İstanbul Üniversitesi’nde bir Eisenstein hayranı yaşıyor. Öğrencilerine en önemli varlığını, sinema sevgisini aşılıyor. Gençlerle filmler çeken, onların filmlerine katkıda bulunan, sinema ve müzik için yaşayan… O yönetmen İlkay Nişancı’dır. Sinemasız, müziksiz soluk alamaz. Gençlerle fikir alışverişi yapmadan yaşayamaz.
Nişancı’yla yeni filmi Kamilet’ten konuştuk. Kamilet, Arhavi’de zengin bitki örtüsüyle eşsiz bir vadi. O vadi de Karadeniz Bölgesi’ndeki birçok vadi gibi HES olayından mustarip… İlkay Nişancı, bir bal üreticisinin emek ve yaşam mücadelesini ve Kamilet vadisinin ahını, 30 dakikalık diyalogsuz Kamilet filmiyle anlatmayı hedefledi ve başardı da…
Öncelikle sinema serüveniniz nasıl başladı, diye sormak istiyorum.
Aslında lise yıllarında bu alanda olup olmayacağımdan çok emin değildim. Başlangıçta gazetecilik merakım vardı. Okulda Necdet Öztürk adlı bir edebiyat öğretmeni vardı, üzerimde çok etkisi oldu. Ortaokul sona kadar öyle pek edebiyat, sanatla alakam yoktu. Bir gün onunla tanışma fırsatım oldu, onun sayesinde şiire ve yazmaya merak sardım. Ondan sonra bir şeyler yapabildiğimi gördüm, gazete çıkardım. O zaman iletişim fakülteleri yeni açılmıştı, radyo televizyon sinema ve gazetecilik bölümüne karar kıldık hocamla beraber. İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema bölümünü kazandım.
Sinemayı çok seviyordum ama o konuda bir üretimim olabilir mi, hiç bilmiyordum. Okulda çok büyük imkânlar yoktu ama çok değerli hocalar vardı. Metin Erksan, Ziya Öztan, Rekin Teksoy hocamdı. Onlardan çok şey öğrendim o zaman… Sonra burada öğrenciyken okulun ilk kısa filmini ben çektim ve İFSAK’ta kısa filmde video dalında ödül aldım, okulun ilk ödülüydü. O ödülü alınca daha büyük bir heves geldi. Kurgu konusunda yeteneğim olduğunu fark ettim zamanla: Ansızın bir gün bir kurgu masasına oturdum ve yapabildiğimi gördüm. İşin teknik değil de, kafada bittiğini anlamıştım.
Okul mezuniyetinden sonra kendi yolumu çizmeye, kendim mücadele etmeye karar verdim ama ilk başlarda çok başarılı olamadım. O sırada gittim, bir dergide çalıştım. Bir gün ansızın bir telefon geldi, Suat Hoca aradı beni… O zaman Suat Hoca dekan olmuştu. Okula asistan alacaklarını, gelip gelemeyeceğimi sordu. Ben çok şaşırdım, çünkü akademik kariyer hiç yoktu aklımda… Okulla bağım tamamen kopmuştu, ama öyle bir telefon geldi, Suat Hoca’yla oturduk, konuştuk. Yapmak istedikleri bana heyecan verdi o zaman ve bir maceraya giriştik, asistan oldum. Bize “Mavi Stüdyo” dediğimiz büyük binayı verdiler. Ahsen, ben, Gülay, Cenk, Özgür… Öyle bir ekip… Biz orda Mavi Stüdyo’yu canlandırdık. Bu konuda İstanbul Üniversitesi Film Merkezi bize çok büyük bir örnek oldu. Aynı sistemi oraya kurmaya çalıştık, gerçekten de başardık. Okul birden yılda 15-20 film üreten ve festivallerde kendine özel yer açılan bir üniversiteye dönüştü. 2002’den 2004’e kadar çok parlak üç dört yıllık bir dönemi var fakültenin… O zaman İzmir Film Festivali’nde İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi filmleri adıyla kuşak açtılar. Sonra ben artık daha profesyonel projelerimi gerçekleştirmeye başladım ve süreç yavaşça buraya kadar geldi. Bundan sonra düşündüğümüz uzun metraj çalışmalar var, onlara girişeceğiz.
