Türkiye 1990'lar ile başlayan barış sürecinde daha çok etkilenen taraf oldu ve sonucunda İsrail ile ilişkileri geliştirebilme imkanını önemli bir kazanç olarak algıladı. Ancak İsrail'in sağ kanat liderleri barış sürecini kısa sürede bir postmodern savaş stratejisine dönüştürdüler.
Türkiye açısından bakıldığında -İsrail'e karşı ılımlı atmosferin ortadan kalktığı bir dönemde- bütün bir Ortadoğu politikasını İsrail ile ilişkilere endekslemiş bir ülke tablosu ortaya çıktı.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Ortadoğu'da Türkiye-İsrail-Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ekseni en güçlü oluşum olarak ortaya çıktı. Türk dış politika yapıcılarının neredeyse kendi kendini imha aşamasına gelmiş ABD-İsrail eksenli politikalara bağlılığı Soğuk Savaş modeli güç dengesi yaklaşımlarının sonucudur.
Soğuk Savaş sonrası dönemde eski Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan bir dizi ciddi kriz ve içeriden yeni kimlik talepleri Osmanlı dönemi politikalarına ve geniş Osmanlı coğrafyasında tesis edilen barışa yönelik romantik bir özlem doğurdu.
Türkiye, Osmanlı ve Filistin
Ülke içinde Osmanlı geçmişini unutma esaslı proje, dış politikada başarılı olmadı ve Filistin gibi şu an sorunlu eski Osmanlı coğrafyası unsurları Türk dış politikasına geçmişini hatırlama ve hafızasını geri kazanma yönünde baskı yapmaya başladılar.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin iç dengelerinde belirsizliklerin olmadığı, devlet-toplum ilişkilerinin gerilmediği, insan hakları ve demokratikleşme yönünde gelişmelerin yaşandığı dönemlerde Türk dış politika yapıcıları Filistin sorununa yakın durdular.
Aksine insan hakları ve demokratikleşmenin önünü tıkayan politikalar, iç politikada karmaşa, tatmin edilemeyen taleplerin artması ve Türkiye'nin kendi olması yönünde rotasını kaybetmesi ile Filistin sorunundan uzaklaşmasının üst üste gelmesi bir tesadüf değil.
Bu durumda ABD ekseninde yönetilemeyen bir ülke görüntüsü ortaya çıkıyor. Filistin'de yalnızlığın ve ümitsizliğin tetiklediği yeni İntifada ile Filistin sorunu yeni bir çehreye büründü. Barış süreci sonuna geldi.
İsrail'in yürüttüğü postmodern savaş stratejisi tüm dünyanın gözleri önüne serildi. İsrail 21. yüzyılın ilk planlı etnik temizleme hareketine girişirken İslam Konferansı Teşkilatı, Arap Ligi ve genel olarak İslam dünyası, Filistin sorununa çözüm üretmede yetersiz kaldı ve İsrail'in işgal ettiği topraklarda genişlemesine, defansif tavırları ile katkıda bulundu.
İsrail-Türkiye-ABD ekseni ise ofansif olarak İsrail'in yayılmasını destekliyor. Nitekim Arafat'a karşı alınan her ne şekilde olursa olsun Filistin topraklarından "uzaklaştırma" kararına karşı kayıtsızlığının sebebi Filistin sorunundan bilinçli bir uzak durma eğilimi sonucudur.
Türkiye'nin Filistin sorunu bir dış politika davranışının toplumsal taleplerle ne kadar çelişki içerisinde ve hatta karşısında olduğunu göstermesi açısından önemli bir örnektir.
11 Eylül, Irak savaşı ve Filistin
Dış politika üzerindeki bürokratik kontrol ABD'ye terör saldırıları ile pekişti. 11 Eylül saldırılarının Ortadoğu'ya kısa dönemli en önemli etkisi bölgedeki ABD hegemonyasını pekiştirmesi ve ABD yanlısı devlet elitinin elini güçlendirmesidir.
Uluslararası Yahudi Lobisi ve ABD'deki birtakım politika müteşebbisleri Filistinlileri terörist olarak lanse etmekte geç kalmadı ve sonuçta bu durum Filistinlilere mesafeli davranmak isteyen devletler için meşruiyet sağladı.
