Diğer taraftan söz konusu kimlikleşme, kültürleri yaratan unsurların tarihi ve coğrafi niteliği nedeniyle aynı zamanda bir yöreselleşmenin ve yerelleşmenin de ifadesi.
Modern algılamayı büyük ölçüde kıran bu tespitler, toplumsal alanda iki önemli gelişmenin de çıkış noktası oldu: Birincisi yeni bir cemaatçiliğin doğuşu;.ama bu cemaatçiliğin kendi içinde ve dışında daha demokratik bir ilişki sistemi talebiyle birlikte siyasallaşmasıydı. İkincisi ise, cemaatlerin kendi kültürlerini korumak, yeniden üretmek ve geliştirmek konusunda haklar talep etmesiydi.
Günümüzde ülkelerin üzerindeki demokrat basınç sadece genel atmosferle sınırlı değil. Devletlerin karar ve eylemlerinin meşruiyeti de giderek uluslarüstü kurumların yaptırım alanına giriyor ve bu durum ulusal hukuk anlayışlarının üzerinde yer alan bir hukuk çerçevesi içinde ele alınıyor.
Örneğin Avrupa Birliği (AB) süreci içinde hayati bir nitelik taşıyan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) açısından, devletlerin kendi hukuksal anlayışları ve tanımlarının artık hiçbir geçerliliği bulunmuyor. AİHM bütün hukuksal kavramları kendi içtihatlarıyla tanımlamakta ve uluslarüstü bir "bağlayıcı dil" oluşturmakta.
Bu durumun handikaplarından biri, AİHM'de henüz berraklaşmamış konuların çelişkili kararlara yol açması veya AB üyesi ülkelerin geçmişteki yaklaşımından etkilenmesi. Örneğin din konusu bu bağlamda ön plana çıkmakta; çünkü Mahkemenin henüz oturmuş bir din ve dinsel pratik tanımı bulunmuyor.
Buna karşılık azınlık haklarına ilişkin geniş bir içtihat oluşmuş durumda: Örneğin bir Roman'ın "göçebelik hakkının engellendiğine ilişkin" İngiltere aleyhine açtığı davada, Mahkeme "azınlıkların özel ihtiyaçları ve güvenliklerini koruma" gerekçesiyle başvuruyu haklı bulmuştu...
Yunanistan ve Bulgaristan'da devletlerin Türk cemaatlerine müftü empoze etmeleri karşısında açılan davada, AİHM azınlık cemaatinden yana tavır almış ve dinsel cemaatlerin "kamu düzenini bozmadıkları sürece mümkün olduğunca özerk" olma haklarını kayda geçirmişti...
Gene Yunanistan'da devletle manastırları karşı karşıya getiren bir davada ise, Mahkeme istimlakin ancak adil tazminat karşılığı kabul edilebileceği; ve asgari dinsel pratik açısından gerekli mülklere hiçbir şekilde el konamayacağı kararını aldı.
Öte yandan bu süreç Sovyetlerin çökmesiyle somutlaşan yeni bir küreselleşme açılımına da malzeme teşkil ediyor. Böylece heterojenlik, kültürel kimlik ve haklar demokrat bir siyasi sistemi tanımladıkları ölçüde standardize olup, modernliğin çeperinde yaşayan toplumların gündemine girmekte.
Artık bugün küresel çapta var olan çok kültürlülüğün, bizzat ulus-devletler içinde de var olduğu; ve hukukun bu durumu göz önüne alması gerektiği tartışılmaya gerek olmayan bir kabul niteliğinde.
Bütün bu gelişmelerin mantıksal sonucu, azınlıkların yeni bir gözle ele alınması ve azınlık haklarının temel insan hakkı olarak anlaşılmasıydı... Böylece Türkiye gibi birçok ülke, tarihten yansıyan uluslaşma sorunlarını henüz çözemeden, modernite sonrası bir dünyanın yeni demokrasi ölçütleriyle karşı karşıya geldi...
Yaşananlar ve durum
Türkiye'deki gayrimüslim azınlık cemaatleri ruhban yetiştirme ihtiyacının karşılanamamasından, okullarda müdür yardımcısının Türk etnik kökeninden olması zorunluluğuna kadar uzanan epeyce geniş bir sorunlar kümesi ile karşı karşıyalar.
Ancak Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan sürece damgasını vuran konu "vakıf mülkleri" olmuştur. Çünkü Osmanlı millet sisteminin bakiyesi olan bu cemaatlerin tüm maddi varlık temeli vakıf sistemine dayanmakta. Dolayısıyla devletin bu alandaki tasarruf ve yaptırımları, gayrimüslimlerin kendi kültürlerini koruma ve geliştirmeleri açısından hayati bir önem taşıyor.
Diğer bir deyişle söz konusu maddi temelin budanması, gayrimüslim azınlıkların birer "cemaat" olarak varlıklarını sürdürmelerini de büyük ölçüde engelleyebilmekte.
Bu açıdan bakıldığında bir cemaatin tüzel kişilikler yoluyla mülk edinebilmesi; bu mülkleri tasarruf edebilme ve geliştirebilmesinin niçin üzerinde en çok durulan ve yoğun şikayetlere neden olan konu olduğu anlaşılıyor.