Kamilet’ten bahsedelim. Kamilet Vadisi, büyüleyici bir vadiymiş, doğal sit alanı mıydı?
Biyolojik olarak orman gelişimi anlamında Avrupa’nın 100 önemli orman alanından biri olarak kabul ediliyor. Biyolojik çeşitlilik bağlamında çok önemli…
Orada HES yapılıyor mu, yapılacak mı?
Dün mücadeleyi yürüten arkadaşlardan biriyle konuştum. Avukatlarla görüşüyor sürekli, nedir durum diye… Şu anda bizim çektiğimiz zamanki HES durmuş durumda… Çünkü orda gerekli adımlar atıldı, uğraşılıyor ve bir mücadele var. Benim filmimde görülen kısım, şu anda olduğu yerde duruyor. Henüz ilerleyemedi. Durmak yok o anlamda, bir soluk alındığı anda tekrar başlar. Bundan hiç şüphem yok. Çünkü insanların gözü dönmüş. Oradaki yaşam, hiç kimsenin umurunda değil.
Köylüler ve oranın yerlileri uyandıkça biraz kıpırtı olmaya başladı. Arhavi de son bir eylem daha yaptı. Şimdi dünyada hiç benzeri olmayan, şehir merkezine HES yapmak gibi bir fantezi var orda, o başladı. Onunla ilgili de bir durdurma var. Bu şu anda Karadeniz’in başlı başına kanayan yarası, çünkü Karadeniz’in su kaynağı, tamamen yağmur… Yer altı kaynağı diye bir şey yok… Bunu da bir Orman Fakültesi hocasından öğrendim. Ve o suyu çekmeniz, orayı bitirmeniz anlamına geliyor. Koca doğayı yok edecekler. Çünkü yer altı suyu yok Karadeniz’de… Kendi yağış aldığı için sürekli bir su akışı var. Kamilet’in yukarısında başka bir proje başlatılmış. Şimdi ona uyandılar, ona bir mahkeme durumu var ve bunu ne yazık ki oralı bir işadamı yapıyor, bu, daha da trajik bir durum…
Sonuçta biz benciliz, kendimiz yaşamaya çalışıyoruz. Dünyada bir şekilde var olmaya çalışıyoruz. Bu içgüdümüz değişmez. Dünya bu hale gelene kadar kim bilir nereler katledildi, yok edildi. Şu anda oturduğumuz bina bile kim bilir nasıl bir yaşamı yok etti zamanında, insanlık böyle bir şey ama biz şu anda artık daha iyi düşünen varlıklarız sonuçta… Bilim bu kadar ilerlemişken bunun daha mantıklı yollarını bulabiliriz. Oradan kazanılacak elektriğin ülkeye hiçbir faydası olmayacağı açık, yüzde 3 gibi bir getirisi olacak. E sen zaten Türkiye’deki bütün elektrik altyapısını tamir etsen, yüzde 30’a yakın tasarruf yapabilirsin. Normal aklı başında düşünen bir insan, “N’apıyorsun kardeşim?” der. Bu, tamamen birileri para kazansın diye ve büyük ihtimalle suyu tutmak için, aslında sorunun elektrik olduğunu düşünmüyorum ben… Suyun tutulup satılması olduğunu düşünüyorum.
Kamilet filmi, daha çok bu vadinin savunması için mi yapıldı? Doğanın savunması için bir eylem gibi mi yaptınız?
