23 kadın sanatçının resim, heykel, enstelasyon, video art ve fotoğraf gibi farklı çalışmalarla bir araya geldiği "Gayr-ı Meskun Mahaller" adlı sergi 8 Mart’ta Mersin Ahmet Yeşil Sanat Galerisi’nde açıldı. Sena Tural ve Deniz Zeybek küratörlüğünde hazırlanan sergi tanımların, biçimlerin, yerleşik normların karşısına biricik deneyimleri ve yeni öznellik biçimlerini koyarak insanları çoğul bir dünya arayışını duyumsamaya davet ediyor.
28 Mart’a kadar açık kalacak sergiyle ilgili serginin düzenlenmesinde katkısı olan Ezgi Bakçay, küratörleri Sena Tural, Deniz Zeybek ve sanatçılarFatma Çiftçi, Dilan Demir ve Yekateryna Grygorenko ile konuştuk.
"Uçuş uçuş, tanımsız bir mekan"
Gayr-ı Meskun Mahaller nasıl, hangi amaçla bir araya geldi?
Sena Tural: Başta sadece sanatçılar ve işler vardı. Tüm fikir, tema, içerik sanatçıların üretimleri etrafında oluştu. İstanbul, Ankara, Mardin, Adana, Kastamonu, Mersin gibi pek çok şehirden 23 kadınla bir araya geldik. Kadınlar Günü dendiğinde aklımıza gelebilecek alışıldık temalardan uzaklaşarak birlikte üretip, üzerine tartışabileceğimiz şenlikli bir şey ortaya koymak istedik. İşler geldikçe konsept belirlendi, bir iş diğer işleri çağırdı ve sergi dosyamız oluştu. Bu süreç çok kendi akışı içinde ilerledi. Gayri Meskun Mahaller ile uçuş uçuş, tanımsız bir mekan tahayyül ettik.
Kadın+ kavramı
Deniz Zeyrek: Bu sergi ile aslında tam da sıkıştırıldığımız, indirgendiğimiz bir yerden, toplumsal cinsiyet normları, üretim pratikleri ve düşünce kalıplarımızda yeni ilişkiler kurmayı hedefledik. Bunu “kadın+” kavramını kullanarak yaptık. Kadın+ aslında queer hareketle beraber gündemimize giren ve politik bakışımızı şekillendiren bir şey oldu. Bu kavramla atanmışlıklardan ziyade kadın beyanı olan ya da akışkan bir cinsiyete sahip olan veya interseks olan öznelerle beraber hareket edebilmeyi amaçladık. “Feminizmin içinde transfobi yoktur” diyen bir yerden bu kavramı kullandık ve sergiyi kurguladık.
Ezgi Bakçay: Bu sergi aynı zamanda sanat alanının kendi içindeki mücadeleyle de ilgili bir sergi. Bu, maalesef güç ilişkilerinden muaf bir alan değil. Kadınlar sanat alanının içerisinde de varlık mücadelesi gösteriyor. Bu sergi bu mücadelenin içerisinde kazanılmış bir mevzi gibi. Erkekleri işe karıştırmadan bir sergi yapıyor olmak bu mücadelenin bir parçası. Galeriyi bir meydan, sergiyi ise bir protesto olarak düşünebiliriz. Diğer bir yandan baktığımızda burada temsil edilen sanat anlayışının da sanatın kendisini sorguladığını atlamamamız lazım. Danteller, işlemeler, kasnaklar, dokumalar… Kadınlar kendi domestik alandaki emek biçimlerini yüksek kültürün alanı olarak kabul edilen sanat alanına getiriyorlar. Böylece buraya gelen sanatla daha önce ilişkisi olmamış kadın izleyicinin kendi büyükannesinin nakışlarından veya kendi deneyiminden esinlenerek ilişkilenebileceği eserler var burada.
“Melezlikler ve tanımsızlıklar”
“Gayr-ı Meskun Mahaller” ne demek?
Ezgi Bakçay: Kimlikle mekan birbiriyle çok ilintili. Bize kim olduğumuzu ve kim olmamız gerektiğini söyleyen şey aynı zamanda. Mekânın koordinatları, verileri ve vermedikleri… Bütün bunlarla aslında kimlik de şekilleniyor. Kimliği mekansız düşünemeyiz. Meskun mahallerimiz içerisinde edindiğimiz kimliklerle girdiğimiz mücadele bugün bizi feminizme de götüren şey. İçinde bulunduğumuz kimliklerle uğraşırken aslında mekanlarımızla da uğraşıyoruz. Meskun mahallere doğru bir yolculuk yapmak da bu bağlamdan çıkmak anlamına geliyor. Olası başka kimlikler, kimliksizlik, aidiyetsizlik, köksüzlük, belki de daha önce hiç keşfedilmemiş bir yere doğru yapılacak yolculuk… Tüm bunların imkanını araştırıyor bu sergi. Bizi olduğumuz, sıkıştırıldığımız yerden söküp çıkartma imkanı taşıyor.
“8 Mart’ta sergi yapmak politik bir eylem"
Sadece kadınlarla örgütlenen bir sergi süreci nasıl bir deneyimdi?