Tarihsel olarak ele alındığında kritik noktalardan biri, bütün gayrimüslim cemaat vakıflarının padişah fermanı ile kurulmuş olması; yani vakfiyelere dayanmadıkları ölçüde, vakıfların idaresine ilişkin yasa ve uygulamalar açısından istisnai bir nitelik taşımalarıdır.
Nitekim bu vakıfların tüzel kişilik haline gelerek tapu sahibi olmaları ancak 1912 yılında gerçekleşmiş; ve Lozan Anlaşması sayesinde de adil ve kalıcı bir statü sahibi olmaları mümkün kılınmıştı.
Ne var ki devletin söz konusu Anlaşmaya uymaması sonucu, sonraki yıllar bir dizi yasa dışı uygulamaya, bitmeyen şikayetlere ve çözüme hizmet etmeyen düzenlemelere sahne oldu. Bugün açıkça görülmekte ki, eğer devlet Lozan'a uymayı bir siyasi tercih olarak benimseyebilseydi; günümüzde halen devam eden sorunlara da sebebiyet verilmezdi.
Gerçekte 1923-73 arasındaki elli yıl, konunun uykuya yattığı, Osmanlı döneminden gelen teamülün de facto devam ettiği bir tür "tereddüt" dönemi oldu.
Bu arada 1935 yılında çıkan 2672 sayılı Vakıflar Kanunu'nun ardından, 1936'da Vakıflar İdaresi, gayrimüslim azınlık vakıflarından mal ve mülklerine ilişkin beyanname istemişti. Bu liste vakıfların ellerindeki mülklerin, herhangi bir kıstasa veya formel ölçüte tabi olmayan basit bir listesinden ibaretti.
Ne var ki, 1974'de Vakıflar İdaresi Hukuk Genel Kurulu'nun tefsir kararıyla, 36 Beyannameleri bir vakıfname olarak telakki edildiler. Böylece 1936 yılından sonra edinilmiş olduğu için beyannamelerde yer almayan mülkler hakkında iptal davaları açıldı ve söz konusu mülklere ya devlet tarafından el konuldu, ya da eski sahiplere bedelsiz olarak iade yolu açıldı.
İdarenin dayandığı mantık 36 Beyannamelerinde "mülk edinme hakkının" olmamasıydı. Oysa böyle bir hakkın olabilmesi zaten mümkün değildi; çünkü bu beyannameler birer vakfiye niteliği taşımadıkları için sadece mülk listesi olarak düzenlenmişlerdi.
Diğer bir deyişle 36 Beyannameleri, azınlık vakıflarının ne yapıp ne yapmayacakları konusunda hiçbir şey söylemiyordu. Dolayısıyla bu belgeler vakıfların yetki alanları konusunda herhangi bir sınırlama da getirmemekteydi.
Ancak Vakıflar İdaresi bu tamamen nötr listeleri , birer "vakfiye" olarak tanımlarken, gayrimüslim vakıfların da aleyhine yorumlamayı tercih etti. Daha sonraki istikrarlı uygulama da göstermekte ki, gerçek amaç zaten azınlık vakıflarının mülklerine el konmasıydı ve 36 Beyannamelerinin "vakfiye" olarak kabulü sadece hukuki bir kılıf olarak düşünülmüştü.
Böylece devlet hukuka aykırı olduğu apaçık bir uygulamayı "hukuksallaştırarak" Osmanlı'nın keyfi müsadere anlayışını Cumhuriyete taşımış oldu...
Gayrimüslim cemaat vakıflarının 1974 sonrasında karşı dava açma haklarının da bir süre kabul edilmemesi ise, hukuksuzluğun aleni hale gelmesinin bürokrasiyi rahatsız etmediğini göstermekteydi. Ardından gelen dönemde bu davalar açıldı ama hepsi de Danıştay tarafından reddedildi.
Diğer bir deyişle devlet bir süre hukuktan kaçındıktan sonra, kaçınılmaz olarak muhatap olduğunda da hukuka aykırı pozisyon alıp bunda ısrarlı olmakta bir sakınca görmedi.
Durumun vahameti bununla da sınırlı değil. Çünkü 1935 Vakıflar Kanunu'nun daha sonraki yıllarda yapılan düzeltmelerle birlikte geldiği noktada, hem Lozan'a hem de Anayasaya aykırı olduğunu bugün hemen herkes kabul etmekte.
Bu yasa, gayrimüslim azınlık cemaatleri üzerinde fiziksel baskı kurmak üzere, hukuku araçsallaştırdığı ölçüde; arkada yatan niyeti ve zihniyeti de sergilemekte.
Örneğin Yasa ilk çıktığında cemaatler mütevelli seçimlerini kendileri yaparlarken, 1938'de değiştirilen iki madde ile mütevellinin Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından atanması öngörülmüştü. Muhtemel yurt dışı tepkilerden çekinen Dışişleri Bakanlığı'nın engellemesiyle bu uygulama yürürlüğe konamadı ama günümüze kadar gelen yeni bir belirsizliğin, dolayısıyla da manipülasyonun kapısı açılmış oldu. (BB)