Sema Kaygusuz ve Deniz Gündoğan İbrişim’in birlikte hazırladığı “Gaflet Modern Türkçe Edebiyatın Cinsiyetçi Sinir Uçları” isimli kitap Metis’ten çıktı. Kitaba 14 yazar da katkı sundu.
Kitabı hazırlayanlardan Kaygusuz, kitabı “feminist ilkelerin edebiyat eleştirisi yöntemiyle yeniden hatırlatıldığı bir eleştiri kitabı” olarak tanımlıyor.
14 yazar katkı sundu
Kitabın odaklandığı konu şöyle ifade ediliyor:
“Edebiyat metinlerindeki cinsiyetçiliği, homofobiyi ya da satır arasına gömülü mizojinik tasvirleri, türcülüğü, insanmerkezciliği, kısacası bugün kuramsal açıdan gittikçe kuvvetlenen feminist eleştiri bağlamında Türkçe edebiyattaki her cinsiyetten ve cinsel eğilimden yazarın erkek egemen kodlarla gaflete düştüğü sayfaları okuyabiliyor muyuz?”
14 yazarın da makalesi var
Damla Tezel, Erol Köroğlu, Ezgi Hamzaçebi, Fatih Altuğ, Fatmagül Berktay, Irvin Cemil Schick, Jale Özata Dirlikyapan, Meltem Gürle, Merin Sever, Özlem Öğüt Yazıcıoğlu, Senem Timuroğlu, Sevcan Tiftik, Şima İmşir ve Tülin Ural’ın makaleleri de yer alıyor.
Sema Kaygsuz'un "Failin Son Arzusu" başlıklı yazısından bir bölüm şöyle İlk gençlik çağımda bir gün, evimizin oturma odasında oturmuş annemin hüsran, öfke ve hastalıklarla tekrar tekrar örülen hikâyelerini, bu hikâyelerin insanın içini ezen çıkışsız, seçeneksiz, bunalımlı sonlarını dinlerken, annemin sözünü kesip asla onun gibi bir kadın olmayacağımı söylemiştim. Oldukça soğuk, saldırgan bir cümleydi bu. Düşük tonlu ama net bir ifadeyle, hem ardı arkası kesilmeyen bu ıstıraplı söyleşmelerin zaman içinde biriktirdiği acıma duygusundan kurtulmak, hem de onu örnek olarak kabul etmediğimi kıyasıya bildirmek istemiştim. Bir yanım duygularımın sömürülmesine itiraz ederek başkaldırıyor, öbür yanım annemin annesi olmaya çalışan kifayetsiz ebeveynlik girişimine karşı önlem alıyordu. O da, sakın benim gibi bir kadın olma, demişti karşılık olarak. Gördüğüm kadarıyla gücenmemişti. Bense o günden beri kendime güceniğim. Üniversiteye giderken nasıl bir kadın olacağımı kestirerek değil, nasıl bir kadın olmayacağımı az çok bilerek evden çıktım. Kendime dair tıka basa suçluluk duygusuyla dolu bu muğlak tasavvurun –ne de olsa kızını kurtaramamış bir anneydim– babanın yasalarına teveccüh eden bir ayakta kalma taktiğine yol verdiğinin ayırdında değildim. Feminist içgüdümse henüz dibimde sızlıyordu. Suçluluk duygusu, sahip olduğunuz her şeyi her an elinizden kayıp gidecek emanetlere dönüştürür. Yeteneğiniz dahil bu emanetlerin hiçbiri gerçekte sizin değildir, otantik bağlamları kurulmamıştır, yapılandırılmamışlardır; sırf yeni bir kuşak olduğunuz için zamanın buyruğunda önünüze düşmüşlerdir. Ben de önüme düşen birkaç özgürlüğü, kültürel tarihimi dokuyan erki devirerek değil, ailemdeki kadınları kökten azımsayarak kabul etmiştim. Payıma düşen rahatlık, ailemdeki kadınların alacaklı olduğu bir borç senediydi oysa. Babanın yasalarını kolaylıkla içselleştirmemin nedeni, sanıyorum altında ezildiğim bu yüklü borçlar oldu. Babanın yasaları derken, hiçbir horgörüye imkân vermeyecek şekilde özdenetim sahibi olmayı, her açmazda insanın içini kurutan gurura sığınmayı, kurallı ve yanlışsız olmak için fazladan çabalamayı, arzulanan her şeyi hak etmeyi, kendime ve başkalarına karşı yargılayıcı olup her savruluşu ve esrimeyi düşkünlükten saymayı, ama en önemlisi âşık olmak yerine maşuk kalmayı kastediyorum. Birkaçını saydığım bu katı huyların tümü bireyleşme serüvenimde yıkıcı eğilimlere yol açmış