Lüksemburg, Belçika, Andorra, Fransa, Malta, Monako ve San Marino; Fransa ile Suudi Arabistan öncülüğünde Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde 22 Eylül’de New York’ta düzenlenen Filistin Meselesine Çözüm Bulunması ve İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi Konulu Yüksek Düzeyli Uluslararası Konferans’ta Filistin devletini tanıdıklarını duyurdu.
Konferans sırasında Kanada Başbakanı Mark Carney, Avustralya Başbakanı Anthony Albanese, İngiltere Başbakanı Keir Starmer ve Portekiz Dışişleri Bakanı Paulo Rangel de ülkelerinin Filistin’i tanıma kararını kamuoyuna açıkladı. Bu adımı son olarak İspanya da attı.
Böylece Batı dünyasında uzun süredir sınırlı kalan “Filistin’i tanıma” politikası yeni bir ivme kazandı ve BM üyesi 193 ülkenin 157’si Filistin devletini tanımış oldu. BM üyesi olmayan Vatikan da devletin meşruiyetini kabul ediyor.
Öte yandan, İsrail’in işgal ve soykırım politikaları da hız kesmeden devam ediyor.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Görkem Doğan, son tanıma ivmesinin Filistin halkının meşruiyet arayışına uluslararası düzeyde destek sunduğunu; ancak sahadaki mevcut dengeleri değiştirmede tek başına yeterli olmayacağını vurguluyor.

“Ahlâki üstünlük”
Norveç ve İspanya’nın Filistin’i tanıması, Avrupa Birliği’ne üye ülkeler için de zemin hazırladı. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Avrupa devletleri, neden “şimdi” Filistin’i tanıyor?
7 Ekim’den bu yana yaklaşık iki yıl geçti. O dönemde başlayan şiddet ve soykırım gözümüzün önünde sürüyor. Başlangıçta Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısını gerekçe göstererek “kendini savunma hakkı” üzerinden geçiştirilen İsrail saldırıları artık meşrulaştırılamaz hâle geldi. İsrail’in İran, Katar, Suriye ve Lübnan’a yönelik saldırıları da göz önünde bulundurulduğunda, mağduriyet iddialarının ne kadar geçersiz olduğu net bir şekilde ortaya çıktı. Bu süreçte, batılıların sıkça vurguladığı “ahlaki üstünlük” söylemi tekrar öne çıktı. Özellikle demokrasiler, otoriter rejimler karşısında —Rusya, Çin gibi ülkeler— kendi hatalarını ve sömürge geçmişlerini bir kenara bırakıp, liberal demokrasiyi icat ettiklerini ve bunun üzerinden bir üstünlük kurduklarını iddia etti.
Avrupa devletleri de imalat sanayi ve benzeri sektörlerin Küresel Güney’e kaymasıyla ellerinde kalan tek güç biçimini korumak için Filistin’i tanıma sürecine girişti. Ayrıca Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Kiev’e düşen bombalar ve yaşanan sivillerin ölümleri göz önünde bulundurulduğunda, batılı medya ve siyasetin tepkileri seçici ve üst perdeden kaldı. Örneğin, Kiev’de bir günde dört sivil öldürülüyorken, Gazze’de belki de yarım saatte dört sivil öldürülüyor; ancak bu durumlar kamuoyunda aynı şekilde yansıtılmıyor.
Batılıların “ahlâki üstünlük” söylemleri, liberal demokrasiyi “icat etmiş olmaları”; sömürgeci geçmişleri ve tarihsel hatalarına rağmen “biz daha iyiyiz” argümanı üzerinden yürütülüyor. Öte yandan, Avrupa’da ciddi bir Müslüman nüfus bulunuyor. Bu nedenle özellikle Almanya gibi ülkelerde gösterilerin bastırılması ve protestoların kriminalize edilmesi artık eskisi kadar mümkün değil. Ancak hakiki bir süreç devam ettirilemediği için, bu devletlerin Filistin’i tanıma girişimleri siyaseten anlam ifade etmeyen bir adım olarak kalıyor.
Neden?
Çünkü iki devletli çözümün fiilen zemini yok. Oslo Protokolü sonrası Filistin yönetiminin durumu ortada. Gazze ve Batı Şeria’da İsrail saldırganlığı ve yerleşimci terörü devam ediyor. Filistin devletini tanımak, bu koşullarda pratikte hiçbir anlam taşımıyor. Netanyahu da açıkça iki devletli çözüm için siyasi bir irade bulunmadığını ifade ediyor. Filistin için gerçek çözüm, demokratik ve laik bir Filistin devletinin kurulması. Bu amaca hizmet etmeyen adımlar ise sembolik bir gösteriden öteye geçmiyor.
Tarihsel olarak, İngiltere Filistin’deki manda döneminde iki devlet çözümü öngörmüştü: Bir Arap devleti, bir Yahudi devleti. Yahudiler İsrail’i kurarken, Araplar ve Filistinliler bunu kabul etmedi. Dolayısıyla iki devletli çözüm baştan başarısız ve bugün tamamen ölü bir proje hâline gelmiş durumda. Kaldı ki İsrail anayasal olarak açıkça bir Yahudi devleti, bu da demokratik ve eşitlikçi bir çözüme engel teşkil ediyor. Ki Avrupa devletlerinin “tanıma” girişimi sadece Ortadoğu ile sınırlı değil. Ukrayna’daki batılı uygulamalar ve Trump dönemi Amerikan politikalarına dair rahatsızlıklar da bu süreçte etkili oldu.

