı kapoların yaşadığına inanabiliriz. Buna inanmak, gazete okurları olarak bizim için "şimdilik" daha uygun ve hafif şiddette bir teselli olacaktır.
Ya sonra? Ya "kapolar zihniyeti" yaşıyorsa?(Fİ/EÜ)