Oniki genç insan gece vakti memleketleri Ermenistan'dan, Erivan'dan bindiler uçağa... İki saat sonra, sanki oniki milyon insanın hikayesini anlatan milyonlarca ışığın göz kırptığı o muhteşem şehre, İstanbul'a indiler...
Uykularına ezan sesi bir ara verdi. Sonra sabah kalktılar, o sesi taşıyan, çoğaltan binlerce minareyi, Sultanahmet'i, Süleymaniye'yi ve daha başkalarını gördüler...
O sabah, Antakya'daki yaz okuluna Türkiye'den katılan ve birlikte on gün geçirecekleri diğer oniki genç insanla tanıştılar...
Türkiye'ye gelmek bile onlar için neredeyse inanılmaz bir olaydı. Tüm eğitimleri boyunca, bir zamanlar "soylarını tüketmeye yemin etmiş bir ülke" olduğunu öğrendikleri Türkiye'ydi söz konusu ülke...
Bu ülkenin hâlâ sultanlıkla yönetildiğini, dini bir rejimin olduğunu düşünenlerin azımsanamayacak bir oranda olduğu bir ülkeden gelmişlerdi ve kafalarında binlerce önyargı ve soru vardı...
Karşılaştıkları buralı genç insanlar da kimlerle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Onlar da nihayetinde Ermenistan'ı Türkiye'nin düşmanı olan bir ülke olarak öğrenmiş bir toplumun çocuklarıydı.
Hatta bu toplum içinde Ermenilerin Yahudi, komünist olduğunu düşünenler de hatırı sayılır oranlardaydı...
Ama iki ülkeden bir araya gelen gençlerin ortak bir yönleri vardı: tanımaya ve tanışmaya hazırdılar; en azından öteki tarafın insanları hakkında "önyargı sahibi olabileceklerini" ve bu önyargıları kırarak başka bir geleceğin de hayal edilebileceğini düşünüyorlardı.
Ve bu hayalin aslında ne kadar gerçek olabileceğinin ilk işaretleri iki ülkenin gençlerinin uzun beraberliklerinin başladığı Adana-Antakya arasındaki otobüs yolculuğunda ortaya çıktı.
Gruba refakat eden "yaşlıların" tahammül sınırlarını zorlayan şenlikli bir gürültü patırtı eşliğinde, yirmidört genç birbirlerinin dillerinden kelimeler, mutfaklarından yemekler öğrenmeye başladılar...
Tabii ki başta Sarı Gelin olmak üzere ortak türkülerini, bildik nağmelerini, ritimlerini, hüzünlü ve sevinçli melodilerini paylaştılar.
HYD, yaz okulunun adını Türkçe ve Ermenice "Yavaş yavaş - Gamats gamats" koymuştu; dünya kadar meselenin çetrefil bir hale getirdiği iki ülke arasındaki ilişkileri "bir kerede çözmeye" soyunmak gibi bir iddiaya girişmek yerine, iki toplumun genç insanlarını bir araya getirmek ve yavaş yavaş konuşmaya başlamak gibi mütevazı bir adım atmaya niyetlenmişti.
Ama gençler ilk karşılaşmanın ardından "arag-çabuk" yol almaya başladılar. Sanki yılların biriktirdiği sorunları bir kerede aşmaya, "diyalog içinde bir arada yaşamaya" ve bunun bir ütopya olmadığını sabırsızca göstermeye soyunmuşlardı.
Antakya'nın anlamı da buradaydı. Çünkü Antakya Türklerin, Arapların, Müslümanların, Hıristiyanların diyalog içinde, Diyarbakır ya da Mardin'deki gibi, bir çok insanın bu toprakların en az iki dilini konuştuğu ve bir aradaki yaşamlarının sembolleştiği bir şehir.
1915'ten, Varlık Vergisi'nden, 6-7 Eylül 1955 olaylarından, Türkleştirme politikalarından, Asala terörünün toplum üzerinde yarattığı izdüşümlerden sonra Türkiye'nin kalan tek Ermeni köyü Vakıflı'yı bağrında taşıyan; her sene bu Vakıflı'da Astvadzadzin (bağ bozumu yortusu) törenlerinde dünyanın dört bir köşesinden gelen Ermenileri ağırlayan bir şehir Antakya.
Yirmidört genç, okuldaki dersler boyunca birbirlerinin düşüncelerini anlamayı, tanımayı; aralarındaki milliyetçilik duvarlarını aşıp, öbür taraftaki "insanı" görmeyi öğrendiler...
Vakıflı Köy'de birlikte halay çekip, el ele, omuz omuza durmayı, birbirlerinin duygularını hissetmeyi öğrendiler...
Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin düzenlediği yaz okulu iki ülke insanları arasında barış ve diyalogun tesis edilebileceğini, bu ortak geleceğin hayal edilebileceğini gösterdi.
Ve yaz okuluna katılan Mehmet'in dediği gibi Ağrı Dağı'nın / Ararat'ın iki yüzü bir araya geldi...
Gamats-yavaş olsa da, ileride iki ülkeden daha çok insan bir araya gelecekler ve iki toplum arasında daha çok köprü-gamurç kurulacak... (FK/BA)
Ferhat Kentel'in notu: Bu yazıdaki duygu ve düşünceler 24 gencin yaz okulu boyunca çıkardığı "Yavaş Gamats" günlük gazetesinden beslenmiştir.