olsa da neyse ki içsel bir direncin gözesi de oldu. Bu direncin adı edebiyattı. Sevdikleri için küçük şiirler yazan anneannemle, belagatiyle ilgi çeken annemin okuduğu kitaplar, babaannemin uykular kaçıran söylenceleri etimde bildiğim bir yere çağırıyordu beni. Bulundukları eşitsiz konuma rağmen kadın akrabalarımın bilinçdışıma ektiği üst değerler içerimden dürtmeye başlıyordu. Annemle büyükannelerim kâbusumken, ben onların düşü olmuştum. Belki de bu yüzden, psişik tarihimdeki büyük kadın yenilgisine karşın, kendi kurmacamda bazı kadınlar kendilerine özgü etkin rollerde belirmeye başladı. Kadın kahramanlarım dünyayı önce insanın boğazından sonra zihninden geçiriyorlardı. Düşünceyi kaşıklayarak erkin ağzına sokan kadınlardı. İyileştiriyor, işlerine gelmezse zehirliyorlardı. Dünyayı ısırıyor, tadıyor, yutuyor, dışkılıyorlar, gerçeklikle başlı başına erotik bir ilişki kuruyorlardı. Birçoğunun örselendiği yeri terk eden bireyler olması rastlantı değildi. Edebiyatın yeryüzünden topladığı azaplardan elbette onlar da payını aldı, yine de edebiyatın kurbanlaştırılmış kadınları olmadılar. Hatta bazıları sinsi ve entrikacıydı. Kimisinin kafası mühendis gibi çalışıyordu, kimisi zanaatkârdı. Şimdiye kadar hiçbiri çözümü başkalarından beklemedi, mucizeler peşinde koşmadı, duygularının esiri olmadı, baht kader kısmet meselesine kapılıp vakit kaybetmedi, hepsi kendi başının çaresine baktı. Onları kurtarmama gerek kalmadı hiç, dahası onlar beni kuşattı. Şimdi anlıyorum ki bütün kadın kahramanlarım, kadın akrabalarımın bilinçdışıma sızdırdığı beklentilerden türeyen yazınsal kişilikler olarak beni emzirip beslediler. Yukarıda saydığım katı huylarla nasıl ki kendi kendimin sert babası olmuşsam, edebiyatım sayesinde kendi kendimin yaratıcı annesi oluyordum. Yazarken ne bir tane babam vardı, ne de bir tane annem. Ailenin –dolayısıyla devletin– aleyhime işleyen bütün düzgüsel kalıplarını kendi sütümü içerek dışarıma itebiliyordum. Dünyayı soyutlama ediminin düşünsel bir çabayla oluşmayı sürdüren bir varlık olmaktan geçtiğini 25 yıl boyunca yaza yaza yaza yaza yaza keşfettim. Gelgelelim yazıyor oluş ile yazar oluşun ruhsallığımdaki karşılığı bütünleşik değildi. Daha anlaşılır olmak için Spinoza'dan ödünç aldığım kudret sözcüğüyle düşünecek olursam, yazarkenki kudretime yazıyı yayımlarken yapmacıksız sahip çıkamıyordum. Bunu yıllar önce ilk iki kitabımdaki atıf metinlerini kem gözle okuduğum zaman anladım. İlk kitabım Ortadan Yarısından (1997- 2000) yayımlandığında 25 yaşındaydım. Kitabın yayımlanmasından önce öykülerimle ödüller almış olduğum için dışarıdan bakınca edebiyat serüveni açısından parlak bir başlangıç sayılabilir. Ancak kitabın giriş metninde geri adım atmış birisi vardı, o da fail olamayandı. Benim gafletim, bir kadın olarak yazımın faili olamamaktı. Daha açık söylemek gerekirse, annemle babamı özgün kişilikleriyle yazıma yerleştirmek yerine, kültürün dayattığı biçimde öne sürerek onları anonimleştiriyor, böylece kendi fail pozisyonumu yine anonim bir evlat pozisyonuna indirgiyordum... |
Yayına Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen Kapak Resmi: Alberto Giacometti Katkıda Bulunan: Damla Tezel, Erol Köroğlu, Ezgi Hamzaçebi, Fatih Altuğ, Fatmagül Berktay, Irvin Cemil Schick, Jale Özata Dirlikyapan, Meltem Gürle, Merin Sever, Özlem Öğüt Yazıcıoğlu, Senem Timuroğlu, Sevcan Tiftik, Şima İmşir, Tülin Ural Kapak Tasarımı: Emine Bora Kitabın Baskıları: 1. Basım: Eylül 209 |
(EMK)