Ben asla futbol oynamamış ancak önce babasıyla sonra arkadaşlarıyla kendini bildi bileli Galatasaray'ın maçlarını takip eden bir taraftar olarak Ali Sami Yen'in 'Kapalı Tribünü'nden yeşil sahaya baktığımda çoğu zaman Camus'nün bu sözü gelir aklıma.
Çünkü taraftarsanız hele de futbolu stattan takip eden bir taraftarsanız o 90 dakika boyunca tüm alt kimliklerinizden sıyrılmanız gerekir.
Başlama vuruşuyla birlikte, girilen her pozisyonun sonrasında, atılan ya da yenen gollerde Liverpool'un efsanevi menajeri Bill Shankly'nin "Futbol ölüm kalım meselesi değildir. Bundan daha mühim bir şeydir!" sözleri bir kez daha gerçekliğini ispat ettirir.
Çünkü Ali Sami Yen'in tüm maç boyunca stadı bir maestro edasıyla yöneten, yani 'eski açık' a sarı dedirten kapalısında her dakika futbolun ölüm-kalım meselesinin ötesinde futbolun bir 'yaşam' şekli olduğunu olduğu açığa çıkar.
Şiddet ve gerilim
90 dakika boyunca etrafı gözlemlediğinizde 'şiddet'i vasatın bir hayli üzerindeki sahnelerin aktörü olanlardan bir köşede sessizce dua ederek takımını destekleyenlere kadar birçok tiplemeyi görmeniz mümkün.
Çoğu kez neşeyle başlayan maç golün gelmediği her dakika şiddeti giderek artan bir gerilime neden olur. O gerilim de çoğu kez ekrana yansımayan şiddetleri doğurur.
Hatta sahaya bir şeyler fırlatmak, koltukları kırmak ve küfür etmek tribünün kendi içindeki şiddetinin yanında çok masum kalabilir.
Keza en son Fenerbahçe ile oynanan Türkiye Kupası'nda tribünde çıkan kavga dolayısıyla ilk yarının son 15 dakikasını kimse seyredememiş, herkes kendini yumruklardan ve tekmelerden korumak için emniyetle bir yere konumlandırmaya çalışmıştı.
Kendini korumayı öğrenmek
Dolayısıyla Camus'nün yükümlülükten kastiyle pek paralel olmasa da tribünde olmanın birinci yükümlülüklerinden biri kendini korumayı öğrenmek. Bir kadın olduğunuzda durum daha da zorlaşıyor.
Cinsel kimliğinizden dolayı futbola olan ilginizin her zaman etrafınızdaki erkekler tarafından sınanması bir yana tribünde kadın olmak gerçekten zor zanaat. En azından 'kapalı'da.
Çünkü feministler ve entelektüeller ne kadar kızsa da futbolun ataerkil yapısını kabullenmeniz gerekiyor ilk olarak. Kapalı tribünde televizyonlarda sürekli 'zoom'lanan bol makyajlı, bakımlı kadınları görmek pek olası değil.
Yani stada girerken tıpkı sosyal, kültürel, ekonomik farklılıkları dışarıda bıraktığınız gibi 'kadın'lık durumunuzu da dışarıda bırakmanız gerekiyor. Dolayısıyla şu yıllardır herkesin diline pelesenk olmuş "Kadınlar maçlara daha çok gelirse, tribünlerde küfür ve şiddet o kadar azalır" düşüncesini burada yerle bir etmek gerekiyor.
Kadınlıktan vazgeçmek
Kadınlar da en az tribünleri dolduran erkekler kadar o küfürlere eşlik ediyor. Sadece sesleri daha ince olduğu için büyüklerimiz o küfür korosunun arasında onların seslerini ayırtamıyor o kadar.
Ancak bir kadın olarak futbolla ilgilenmenin tek zorluğu kendinize 'şiddet'ten korumak değil. Demin de dediğim gibi sürekli sınanırsınız: "Ofsayt nedir?, Galatasaray'ın kadrosunu say? UEFA Kupası hangi tarihte kazanılmıştı?" gibi sorularla futbolla ilgili ağzınızı hemen püskürtülmeye çalışılırsınız.
