Muhabir sabah işe gelir. Gazetecilik yapmak bir keyiftir başlı başına. Bir bilinmeyeni ya da bir köşede unutulmuş olanı ortaya çıkarır, hatırlaması gerekenlerin bilgi dağarcığını zenginleştirirsiniz. Kimi zaman iktidardakini rahatsız eder, bazen de karşılaştığınız şey bizatihi sizin canınızı sıkar.
Ancak çıkan işin keyfini sürmek bir gazeteci için en önemlisidir. Hiç hekimlik yapmadım, dolayısıyla işine külliye yabancılaşmamış bir cerrahın başarılı bir ameliyat sonrası nasıl duygular yaşadığını bilemem. Ama seviniyordur herhalde; en azından bir sonraki ameliyat için ilham oluyordur kurtardığı yaşam; dedim ya: herhalde.
İşte gazeteci için de buna benzer bir hazdır bu. Yayınlatmayı başardığı iyi bir haber sonrasında muhabirin yüzü güler. Kameraman çektiği görüntüyü tekrar tekrar seyredip keyfini sürer, foto muhabiri deklanşörüne tam zamanında dokunduğu fotoğraf makinesini daha bir sever.
Gazetecilik takım işidir...
Üstelik sevilesi bir yanı daha vardır gazeteciliğin; çok zaman ekip işidir habercilik, hele de televizyonda... Muhabir, kameraman ve şoför. Evet, habere giden yolda yaşamınızı teslim ettiğiniz şoför de önemli bir takım arkadaşıdır. Üstelik, günde en az 12 saat çalışan, çokluk İstanbul trafiğinde sinir sistemini yok eden...
Bariz bir kural hatası ile ölüme sebebiyet verebilir arabayı kullanan. Ama onu hataya sürükleyen nedenler ağırlıktadır. Sabah saatlerinde "başbakan İstanbul'da" sözünü işitince, hele onu takip etmekle ben görevlendirildiysem, işte o zaman bir kaygı alır beni hep.
Acaba başbakan nereye gidecektir, onu aracıyla ne kadar takip etmek zorunda kalacağız, İstanbul'un karmaşık trafiğinde, yollar mahşer yeri gibiyken ne kadar süratle gideceğiz, vesaire vesaire...
"Dördüncü kuvvet"in otoyol sınavı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İstanbul'a belirli bir program dahilinde gelmediyse, o gün neler yapacağını asla bilemezsiniz. Bunun için de kendisi her neredeyse - bu Beylerbeyi sırtlarındaki evi de olabilir, bir otel de- oranın kapısına gidip beklemek tek çözümdür.
Onlarca muhabir, foto muhabiri, kameraman yağmurda çamurda, sıcakta, karda ... Başbakanın nereye gideceği bilinmez. İhtimaller sıralanır ilkin. Sonra üzerinde mutabakat sağlanan kuvvetli ihtimal daha yüksek bir tonda seslendirilir.
Ama başbakanlığın tek bir basın danışmanı bile kalkıp bir gün önceden haber merkezlerini bilgilendireyim demez. Eğer başbakanın "baş basın danışmanı" Ahmet Tezcan'ı ararsanız, müstehzi bir üslupla yanıtlanan sorunuzun ardından bir bilinmeze doğru yelken açmak zorunda kalırsınız. "Dördüncü kuvvet"in iktidarla kapışması yollara ve güçsüz otomobillere kalır.
Hollywood'a taş çıkartır
Zira son model eskort araçlarının öncülüğünde, lüks makam aracına atlayan başbakan, kendisi için trafik ekipleri tarafından özel olarak açılmış yollarda yüksek süratle ilerler.
Arkasında da onlarca basın aracı; bir çoğu eski model ve bakımsız, lastikler kabak, şoförler yorgun. Haber kaygısının can derdine dönüştüğü bir an.
Sahneyi gözünüzde canlandırın şimdi: Hollywood filmlerini aratmayacak bir kovalamaca. Yandaki rakip kanalın aracı ile santimetreleri bile kaçırmayan şoförlerin ani refleksleri. Arada sıkışıp kalan ve kovalamacaya anlam veremeyen İstanbullu bir sürücü.
Çalan kornalar. Başbakan eskortlarının çok uzakta mavi - kırmızı yanıp sönen lambaları. Yüreği ağzına gelen muhabirler, kameramanlar. Sonrası hasbelkader varılabilen bir toplantı salonu, bir açılış...
Bir koşuşturmadır gider, iki kare fotoğraf için korumalarla yapılan mücadele cabası. Kan ter içinde biten bir günün ardından gazeteci, yaşamını zorlu bir takip sonrasında sokaklarda, caddelerde yitirmediği için şanslıdır.
Tarihin tekerrürü
Bu yaşananlar yeni değil tabii ki. Hafızalar benzer takipler sırasında meydana gelen "gazeteci ölümleri" konusunda net. Gaziantep'te bir seçim konvoyunu takip eden meslektaşımızın başını çarptığı trafik levhası hala orada asılı.
Tüm bunlar sabık başbakanlar Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller döneminde de çok sık yaşandı. Yoğun bakımlarda hayat mücadelesi verenleri, bir gözünü kaybedenleri çok net hatırlıyoruz. Tabii artık gazetecilik yapamayanları da...
Son olarak Radikal gazetesi muhabiri Şehnaz Pak'ı kaybettik. Bu ölüm bizleri derinden yaraladı. Aklımıza hepimizin başına gelebilecek bu satırlar düşüverdi sonra. Son kez "hoşça kalın, habere gidiyorum" dediği arkadaşlarının hali nicedir bilen var mı?
Kimleri için bir başsağlığı mesajına bile gerek duyulmayan vakayı adiyeden bir mevzu olarak unutulup gider. Ülke sorunlarıyla uğraşmak önemlidir elbet. Ama bir gazetecinin ölümü de en az diğerleri kadar önemli bir memleket meselesidir. Şehnaz'ı kaybettik. Toprağın bol olsun Şehnaz. Seni kimse unutmayacak. (MU/BA)