Eskiden -yani şu plazalar, servisler, araç istemeler falan çıkmadan evvel- İstanbul'da gazeteciliğin ya da kültür hayatının başka ve yoğun bir güzergâhı vardı. Hayatın da içinden geçen, arada durup dostlarınızla bir acı kahve içebileceğiniz güzel bir güzergâhtı bu.
Beyazıt Meydanı'ndan Küllük Kahvesi'nden başlayıp Babıali ile Başkent Sirkeci arasında İkbal Kahvesi'ne uğrayan, ardından Köprü, Karaköy, Tünel ve Cadde-i Kebir'den Taksim Meydanı'nda Eftalikus'un Kahvesi'ne uzanan bir güzergâh.
Yani -başka bir açıdan okursak- Üniversite'den başlayıp (öğrenciler ve akademisyenler), yayınevleri ve gazetelerden geçen (yazarlar, şairler, gazeteciler, fikir adamları), atölyelere uğrayan (ressamlar, çizerler), sinemalar, tiyatrolar, pastaneler ve meyhanelerde biten (eğlence, sohbet ve gece hayatı) diye altını çizebileceğimiz hayattan beslenen ve hayatla karışan bir güzergâhtı bu.
Dolayısıyla yazarlık, gazetecilik, şiir, edebiyat, resim, müzik, tiyatro ve hayat hep birbirine geçmişti. Yazarların çoğu aynı zamanda gazeteciydi. Gazetecilerin çoğu aynı zamanda edebiyatçıydı. Gazeteler de edebiyata açıktı.
Sait Faik de aynı zamanda bir gazeteciydi. Türkçede yazılmış en güzel röportaj yazılarının altında onun imzası vardır. Ölümünden sonra farklı gazete ve dergilere yazdığı bu yazılar toplanarak Tüneldeki Çocuk adıyla kitaplaştırıldı. Tarih: Mart, 1955.
Aşağıda Sait Faik'in yukarıda bahsi geçen güzergâhta vuku bulan, hayattan beslenen, pek eğlenceli, pek trajik ve günümüz gazetelerinden rast gelemeyeceğiniz kadar lezzetli bir röportajını bulacaksınız. 21 Aralık 1947 tarihinde Yedigün'de yayınlanmış. (BK)
Ayağıma Dolaşan Röportaj
Bizim sekreterle matbaadan çıkmış, yokuşu iniyorduk. Yedigün'ün sekreteri çekik gözlü, orta boylu, ihtiyarlığında tin tin olacak, kendisine yavaş yavaş alışılan, alışılınca da ondan vazgeçilemiyen bir arkadaştır. Düşünmeyi sever. Kendi düşünceleri başkasınınkilerle ayni bile olsa aykırı imiş gibi gözükerek başkasının düşüncelerini öğrenmeyi sevdiğini sanıyorum.
Sekreterle dünyadan, geçimden, insandan söz açmıştık. Başka şeyler düşünülmiyen günlerde yaşıyoruz. Aşktan söz etsek hemen ayıp oluyor. Çiçeklerden söz açılsa olmuyor, tutmuyor.
Sekreter şöyle diyordu:
- Allah herkesin rızkını verir dostum. Yoksa sokakta açtan geçilmez.
Ben:
- Bu işe Allah karışmaz... diyor; devam etmeye çalışırken:
- Evvelâ inanır mısın, inanmaz mısın?
Bu suale hemen derhal cevap verebilecek kadar o gün kuvvetli değildim sanırım.
- ... O başka mesele! Yalnız şunu söyliyebilirim ki, Allah her sabah kalkıp şu Hasana, şu Ahmede, şu Hristoya, şu Moize, şu Kirkora diye pay etmiyor herhalde.
- Ya ne yapıyor?
- Onun ne yaptığını bilmem. Ama insanlar sabahleyin kalkıyorlar... - Hattâ kilerini doldurmuş olanlar bile- kalkıyorlar, o gün ne yapacaklarını çarkı nasıl döndürebileceklerini düşünüyorlar. Kimi koşup terliyor, kimi kafasını, kimi adalelerini, kimi bacaklarını, kimi sırtını, omuzunu ortaya koyuyor...
- Ama Allah da rızkını veriyor.
- Rızkı Allah göndermiyor. İnsanlar onu terle, yorgunlukla, didinme ile hakediyorlar.
- Elbette. Elleri böğründe otururken de gönderecek değil ya!
- Peki karaborsacılara nasıl gönderiyor dersin?
- Kamyonla!... diyor, gülüşüyoruz.
Babıâlî yokuşundan inilmiş, Allahın insan oğluna gökten zenbille hediyeler göndereceği ikimiz tarafından da kabul edilmeden Yeni Postahanenin kapısına varılmıştır.
Sekreter etrafı gösterdi:
- Hepsi koşuyorlar, görüyor musun şu insanları? Ekmek parasına. Bu kargaşalık, bu kovalamaca hep (koltuğunun altına üç çeyreklik bir ekmek sıkıştırılmış olan bir hamalın ekmeğini göstererek) onun için.
Beyaz ceketli bir lokanta garsonu elinde bir tepsi hızlı hızlı bir yazıhaneye yemek götürüyor. Arkadan kolları sıvalı ceketsiz bir delikanlı âdeta koşarcasına elinde bir kâğıdı sallayarak yürüyor, daha arkadan da elinde bir ekmeğin dörtte üçü ayakları çıplak bir hamal, öteki elinde ipi sallayarak gidiyordu. Birdenbire - öyle sanıyorum ki o gömleği sıvalı ceketsiz bir tüccar kâtibi olduğu her şeyinden belli genç, belli belirsiz lokanta garsonuna çarptı- garsonun elindeki tepsi yere yuvarlandı. Tabaklar kırıldı. Asfaltın üzerinde bir beyinle yeşil salatalar, üç biber dolması seriliverdi.