Ezgi Bakçay: Sergiler genellikle eserlerin izleyici ile buluştuğu anlar olarak tahayyül edilir. İşler sergilenir ve izleyici bakar. Aslında bir sergi bunlardan çok daha fazlasıdır. Özellikle farklı mekanlarda, merkez dışında yapılan bu tür buluşmaların kendisi ve serginin organizasyon süreci çok anlamlı. Aslıda fikir ve anlam ilişkisi o süreçte örgütleniyor. O nedenle burada gerçekleştirdiğimiz sergi de nakliyesinden metin yazım sürecine sanatçı seçiminden ismin belirlenmesine kadar çok fazla düşünce paylaşımını ve alışverişi gerektiriyor. Sergilere bu gözle bakılmasını istiyoruz. Üzerine spot ışığı çevrilmiş eserle bitmiyor sergi. Eserler nereden nereye getirilmiş, bu süreçte kimler kimlerle tanışmış… Dolayısıyla sergiler geçici ama ilişkiler kalıcı oluyor. Onun için bir sergi yapmak bize göre bir örgütlenme biçimidir. 8 Mart’ta sergi yapmayı bir eylem olarak düşünmek gerekir.
"Motifleri tersine çevirerek kullanıyorum"
Çalışmalarınızdan ve sergide yer alan çalışmanızdan bahseder misiniz?
Fatma Çiftçi: El işleri ve işlemeyle iş yapmaya lisans döneminde başladım ve sonrasında bunu bir dil haline dönüştürdüm. Farklı teknikleri kullanarak insanlara toplum tarafından atanan -anne olmak, kadın olmak, erkek olmak, aile olmak- gibi kimlikler üzerine çok çalışıyorum. “Kız Kurusu” işe böyle ortaya çıktı. Evlenmemiş, “yaşı geçmiş” kadınlara söylenen bir söz bu. Bu eseri çıkarırken “Çatalhöyük’ten Günümüze Anadolu Motifleri” adlı bir kitaptan esinlendim. Bu motiflerin anlamlarını okudukça kafamda bu hikâye şekillenmeye başladı. Halılar, kilimler, dokumalar… Bu çalışmaları hep kadınlar yapıyor. Kadınlar bu işleri dokurken kendi hayatlarını da dokuyorlar aslında. Aynı zamanda hayallerini ya da onlara dayatılan hayalleri. Evlenmek mesela ya da çocuk doğurmak gibi… Bu nedenle ben bu motifleri tersine çevirerek kullanmak istedim. Bunu kendi hikayemle de birleştirerek yaptım.
"Onların sesi olmak istedim"
Dilan Demir: Mardinli bağımsız bir sanatçıyım. İşlerim genelde toplumsal cinsiyet üzerine. Bu topraklarda daha eşit bir şekilde yaşayabilmek için üretimlerimi bu alanda sürdürüyorum ve sürdürmeye devam edeceğim. Buradaki işim “Mış Gibi” mağduriyetten ziyade olumlama yaparak kadın cinayetlerine dair bir çalışma yapmak istedim. 2024 yılının Ocak ve Şubat aylarında öldürülen kadın sayısının 72 olması beni tetikledi bu çalışma için. Çalışmamda kadın cinayetlerinin temsili haline gelmiş kadınlar, olaylar ve direnişleri kullanmak istedim. Kadınları gölge olarak yerleştirdim ve diktim. Onların sesi olmak ve onları görünür kılmak istedim.
Balık istifi gibi dizilmiş bedenler
Yekateryna Grygorenko: Dokuz Eylül Resim Bölümünden mezunum. Şu anda İstanbul’da yaşıyor ve üretiyorum. Çalışmamın adı “Homogeneous.” Bu, ismi gibi homojen olmaya işaret eden bir yerleştirme. Biz mevcut toplumsal normlar tarafından ellenerek bir forma sokulmaya çalışılıyoruz. Çevremize uyum sağlayabilmek için bunu isteyerek ya da istemeyerek kabul ediyoruz. Kadın nasıl olunur öğretiliyor mesela. Ya da kadın ne tür işler yapar, neleri yapamaz bunlar belirlenmiştir. Aynı durum erkekler için de söz konusu. Erkek, erkek gibi olmalıdır. Ağlamamalıdır. Bunlar hep var olabilmek veya kabul görebilmek için kabul ettiğimiz kalıplar. Çalışmamda balık istifi gibi dizilmiş bedenin anlamsızlaştığı ve aslında bedenle birlikte ruhun da anlamsızlaştığı nihilist bir yaklaşım var. Bu çalışmamda izleyiciye bedenlerin yerini değiştirme imkanı da veriyorum. Bu imkanla birlikte interaktif bir iletişim tutturarak kendi bedeni üzerinde oluşturulan müdahaleyi karşı bir yerden onun da deneyimlemesine imkan sağlamayı amaçlıyorum.
"Kadınlarla birlikte yapmak çok güçlendirici"
Böyle bir çalışmanın parçası olmak sizin için ne ifade ediyor?
Fatma Çiftçi: Farklı malzemeleri kullansak, farklı işler çıkarsak da benzer konuları işlediğim sanatçılarla çalışmak her zaman daha keyifli. Onlar da genelde kadınlar oluyor. Kendi hikayenden bir şey sunarken onun hikayesinde de sana ait bir şey buluyor olmak çok keyifli. Bunu kadınlarla birlikte yapmak da çok güçlendirici.
Dilan Demir: Özellikle 8 Mart gibi bir günde böyle bir çalışmanın parçası olmak benim için çok değerli. Şimdiye kadar çoğunlukla kadınların olduğu çalışmalarda yer aldım bunun böyle de devam etmesini istiyorum.
Yekateryna Grygorenko: Böyle bir çalışmanın parçası olmak bana çok iyi hissettiriyor. Son iki yıldır genelde kadınlarla çalışıyorum. Son dönemde yalnızca kadınların olduğu ya da kadınların çoğunlukta olduğu işlerin sayısı oldukça artıyor. Bunu bir pozitif ayrımcılık olarak görüyor ve böyle işlerin bir parçası olmaktan mutluluk duyuyorum.(BG/AÖ)