Manyetik kontrol noktasından bir yüz, en çok ihtiyaç duyduğumuz gülümsemenin rahatlığıyla bize bakıyordu. Taksi şoförümüz Ender çantanın farkına varmış, geri dönmüş, havaalanında bizi bulmuştu. En fazla sıcak bir teşekküre izin verdi; iyi yolculuklar diledi, gitti. Bize de stres sonrası gevşemesiyle onu birbirimize anlatmak kaldı.
Diyarbakır'daki eğitim boyunca yaşananlar da benzer bir süreçti aslında. Çocuk Hakları ve Haberciliği eğitiminin daha ilk örnek haber analizinde, hararetli tartışmalar başladı.
"Adliyenin ön kapısından girip, arka kapısından bırakılıyorlar"
Tartışmayı alevlendiren söz, avukatlar Seda Akço ve Yasemin Onat'ın atölye çalışması sırasında ortaya çıktı. Konu, haberlerin çocukları nasıl suçlu gösterdiği, damgaladığı ve teşhir ettiğiydi.
Oysa, Akço, uluslararası sözleşmeler gereği "suçlu çocuk" olamayacağını, "suça itilmiş çocuk"tan veya "yasayla ihtilafa düşmüş çocuk"tan söz edilebileceğini anlatıyordu ki, bir gazeteci "Bu çocuklar adliyenin ön kapısından getiriliyor, yasa cezalandırmaya elvermediği için, arka kapıdan bırakılıyorlar" deyiverdi.
Belki, iyi ki de "deyiverdi." Zira, çoğumuzun bakış açısını değiştirecek denli ayrıntıya girip, örnek haberlerimizi değiştirip çocukların suçlu olarak damgalanmasını tartışmaya başladık.
Yüzü mozaikleyince teşhirden kaçınılmış olmuyor
Akço, burada, çocukların teşhiriyle ilgili çok önemli bir bilgi verdi.
Basın kanunun 21. maddesi, "Mağdur da olsa, fail de olsa, çocuğun kimliğinin anlaşılabileceği şekilde yayın yapılamaz" diyordu ve gazeteler, televizyonlar, çocukların adlarının baş harflerini veriyor, yüzlerini mozaikliyor ve çocuğu teşhir etmediklerini düşünüyordu.
Oysa birkaç örnek hemen gösterdi ki, çocuğun adının baş harfleriyle okulunun adını bir arada vermek, teşhir etmeye yetiyordu.
"Bunlar teşhire yeter" diyordu Akço. Çünkü söz konusu teşhir, "çocuğun kendi çevresine de teşhiri" anlamına geliyordu.
Emniyet bilgi verdi, zaman yoktu, haberi yaptık
İkinci tartışma, Doç. Dr. Gülgün Tosun'un verdiği bir örnekle başladı. Tosun, gazetelerin ve televizyonların günlerce Üzeyir Garih'in öldürülmesinin sorumlusu olarak gösterdiği F.N.'yi örnek verdi.
F.N.'nin geçmişi didik didik edilmişti; ne akli dengesi kalmıştı el atılmayan ne madde bağımlılığı. Lakap takılmış, el altından emniyetten alınan bilgilerle dönemin İçişleri Bakanı'nın -doğrudan bir hak ihlali- olan açıklamasıyla birleştirilmişti. Günler sonra bir başka şüpheli ortaya çıkmıştı; ama bu arada F.N.'nin babası işten atılmış, F.N. damgalanmıştı. Bütün bu süreç boyunca, haberlerde F.N'nin 18 yaşının altında, yani çocuk olduğu, hakları olduğu görmezden gelinmiş, üzeri örtülmüştü.
Yıllar sonraysa, F.N., devlete dava açmış ve 25 milyar tazminat kazanmıştı.
Bu örnek üzerine gazeteciler, resmi kaynaklardan alınan bilgileri doğruca haber yapmak üzerine tartışmaya başladı.
Ağırlığını erkek gazetecilerin oluşturduğu bir grup, "Zaman yok; haberi yapmak gerek. Polis olay yerinde inceleme yapmamıza izin vermiyor, resmi bilgiye dayanmak zorundayız. Bunun sorumluluğu kaynakta, analiz etme sorumluluğu da okurda" diyordu.
Kadın gazetecilerin seslerini yükselttiği diğer grupsa, resmi kaynaktan gelen bilgilerin mutlaka araştırılması gerektiğini söylüyor, "çocuğun elinden alınan hayatı ona kimin geri verebileceğini" soruyordu.
Gazeteci Tuğrul Eryılmaz, "Gazeteci kolay inanmayan, sorgulayandır. Medyanın güçsüz grupların seslerini duyurma sorumluluğu vardır. Bu gruplar doğru temsil edilmek zorunda, söz hakları var" diyordu.