Ben zaten İlyas Can’la yapacaktım bu filmi… İlk uzun metraj filmim “Bir Yudum Bekleyiş”i çekerken, Kamilet filminin başlangıcındaki Mençuna Şelalesi’ne götürdüler bizi… Orda İlyas Abi’yle tanıştım, “Sen gel burada film çek” dedi. Bir hikayeler anlattı bana, başım döndü. Çünkü bir sel oldu, başka bir yoldan döndük biz 4 saatlik… O sırada İlyas Abi de var, kardeşi… Vadiyle ilgili hikayeler anlatıyorlar. Ben, “Bu ne?..” dedim. Dedi ki bana, “Sen gel, ayrı bir film yapalım.” Ve ben gidemedim. Yıl 2005, 2013’te çektik.
Ne yazık ki biz İlyas Abi’yi, oranın en yetişmiş dağ insanını çok vahim bir kazada kaybettik. Ve ne gariptir ki, kesmek istemediği bir ağacın altında öldü. Doğanın hepimize çok garip bir oyunu bu… Mençuna Şelalesi’ne çıkmak için bir köprü yapılıyor. Köprüyü İlyas Abi yapıyor. Onun tepesinde iki ağaç var, “Bu ağaçları kesin” diyor birileri, şimdi ismini söylemeyeceğim. İlyas Abi diyor ki, “Onlar çok yaşlı ağaçlar, kesmeyelim. Onlar önemli, çünkü doğadır bu, kesmeyelim.” Bir hafta direniyor, sonra kesmeye götürüyorlar, o ağacın altında kalıp ölüyor. Son derece trajik bir hikaye… Vadi kendine aldı onu, biz öyle görüyoruz. Oranın İlyas Abisiydi o, o varken oraya kimse giremezdi. İlyas Abi yaşıyor olsaydı, o HES orda başlayamazdı bile… O evinden çıkıp orda günlerce dağlarda yatıp hayvanlarla bir arada olan bir adam… Çok acayip bir insandı, ben bütün filmi onunla yapacaktım. Vefat edince ben yine kafamı yerlere vurmaktan… Hem onun acısı, hem de, “Biz nasıl yapamıyoruz bunları?” diye tekrar düşündüm.
Filmdeki Erkan Can onun çocuğu herhalde?
Evet, Erkan’la tanıştık orada ve İlyas Abi el vermiş Erkan’a, bayağı yetiştirmiş. Ve Erkan’la biz bu maceraya başladık. Ben bunu başlangıç olarak gördüm. Çünkü sonuçta vadide belli bir zaman geçirdik ama çok fırsatımız olmadı. Erkan da üstüne bütün yük binmiş biri olduğu için, sonuçta para kazanmak zorunda… Bir de tanımamız lazım birbirimizi… İlyas Abi olsa, çok daha rahat olacaktı ama Erkan’la tanışmamız da zaman aldı. Ve onunla beraber biz bu yola çıktık.
Benim yapmak istediğim, bir cennet gösterip gösterebildiğim kadar, sonunda doğanın dramını vermekti. Öyle bir film yapmaya çalıştım. Kesinlikle militan bir film yapmadım. Zaten öyle bir şey olmasını da istemedim. Birçok HES filmi seyrettim, onların da kesinlikle doğru yöntemleri var, ben başka bir yerden bakmak istedim. Doğanın sesini duymak istedim. Hiç insan sesi duymak istemedim. Zaten duyamazsınız filmde, hiç insan sesi çıkmaz. Sesiyle çok uğraştım o yüzden, görsele olduğu kadar… Ve sonunda ona nasıl makine sesinin karıştığını anlatmaya, böyle bir diyalektik oluşturmaya çalıştım. Finalindeki, emek ve yaşam mücadelesi bu, ben öyle gördüm filmi… Ve orda en az olan şeyin insan olduğunu göstermeye çalıştım. Tek bir insan ve koca bir doğa vardı. Gerçekten de öyle… O yüzden film, Kamilet Vadisi’ni anlatıyor demek çok iddialı olur. Ben filmin adını Kamilet koydum, başka bir şey koymayı düşünüyordum. Adının duyulması için Kamilet koydum.
