“Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için sükunet, değiştireceğim şeyler için cesaret ve aradaki farkı anlamam için de akıl ver.”Kilisede hep bir ağızdan söylenen bu dua, yönetmenliğini Per Hanefjord’un yaptığı, 2023 İsveç yapımı‘Neredeyse Normal Bir Aile’ ( Nearly Normal Family) adlı dizinin de kilit noktası. Bununla, ileri kapitalist ülkelerden biri olan İsveç’te bile ‘normal bir aile’nin geleceği Allah’a mı kaldı, iletisi verilmek isteniyor ?
Öyle ya , son yıllarda aile kurumunun görece istikrarını bozan yan etkenler arttı , geleneksel yükümlülüklerine yenileri eklendi. Devlet, toplumda giderek yaygınlaşan uyuşturucu, suç ve fuhuş çeteleri , siber zorbalık gibi pusuda bekleyen şer odaklarıyla mücadele etmekte zorlandığından aileler tedirgin. Dizide hukukçu anneyle rahip baba, kızlarının başına gelenler karşısında , “nerede hata yaptık” diye suçluluk duygusu çekerlerken çaresizlikten suçu birbirlerinin üzerine atıyorlar.
Bunun da gösterdiği gibi, ortalama izleyiciye göre tasarlanmış dizide , normal aile algısı ideolojik yolla yeniden üretilmiş. Amaç belli: Hukuktan, adaletten umudunu kesmiş olan ebeveyne gözdağı vermek. ( Koşulları ne pahasına olursa olsun zorla, çok daha iyi ebeveyn olmak için gerekirse yasa dışı yolları dene, yoksa biricik kızınızdan olursunuz.) Dizinin asıl amacının üstünün örtülmesi için de polisiye öğeler kullanılmış.
Ancak, sorgulayıcı bir bakış açısına sahip izleyici, siyaset dünyasından alışık olduğu manipülasyonlara şerbetli olduğundan dizide yansıtılan gerçekliğe de kuşkuyla bakacaktır.
Hukukçu anneyi, semtine uğramadığı kilisede ikiyüzlülük pişkinliğiyle dua ederken görürüz. (Yeter ki kızı analı babalı büyüsün .)
Rahip babaysa aynı pişkinlikle karısının evlilik dışı ilişkisini bağışlar, boşanmaktan vazgeçer. Toplumun geleceği, kadının doğurganlık gücüne bağlı olduğundan üç vahiy din de anneliği kutsamıştır. Rahibin karısı da karnında onun çocuğunu taşımıştır; döllenmede erkeğin yaratıcı unsur olduğu mitini bir din adamından daha iyi kim bilebilir?!
Oysa tabuların tartışıldığı bir çağda yaşıyoruz. Gizli kalmış gerçekler bir bir ortaya çıkıyor. Sözgelimi cinsel yönelim, tüm engellemelere karşın dünya genelinde konuşulup tartışılır oldu. Cinsiyetin bir spektrum (tayf) olduğu görüşleri gündeme geldi. Ancak bilim insanlarının buluşları, siyasetçiler tarafından çarpıtılabiliyor. Doğurganlık oranının düşmesiyle aile birliği için tehlike çanlarının çalması konusunda gerçekliğe aykırı yorumlar yapılıyor. Sosyal medya fenomenleri günah keçisi.
Ancak onlar suç çetesi haline gelirken devlet yetkilileri ne yapıyorlardı? Keza internet, sanal arkadaşlıklar , müfrit (aşırı) yaşamlar. Yolunda gitmeyen işler için suçu birilerine atmak kolay. Acaba, aile bireylerinin eski alışkanlıklarının değişmesi, çağdaş toplumun bir dönüşüm noktasında olduğuna işaret etmiyor mu?
Diyelim doğurganlık oranı düşüyor. Bizde TÜİK verilerine göre, toplam doğurganlık hızı 2001’de 2.38, 2023’te aşırı bir düşüşle 1.51’e kadar gerilemiş. (Göçmenler hakkında bilgi yok.) Almanya çözümü göçmenlerde bulmuş. (İşgücü piyasasında reformlar, çocuk yapmayı özendirici önlemler v.b.) ABD’de katı bir istenmeyen gebeliğe son verme yasağı. Kısacası tüm dünyada devletler, demografik sorunlarla nasıl baş ederiz, telaşı içinde. İlk akla gelen çözüm de çocuk bakımını ev içinde tutmak oluyor.
