Çiçekli bir yazma örtmüş saçlarını. Bir yaprak gibi kıvrılmış bedeni. Sanki özenle yatırmış biri oraya, şefkatle okşamış ellerini. Ayakları neden çıplak diye soran olmamış.
Öfke yok, direniş yok. Konuşan bir beden değil bu. Sözcüklerini yitirmiş az evvel. Hayır ölmemiş. Ama fotoğraf karesine sığan bu olağandışılığın ötesinde berisinde, kan lekeleri var.
Açıkça ortada değiller.
Sessiz etine üç kurşun!..
Belki de bu yüzden uzanıp yatmış bu beden (durumdaki garipliğe rağmen), gerçeklik hissini bertaraf etmiyor. Oysa ki bu tablodaki yüzü jiletle doğramışlar, sessiz etine üç kurşun saplanmış.
Kadın düşmüş, yaralarını toplayıp evcil bir acının ardına saklanmış.
Öylece.
Tuhaf olan her şey olup bittikten sonra çekilen bu fotoğrafta yer alan dört erkeğin de hemen hemen aynı duruşa sahip olmaları ve korkutucu bir sıradanlıkla aynı erkeklik hallerinde buluşmaları.
Kayıtsız bir bilmişlik, kanıksama, belki bir parça onaylama, üstünkörü ve kaba merak...
Seyredilen nesne olan kadın bedeni
O yaralı beden gibi, yüzlerce kadın düştü yere. Hemen hemen aynı sebeplerle deşildi etleri. Vuruldu yüzlercesi.
Hep öylece yattılar.
Ölü ya da diri, salt seyredilen nesne olan kadın bedeni, bu fotoğrafta seyredenlerini açık ediyordu. Bir sonraki sahneye kadar...
Yıldırım Türker "Kaçak Kadınlar" adlı yazısına şu cümlelerle başlıyordu:
"Kadınlar, fırsat bulursa kaçar. Bunu herkes gayet iyi bilir. Üstünde mutluluk ve uygarlık pozları vererek yaşadığımız dünyanın her yerinde farklı ölçeklerde hayatı belirleyen bilgidir bu. Hayatın örgütlenmesi bu asal bilgi üstüne kuruludur."
Çaresizlik ve çıkışsızlık
Evet, bu bilgi hep beynimizin bir köşesinde homurdanıp durur.
Ama farklı ölçeklerde hayatı belirleyen bilgi değil.
Kuyruğuna her ölçekte bedeli yapıştırmış ağır bir hayalin gerçekleşme ihtimalinin; bilmediğimiz dilde konuşması gibidir bu.
Kadınlar ellerine iyi bir fırsat geçtiğinde kaçarlarken de, bu dili çözemezler aslında. Çaresizlik ve çıkışsızlık duyularını kör etmiştir çünkü.
Gidecek bir yeri, bir işi, tutunacak birileri olmadığı halde geriye bakarak, ayaklarını sürüyerek, acı içinde kaçarlar. Uçarcasına, sevinerek değil. Çünkü bilirler ki az ötede bir kadın yerde yatıyordur.
Kaçan kadınlar ve kaçamayanlar
O genç kadın da kaçamayanlardandı. Kaçamayıp vurulanlardan, o dili hiç çözemeyenlerdendi.
Bu ülkede, kaçan kadınları sevmezler.
Kadın evcildir. Kalması gereken, bekleyen, katlanan ve suskun olandır. Bu yüzden kadınlar, pek çok konuda olmasa da, gönül yarası ortaklığı kurarlar. Ama bu yeterli değil, hiç olmadı.
Ne anlatmak istediği anlaşılamayan kocaman sözcüklere gerek yok. Kadın(lık)lar arasında farklılıklar var.
Toplumun her katmanı için hayati bir önemi yok tüm bunların. Aşağıya, taşların üzerine; güpegündüz sokak aralarına; kaçak duvar yanlarına; gece yarısı otobüs garlarına; kentlerin gölgeli alanlarına bakmıyor onlar.
Kadınların adımları küçüktür
Sabah kahvaltılarında çayın yanına iliştirilen gazetede; küçük bir haber ve kendisine uzatılan bir elden bile korkan bir kadının; güzel ve yaralı yüzü bir an bakılmayı hak eder belki.
Belki de yalnızca bu kadardır; seyretmek.
Çünkü tüm olumlu gelişmelere rağmen her türlü şiddete maruz kalan kadınların adımları küçüktür.
Zordur yürümek. İki ileri bir geri...
Ortak akıl
Bu yöndeki yasal düzenlemelerin kazanımları da, aynı ağır ritme sahiptir. Dolayısıyla evin içinde ya da dışında şiddet gören kadınları karşılayan 'şey'; canlı, değişken, güçlü ve ortak bir aklı temsil eder.
Yani seyretmekten çok daha fazlasını yapanlara, yenilerinin eklenmesi gerekir.
Gerçekten kaçmayan, kaçmaya gerek duymayan; ruhunu ve aklını uçuran kadınların çoğaldığı / çoğalabileceği; hukuki düzenlemelerin destek verdiği bir toplumsal yapıyı mümkün kılmak için, girilen yolların pek çoğu kapalı olabilir.
Ama o garip homurtuya kulaklarımızı tıkamayalım.
Kaçmak değil, kalmak gerek
Onunla yüzleşen, dilini çözen, aynı karanlığa inip başka bir yaşamı hayal eden ve bunun için başkalarının yolunu da açan kadınların adlarını biliyoruz.
Sessiz, sözsüz ve gerçek dışı değillerdi. Onlar da kaçtı ama, nereye gideceklerini biliyorlardı.
Bu yüzden kaçışı yüceltmek yerine; içinde rahatlıkla oturabileceğimiz; eğip büküp kırabileceğimiz; değiştirebileceğimiz bir 'ev'i ve onun simgelediği yaşamı kurmak için, kalmak gerekir.
Kalmak, ama yaralanıp ölmemek. Ölümü bir yazgı gibi kabul edenleri, yerde yatan her kadını, tek tek kurtarmak, içi boş bir hayal sadece.
Asıl önemli olan 'sahiplerimiz' olduğunu söyleyenleri değiştirmek. Ve içinde yer aldıkları tüm kurumları, yapıları ve dünyaları.
Çok zor ama imkansız değil.(TBÖ/AD)