Politik davrandığım tek yer orası, yoksa film, Kamilet’i anlatmıyor aslında… Bunu iddia edemem, çünkü biz vadinin sadece yirmide birini kat ettik. Karadeniz Bölgesi’nde böyle, bu kadar heyecanlı, duyarlı, hırslı, inatçı, kesin böyle insanlar, çünkü doğanın verdiği bir şey bu… Bu doğanın içinde yaşıyor. Ama ne yazık ki son yıllarda oldu, muhafazakar bir yapısı yokken, öyle bir yapıya kaymaya başladı birçok yeri… Birkaç yer dışında, Arhavi çok modern bir yerdir, Hopa öyledir. Onun gerisinde birkaç yer daha sayabiliriz. Ama onun dışında, Samsun, çok hoş bir yer… Buraya verilen zararları gördükçe, bunun bedelinin ödetilmemiş olmasına, aklım sırrım ermiyor, bunu kabul etmiyorum ben… Burada bir arıza var o zaman, biz yanlış görüyoruz. Demek ki istiyor o zaman insanlar… Çünkü oranın halkı da şöyle diyor: “Sen gidiyorsun, İstanbul’da oturuyorsun, sana ne!” “Buraya geliyorsun, uğraşıyorsun,” diyor adam.
Bu mantığa ne anlatabilirsin? Senin de değil ki orası… Senin de toprağın var ama o vadi senin değil… Kimsenin değil orası, sen buna nasıl karışırsın, diyemezsin. Belki senden senin torunların ki eminim buna, o vadilerde olan kişiler ki Karadeniz Bölgesi’nde birçok vadi talan oldu bu anlamda, hepsinin torunları, hiçbirinin mezarlarında iyi şeyler söylemeyecek, oradaki insanların, şu anda yaşayanların… Bundan adım gibi eminim, bu, kesin böyle olacak. Ve insanlar, o mezarlara iyi dua etmeyecek. O yüzden, biz şimdi yaşayanlar olarak, kendi mezarlarımızda huzurlu yaşayalım. Biz görevimizi yapmak durumundayız burada… Ben o topraklarda doğdum, benim hakkım var sonuçta orda, ama her insanın hakkı var, bunu alamazsınız kimsenin elinden…
Sizce sanatçı siyasetle ilgilenmeli mi?
Yüzde yüz, zaten hayatın kendisi siyaset… Sanatla ilişkili olup da politik ve ideolojik olmayan hiçbir şey olamaz. Yapmadığını düşündüğün şey; daha da ideolojiktir hatta… “Benim ideolojiyle, siyasetle ilişkim yok” diyen, tam sistemin kendisidir, daha da ideolojiktir. O yüzden, Tarkovski der ya, “Yaşam kişisel algılamaların prizmasında kırılıp bizim gözümüzden çıkıp sinemaya yansır…”
“Algılar prizması” derken ne demek istiyor? Bütün gördüklerimizi, kendi yaşadıklarımızın süzgecinden geçirip sunarız. Bundan kim sıyrılabilir? Sen hangi toplumda yetiştiysen, hangi dinsel motifle beslendiysen, hangi ahlaki anlayışla, kültürle beslendiysen, bunların içinden sıyıramıyorsun kendini, illa ki kadrajına giriyor bu, girdiği zaman da kesinlikle bu bir siyaset biçimi… Daha başından var, bırakın kurguyu, montajı… Kadraj kuruyorsunuz, niye o kadrajı kuruyorsunuz? Aynı konuya herkes bambaşka yaklaşabilir. O yüzden, en tehlikelisi, ideolojim yok, diyendir. Çünkü o, bilmeden yaptıklarıyla dehşet sonuçlara neden olabilir. Bu daha korkunç bence, şu andaki tehlike de o zaten… (SY/EKN)