Miyadını doldurmuş cinsiyet normlarının kadına yüklediği ev kadınlığı ve anneliği romantikleştirerek ısıtıp ısıtıp kadınların önüne sürmek , bütün yapılanlar da bu. Annelere çalışmayı özendirecek değiller ya . İşsizlik artıyor, gelirler düşüyor.
Karı koca her ikisi çalışsa bile çocuk yetiştirmenin masraflarının altından kalkmak neredeyse imkansız. Sevginin biçimlendirdiği evliliğin, birlikteliğin özlemini herkes çekiyor. Ama çocuk yapmayı ataerkil kapitalist sistemin baskısıyla değil, insanca yaşam koşullarının sağlandığı ve bireylerin anne baba olmayı kendi özgür iradeleriyle seçmeleri gerçeklediğinde.
Buna karşılık, kadını hak ve özgürlükler açısından değil de, aile içindeki konumu üzerinden tanımlayan zihniyet, dizilere de yansıdı; bizdeki tüm kanallarda bir annelik güzellemesi yarışı.
Reyting rekorları kıran, “Annem Ankara” dizisinin güçlü anne figürü Zuhal, tuttuğunu koparan, çocuklarına aşırı düşkün, kocasının çapkınlıklarına sonunda dayanamayıp boşanmayı seçen onurlu bir kadın. Kesinlikle kurban değil, direnişin simgesi.
Ama olmayacak duaya amin dercesine kavgayı, cinsiyet rolüne/ düzene uymak için verir. Hele Zuhal’in dişi kuş kimliğiyle, eski kocasını evlenmeye razı etmek için gebeliğini koz olarak kullanan Nazan’a öldüresiye saldırması dudak uçuklatıcı bir şiddet gösterisi. Tabii bu bizi şaşırtmaz: İki cami arasında beynamaza dönmüş kocasının ısrarlarına dayanamayıp eski yaşamına döner.
Oğlunun kavgası da baba rolünü oynayamayan babaya yöneliktir. Baba, aile bireylerine yaranmak dahil, suçluluk duygusu ve ezikliğini sonuna kadar oynayarak aile birliğini korumaya çabalar. Varsa yoksa aile; bu hikayede şablon biraz değişmiş, erkeğe üstünlük payesi verilmemiş. Ama bu güçlü anneye, çocukları yetmiyormuş gibi babanın sorumluluğu da yüklenmiş. ( Altta kalanın canı çıksın)
Siyasetçilerimizin dillerinden düşürmediği, ülkenin geleceği için “güçlü aile, güçlü toplum” olmamız isteniyorsa, önce aileye bakış açımızı değiştirmemiz gerekir.
Toplumun hal i pürmelali ortada: Rüşvet, hile, tağşiş, adam kayırma ve sayılamayacak kadar çok sorun almış başını gidiyorsa bunu tek başına ne dini- manevi değerler engelleyebilir ne de var olan hukuk sitemi. Tarihin gösterdiği gibi yoksulluk, yoksunluk, yozlaşma, kitleleri güçlü lider arayışına iter, ki bunun sonu faciadır.
Sansür ve reyting kaygısından olsa gerek, bize unutulmaz yapımlar sunan dizi sektörü, izleyicinin geleneksel cinsel kimlik algısını pekiştirmeye yönelik bir tutum sergiliyor. Öyle ki anti- kahramanların cezasız kalmaması ihmal edilmiyor. Gerçek yaşamdan uyarlanmış, dönem dizisi (1988’de başlıyor) Annem Ankara’da Nazan, Zühal’in kocası Hasan’ın yıllardır yaptığı çapkınlıklarının tanığıdır; bunu Zühal’e hatırlatır ve karı- koca arasında sevginin kalmadığını söyler. Görünüşe bakılırsa bu saptama doğrudur; ama femme fatal Nazan, Hasan’la sevgili olduğu ve evlilik dışı gebe kaldığı için başına gelenleri hak etmiştir. (Yapımcı memnun, izleyici memnun.) Baba adayı Hasan’sa sanki bu işte hiç dahli yokmuş gibi, Nazan’ın doğuracağı çocuğun sorumluluğunu üstlenmek istemez. Bu da muhafazakârların tipik özelliğidir; Hasan’ın nikahlı karısı Zühal’den doğan çocukları meşrudur ama Nazan’dan doğacak olan değildir.