Sınavdan geçince de erkekler dünyasına kabul edilir ve "Harbi kız, delikanlı kız" sıfatlarını hak edersiniz. Dolayısıyla 'kadın' kimliğiniz yine dışarıda kalır.
Her halükarda erkeklerin sahip çıktığı bu oyunda kendinize yer açmak için kadınlığınızdan vazgeçmeniz gerekir. İşte yükümlülüklerden biri de budur. İki eliniz kanda olsa da o maça gitmek de en büyük yükümlülüklerinizden biri olmalıdır. Ve elbette yenildiğiniz maçın ardından "Yensen de yenilsen de taraftarın seninle" sloganını gönülden söyleyebilmek.
Dolayısıyla tribün size hem aidiyet duygusunu kazanmayı, hem de bu aidiyet duygusu gereğince 'kadın'lığınızı bir süre dışarıda bırakmayı, olgun ve sabırlı olmayı öğretir.
Ben erkekler dünyasına kabul edilmenin, saygı görmenin, o dünyada var olmanın kurallarını maçlara gide gele öğrendim diyebilirim. Ancak elbette bunun sağlıklı bir durum olduğunu söylemek imkansız.
Koşulsuz ve şartsız sevgi
En rağbet gören sevgi sözlerinin "Ne sevgili, ne okul bitirmek, benim tek dileğim seni şampiyon görmek" olduğunu dikkate alırsak tribünde öğrendiğimiz tüm mantık kuramlarının dışında bir anlayış geçerli: Koşulsuz, şartsız bir takımı sevmek.
Tüm bunlardan sonra futbol neden sevilir diye sorulabilir. Bu sorunun herkesi mutlu edecek bir cevabı yok. Varsa da ben bilmiyorum. Ben futbolu seviyorum çünkü futbol her yaştan her kesimden, her sosyal ve ekonomik gruptan insanı tek bir sevgi etrafında toplayan bir olgu.
Herkesin sosyal, ekonomik, kültürel farklılıklarını bir kenara bırakıp aynı formayı üzerine girip aynı sloganları hep bir ağızdan söylediği bir 90 dakika. Bu nedenle de ataerkil diye burun kıvırıp kadınlığımı dışarıda bırakmaktan hayıflanmıyorum.
Seviyorum, çünkü...
Futbolu seviyorum çünkü bir buçuk saate yaşanabilecek tüm duyguları sığdırıyorum. Neşeyle başlayan bir maçta yenen bir golle umutsuzluğa kapılıp hüzne boğuluyor, gelen beraberlik sayısıyla umutlanıyorum. Sonra hırs basıyor, gerilim giderek tırmanıyor.
Eğer galibiyet sayısını atmışsak coşkulu, mutlu, atamadıysak da hayal kırıklığına, bozguna uğramış bir şekilde terk ediyorum o stadı.
Asla sonunu tahmin edemeyeceğiniz, sonuca müdahale edemeyeceğiniz, en ufak bir hatanın her şeyi yıkabileceği bir oyun futbol.
Tıpkı bazı zamanlar da erkekler dünyasında var olmak için kadınlığınızdan vazgeçtiğiniz, başınıza gelebilecek şeylere çoğu zaman müdahale edemediğiniz, öfkeyle neşenin arasında ince bir çizgi olduğu, süratin ve sürprizlerin ne zaman karşınıza çıkacağını bilmediğiniz bugünün küçültülerek oluşturulmuş bir modeli futbol.
Çok klişe bir söylem de olsa evet "Futbol hayattır" ve son cümleyi de ilk cümleyi söyleyen Camus'ye bırakırsak: "Futbolda topun nereden geleceği hiçbir zaman belli değildir. Bu nedenle hayata çok benzer. Yaşamda da özellikle büyük şehirlerde, insan davranışlarının ne şekilde olacağı, ne şekilde dönüşeceği, ne yapacakları belli değildir".(EA/BA)