Irak Savaşı sürecinde Filistin sorunu bölgesel ve uluslararası bağlamlarda daha fazla karmaşıklaştı. Amerikan yönetiminin bölgedeki kısmi meşruiyet arayışı Filistin sürecini ön plana getirdi, ancak oldukça ciddi yapısal sorunlar taşıyan barış için Amerikan yol haritası ile sonuca ulaşılamadı.
Ekim 2000'den Irak Savaşı sonrası günümüze Filistin sorunu tüm İslam dünyasında yeni bir bilinç haritası ortaya çıkarıyor. Tüm bu gelişmeler içinde Türk dış politikası bir ben merkezci yanılsama ve aşırı tedirginlik arasında gidip geliyor.
Bir yandan tarihin ve coğrafyanın Türkiye'ye bir misyon ve önem yüklediği düşüncesini taşıyor, diğer yandan ise bölgesel politikasını korkular üzerinde tesis ediyor.
Türkiye'nin rolü
Türk dış politikası uzun bir zamandır uluslararası sistem ve bölgesel realitelere uyum sağlamayan bir tarzda yürütülüyor ve hiçbir şekilde dünya ölçeğinde dahi olsa değişikliklere adapte olma eğilimi göstermiyor.
Bu yanılsamanın bir diğer sonucu ise ülke içinde alınan kararlar ve girişimler ile uluslararası platformda ciddi dönüşümler yaşanacağına ilişkin olan inanıştır. Örneğin Şubat 2002'de İstanbul'da yapılan İKÖ-AB toplantısı sonucunda dünya sistemine terörün önlenmesi ile ilgili katkı yapılacağı öne sürüldü.
Hemen yanı başımızdaki coğrafyada stratejik ortağımız işgal ettiği topraklarda şiddete devam ederken uluslararası sisteme nasıl bir katkıda bulunulacağı şüpheli.
Amerikan yönetiminin, İsrail'in Arafat'ı Filistin topraklarından çıkarma kararına karşı, BM Güvenlik Konseyi'ne getirilen kararı veto etmesi bu uzaklaştırma politikasının Arafat'ın öldürülmesi projesine dönüşmesi ihtimalini artırıyor.
İsrail politikalarına hakim olan Şaron ruhu anarşi ve kaos ile tüm Filistinlilerin ülkeden bir şekilde atılması projesini adım adım yürütmeye devam ediyor. "Şehit Arafat" olgusu Arap dünyasında dalga dalga yayılacak büyük bir depreme yol açacak ve mevcut yönetim krizlerini derinleştirecektir.
Bu durum Ankara'nın bölgesel politikalarını derinden etkileyebilecek, Irak toprakları üzerine yerleşen yeni postmodern komşusu ile ilişkilerini güçleştirecektir.
Irak Savaşı sonrası Türkiye önemli bir fırsat yakaladı. Son on yılda ilk kez önemli bir dış politika kararı toplumsal taleplerle şekillendi. TBMM ikinci tezkereye hayır diyerek hem Irak savaşı sürecini uzattı, hem de Filistin sorununun öncelikli bir yer almasını sağladı.
Bu durum bir anlamda 11 Eylül ile Filistinlilere karşı uluslararası meşruiyetini artıran İsrail yönetimini de zor duruma soktu. Tarih-coğrafya-strateji üçlüsü kolay oynanamayacak bir Ortadoğu rolünü Türkiye'nin önüne getirdi.
İç politikadaki tercihler ile dış politika yönelimleri içiçe geçmiş durumdadır. Türkiye'nin Filistin sorununa anlamlı katkı yapması, ABD-İsrail ekseninin bölgesel dizaynları dışında kalabilmesi ve AB ile dış politikada bir eşgüdüm sağlayabilmesi ile olacaktır.
İç politikada ise, Türkiye'nin yönetilebilir, insan haklarına saygılı, demokratik ve çoğulcu bir yapı ile, devlet-toplum gerilimini yaşamayan, toplumsal taleplerle şekillenen ve uluslararası normları benimseyen bir ülke olması yalnız Türk halkı için değil, Filistinliler dahil tüm bölge için çok olumlu bir gelişme olacaktır.
* Doç.Dr. Bülent Aras; Editör, Alternatives: Turkish Journal of International Relations