Kızılcık Şerbeti’nin Alev’i de pek çok izleyici kızdırmış olsa gerek; özünde Nazan gibi sevgisiz bir evliliğin sürdürülmesine karşı çıkar, kışkırtıcı görüşünü eyleme geçirmeye kalkıştığında cezalandırılır: Alev ölür. (Oyuncunun diziden ayrılması konumuz değil) Görkem karakteriyse Kızılcık Şerbeti’ne hiç yakışmadı.
Dizilerdeki karanlıklar prensi yetmiyormuş gibi, karanlıklar kraliçesine ne gerek vardı? Suç işleme potansiyeline sahip kadın karakter de işlenebilir ; ama onu, kocayı elde tutmak için hastalıklı erkek çocuk doğurma saplantısı yüzünden suç makinesi ilan etmek niye?
Öldüren Cazibe’de de ( Fatal Attraction, 1993) kadın, amacına ulaşmak için adeta gerilla kesiliyordu ama, onu “ cinsiyetçi toplum düzeni hasta etti” iletisinin yanı sıra mücadelesinin, erkeğin iki yüzlülüğünü ortaya çıkarmasıyla kadın özgürlüğüne hizmet ettiğine de dair ipuçları sunuluyordu.
Görkem ise, psikiyatrinin konusu oluyor, dizinin değil. Hastalığı öne çıkarılınca, dinsel kısıtlamalarla seküler serbestlik arasında gelgitlerle geçirdiği geçmişinin kötü izlerini üzerinden atamamış olması da sonucu değiştiremiyor.
Danimarkalı yönetmen Lars von Trier ise Deccal ( Antichrist , 2010) filminde, ataerkillikle, hıristiyan öğretisinin eleştirisi eşliğinde, kadına dair evrensel bir olguyu işliyor. Kadın yalnızca anne midir? Kadının annelikten bağımsız bir yaşamı olmalıdır.
O, aynı zamanda cinselliği de olan bir varlıktır. Annelik ve cinsellik, birbirine zıt iki kutup arasındaki yabancılaşmayı yaşamamış / aşamamış bir kadın var mıdır? (Filmin fon müziği kadınlığa ağıt niteliğindedir : “Bırak da ağlayayım, kötü kaderime ve uçup giden özgürlüğüme. Belki de azap zincirlerini kırabilir bu kederim.” )
Sonuç olarak, dizi sektörümüz toplumsal izleklere de yönelmelidir, o zaman hep aynı şeyleri izlemekten usandık yakınmaları da kalmaz.
Örneğin İran sineması, siyasal baskıya karşın, karakterin özellikleriyle kamusal alandaki sorunlarını harmanlayıp izlemeye değerler filmler üretebiliyor. Molla yönetiminin dayattığı suskunluğa boyun eğmek zorunda bırakılmış kadın kitlelerinin sorunlarını gün ışığına çıkarabiliyor, ailenin bir direniş alanı olması gerektiğini vurguluyor.
Bizde konu daha çok. Yeter ki, aile yapımızı da zedeleyen; silahların konuştuğu, hukuk ve adaletin yerini mafyanın aldığı, cezaevi ve hastane sahnelerinin bolca kullanıldığı filmlere biraz ara verilsin.
Sinema sanatının birey ve toplum üzerindeki dönüştürücü etkisini hâlâ önemsiyorsak, günümüz koşullarında sanattan ödün vermeksizin, toplumsal ikiyüzlülüğü eleştirici ama toplumsal barışı zedelemeyecek yapımlarımız ağırlıkta olmalı.
(TT/EMK)