Avukatlarsa uyarıyordu: "Polisten alınan bilgi net/kesin bilgi değildir. Polis araştırma sürecinin bir parçasıdır." Akço da, "Hazırlık soruşturması süreci gizlidir; çocuklarla ilgili her türlü soruşturma gizlidir. Bu bilgiler açıklanamaz, yayınlanamaz" diyordu.
Gülgün Tosun da, bir araştırma sonucundan bahsediyor, "Aynı alana sürekli çalışan muhabirlerin deformasyona uğradığını, tek akıl-tek doğru tuzağına düştüğünü"anlatıyordu, ama tartışma sürüyordu.
Tartışmayı sona erdiren Ahmet Şık oldu. Birkaç dakikalığına ortadan kayboldu, elinde bir kağıtla geldi. Bu arada İnternet'e bağlanmış, Radikal'in arşivinden bir yazının çıktısını alıp gelmişti.
Yazı, kendi yazısıydı. "Ben de o habercilerinden biriyim" diye başladı Ahmet Şık. "Size okuyacağım 'şapa oturmuş bir muhabirin özür yazısı'dır."
Ahmet de bu olayda hak ihlal ederek haber yaptığını söylüyor, yazıda doğruca F.N.'den özür diliyordu. "Bir işe yaramayacağını bile bile" diyordu.
Bitirdiğinde, kimse bir şey söylemedi. Uzun bir sessizlik. Söylenecek söz yoktu zira. O gece, ertesi günkü atölye çalışmasının örnek vakalarından birinin F.N. üzerine yapılan haberler olmasına karar verildi.
Gazeteciler, ertesi gün, örnek haberleri yeniden yazdılar. Eryılmaz, haber dilinde edilgen değil, etken cümleler kurulması gerektiğini, "öğrenildi, bildirildi"lerden uzak durulması gerektiğini söyledi.
Kısa zamanda ortaya çıkan örnekler belki düzeltme gerektiriyordu ama, bir gün önceki tartışmalar düşünüldüğünde, onca söz boşa gitmemişti anlaşılan.
Çocuk haklarını ihlal eden resmi törenler
İlk günün son tartışmasıysa, Doç. Dr. Serdar Değirmencioğlu'nun çocukların rızası alınmadan götürüldükleri resmi bayram törenlerine dikkat çekmesiyle başladı.
Değirmencioğlu, 19 Mayıs, 23 Nisan törenlerinde sağlık koşulları dikkate alınmayan, yeterli önlem alınmadan saatlerce güneş altında bekleyen, susuz kalan ve bayılan çocukları anımsattığında, bu kez kendisine resmi bayramların önemi anımsatıldı. Oysa Değirmencioğlu, çocukların haklarının nasıl görmezden gelindiğine işaret etmeye çalışıyordu.
Tartışmayı kapatan yine Değirmencioğlu oldu; zira durum örneği pekiştiriyordu.
"Çocuğu ilgilendiren önemli konular kutuplaştırılıyor" dedi; "ve konuşulamıyor. Gazeteciler buna dikkat etmeli."
Medya çocuğu öne çıkarıyor, suça iteni görmüyor
Ahmet Şık ve Tuğrul Eryılmaz'ın atölyesinde ikinci bölüm, P.B. haberinin analiziydi. Hürriyet gazetesi, 17 Kasım'da "Hırsızlıktan vazgeçmem" başlıklı, Çetin Aydın imzalı haberde 8 yaşındaki P.B.'yi teşhir etmiş, damgalamıştı.
P.B., doğrudan suçlu gösteriliyor, "suça itilmişlik"ten söz edilmiyordu.
Gazetenin okur temsilcisi, daha sonra bu haberle ilgili açıklamada, "kamu yararı öngördükleri için P.B.'nin fotoğrafını yayınladıklarını" yazıyordu.
Gülgün Tosun, "Söylem bir şeyi ortaya çıkarırken, başka bir şeyi örter. Burada örtülen, suça yönelten kişi" dedi.
Bu haberlerle ilgili kimliğin teşhiri ve suçsuzluk karinesinin ihlali gerekçeleriyle suç duyurusunda bulunulduğunu anımsatan Avukat Akço, haberlerde referansın sürekli yeni Ceza Yasası'na verildiğine dikkat çekti:
"Hep, 'TCK'ye göre bu çocuklar serbest kalıyor, cezalandırılmıyor' deniyor. Oysa burada asıl soru, 'Nasıl oluyor da çocuklar suça azmettirilebilir; nasıl olurda koruma mekanizması işlemez' olmalı. Sorun cezalandırma değil, çocuğun korunmasıdır."
Atölye çalışması sona erdiğinde, herkesin yüzünde okunan "devam etme" isteğiydi. Doymamıştık. "Çocukların suça itilmesinin arkasında yatan nedenleri konuşmamız gerek" diyenlerin sayısı az değildi, ama zamanımız kalmamıştı.
Katılımcıların bir sözü, bütün bu çabanın boşa gitmediğini kanıtlıyordu:
"Çocukları, çocuklarla ilgili olayları, konuları, ötekileştirmemek gerek." (TK)