Lokanta garsonu tepsiyi yerden kaldırdı. Etrafına çabucak toplanmış olanların yüzüne bakmadan elleri böğründe, tepsi kalçasında, gözü dolmalarda durakladı.
Garson bir müddet öylece durdu. İçinden geçenleri kestirmek zor birşey değildi. Hepimizin aklından garsonun onları tekrar tepsisine alacağı düşüncesi geçiyordu. Onun da aklına ilk gelen bu oldu. Dolmalara baktı. Tozlanmış beyine döndü. Ona: «Ah sen, ah sen! Bütün kabahat sende!» der gibi baktı. Kıpkırmızıydı. Şaşkındı. Bir yandan ustasını düşünüyordu. Dokunsan ağlayacak gibi bir yüz bağladı. Sonra içinden geçen bir söze, bir karara uydu. «Ne yapalım? Kaza usta!» der gibiydi. Kırık tabaklardan bir kısmını birşey yapmış olmak için topladı. Dolmalara bir daha göz attı. Beyine bu sefer hiç bakmadı. Yürüdü gitti.
Şimdi dolmalarla beyinin başında düşünen iki çocuk, üstü başı tertemiz bir efendi, bir ihtiyar hanım vardı. Biz de karşı kaldırımda duruyorduk. Hepimiz yere düşenlere bakıyorduk. Garsona adamakıllı bakmamıştık bile. Bugün bile iyice yüzünü hatırlamıyorum. Kaç yaşında gözüken bir adamdı? Nasıl bir adamdı? Uzun muydu, kısa mı? Zayıf mı şişman mı? Hepimiz dolmalarla beyine, onun yanına düşmüş ince ince kıyılmış filiz salataya bakıyorduk. Sanki dolmalara kabahat işlemiş çocuklar gibi: «Ayıp değil mi, piç kuruları?» der gibi bakıyorduk. «Bu yaptığınız yakışır mı size?»
İşte tam bu sırada, garsondan on, onbeş adım geride yürüyen koltuğunun altına üç yüz dirhem ekmeğini sıkıştırmış hamal da dolmalara yaklaşmıştı. -Belki anlatırken aynı sür'ati veremiyorum- Bütün bu hâdise hemen bir yirmi saniye içinde olup bitmişti. Hamal yürüyüşünü hiç bozmadan, acele etmeden sallana sallana geldi. Yerdekilere bizim gibi, onlarla konuşur gibi bakmadı. Hemen eğildi. Garsonun yarısını topladığı tabak kırıntılarından en büyüğünü seçti. Yerden kaldırdı. İçine beyini koydu. Sonra biraz ilerideki salataya uzun, kuru, kemikli sert bir bilek uzandı. Yeşil salataları da beyinin üstüne koydu. Bizim uzaktan epeyce seçemediğimiz bir ufak sarı şeyi eline alıp baktı. Bu bir limon parçası idi. Sonra ayağa kalktı. İpini beline soktu. Tekrar eğildi. Yere koyduğu ekmeğini öptü. Tabak tutan elinin koltuk altına yerleştirdi. Boş kalan eliyle dolmaları kavradı. İhtiyar hanıma:
- Günah teyze, yazık! Bir kursağa girsin hiç olmazsa... dedi.
Yürüdü gitti.
Sekreter bana; ben sekretere baktım. O:
- Gördün mü? dedi. Nasıl gönderirmiş Allah herkesin rızkını?
Bunun bir tesadüften başka bir şey olmadığını bilmiyor değildik. Hakikaten garip bir tesadüftü. Ama bizim bir az evvelki düşüncelerimizin üstüne düşmüş bir tesadüftü. Dünya boyuna dönüyordu. Yine de insanlar rızklarını çıkarabilmek için yırtınıyorlar, çırpınıyorlardı. Yine de günden güne daha çok çalışmaları, daha çok didinmeleri lâzım geliyordu. Yukarıdan bunu tanzim eden hiç bir kuvvet yoktu. Ancak insanlar birbirlerinin hakkını yemekle bu işe çare bulabilirlerdi. Bütün dünyada mesele gelip buraya dayanmıştı.
Bütün dünyada insanlar bu işi düşünüyorlardı. Harpler bunun için oluyordu. Ancak insanların birbirlerini düşünmesi, haksızlık etmemesi birbirini sevmesi, her insan oğlunun kendisi gibi bir varlık olduğunu anlaması şartiyle bu ekmek ve katık işi halledilebilecekti. Her gün tabaklar kırılmaz, dolmalar yere düşmezdi.
Amma... Gök yüzünden inmiş bu güzel tesadüfün, sakalları uzamış bir ip hamalının yüzüne serptiği tatlı gülümsemeye de can dayanmıyordu. Ama işin bir de öteki tarafı vardı. Belki lokantacı garsonu koğmuştu. Belki de haftalık kazancından bir kısmını kesecekti.
Sekreter de benimle beraber böyle düşünüyordu, ama yine de beni kızdırmağa çalışıyordu:
- Allah sabahleyin kalktı. Hamal Hasanın, yahut Hüseyinin beyin salatasıyla biber dolmasını Nefaset lokantası aşçısı Bolulu Mehmet Efendiye hazırlattı!... diyordu.
Sonra bana baktı. Ben anladım:
- Öyle, dedim. Sait kuluna da bir beyin salatası ile iki biber dolmasına oturup bunu yazmak düştü.
(Yedigün, 21,12.1947) - Sait Faik, Tüneldeki Çocuk, Varlık Yayınları, Mart 1955 (İlk Baskı), İstanbul kitabından alıntıdır. Sf. 65-70
* Sunuş yazısı Bülent Kale.