ABD ile gerilim
Savaş karşıtlığından ziyade ABD’nin manevra alanını daraltmak gibi bir yaklaşımdan mı bahsediyorsunuz?
Devletlerin tavrını ABD politikasına açık bir karşı duruş olarak nitelendirmek abartılı olur. Daha çok Trump’a yönelik pasif bir rahatsızlık gösterisi olarak değerlendirilmeli. Ancak elbette, politik üstünlüklerini ve stratejik konumlarını koruma çabası da tanıma sürecinin arka planında yer alıyor. Dolayısıyla bu rahatsızlıkların toplamında, Avrupa devletleri Amerika’dan bağımsız hareket edebileceklerini gösterircesine Ortadoğu’da sembolik bir tavır sergilemiş oldu.
Trump dönemiyle birlikte ABD, Amerikan Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıdı ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı, ayrıca Golan Tepeleri’nin ilhakını da kabul etti. Biden dönemiyle birlikte bu adımlarda geri adım atılmadı. Avrupa devletleri bu konularda aktif bir karşı duruş sergilemedi. Keza, ABD’ye Mahmut Abbas’ın vize vermemesine karşı da bir söz söylenmedi. Dolayısıyla yapılan zayıf restler siyasi anlamda sınırlı kaldı.
Devletlerin bu politikasını IMEC projesi ve İbrahim Antlaşmaları bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batılı devletlerin bu konuda belirli bir politikası olduğu söylenebilir; ancak Arap dünyası dışındaki etkisi oldukça sınırlı. İbrahim Antlaşmaları, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas gibi ülkeler tarafından imzalandu, Suudi Arabistan ise mesafeli bir tutum sergiledi. Suudilerin temkinli davranmasının en önemli sebeplerinden biri, İsrail’in mevcut anlaşmalara riayet etmeyen tavrı ve Filistin’e yönelik politikaları.
Söz konusu antlaşmalar, Batı diplomasisinde barış ve uzlaşı aracı olarak lanse edilse de, Filistin halkına doğrudan bir fayda sağlamadığı açık. Tam tersine, İsrail’in bölgedeki meşruiyetini artırmaya ve Arap dünyasında parçalı bir tablo yaratmaya hizmet ettiklerini de söyleyebiliriz. Ayrıca bu süreç, İran’ı diplomatik ve ekonomik açıdan sıkıştırmaya dönük stratejik bir boyut da taşıyor. Dolayısıyla İbrahim Antlaşmaları, daha çok bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillendirilmesi ve Batı’nın Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması amacıyla öne çıkıyor.
Göçmen ve Müslüman nüfusun etkisi
Son olarak, söz konusu “tanıma” politikası, bu ülkelerdeki göçmen ve Müslüman nüfusun varlığı üzerinden de okunabilir mi?
Elbette, Müslüman ve göçmen nüfus, özellikle Filistin protestolarının etkisi açısından önem taşıyor. Örneğin İngiltere’de İşçi Partisi’nin en güçlü olduğu bölgelerde Bangladeşli ve Pakistanlı göçmenler yaşıyor. İspanya dışında, Almanya ve Fransa açısından da benzer etkiler görülüyor.
Amerika’da ise MAGA (Make America Great Again) tabanındaki Katolikler, İsrail konusundaki tutumları açısından farklı bir profil sergiliyor. Trump’ın “America First” yaklaşımına rağmen Nicholas “Nick” J. Fuentes gibi isimlere baktığımızda, İsrail politikalarına yönelik eleştirilerin büyük ölçüde Katolikler tarafından getirildiğini görüyoruz. Katolikler tarihsel olarak Demokrat Parti’ye oy vermiş bir seçmen kitlesi. Özellikle 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl sonuna kadar, İrlandalı ve İtalyan Katolikler yoğun olarak Demokratları destekledi. Ancak toplumsal cinsiyet, aile yapısı ve şiddet gibi konularda yeni ideolojiler güçlendikçe, Katolik seçmenlerin Demokratlarla olan bağları zayıfladı.
Cumhuriyetçi tabandaki yükselen Katolik oy, İsrail konusunda evangelistlerden farklı bir tutum sergiliyor. Amerika’daki siyasal tartışmalarda “İsrail lobisi Meclis’e hakim” gibi yorumlar yapanlar büyük ölçüde Katolikler. Bu da bize, dini unsurların bu politikalarda ne denli etkin olduğunu gösteriyor.
BM kararları ve iki devletli çözüm tartışmaları
BM’nin 29 Kasım 1947’deki 181 sayılı kararı, Filistin topraklarında iki bağımsız devletin kurulmasını ve Kudüs’ün uluslararası bir statüye sahip olmasını; 11 Aralık 1948’deki 194 sayılı kararı ise İsrail tarafından topraklarından sürülen (Nakba) Filistinli mültecilerin ve torunlarının uluslararası hukuk gereğince geri dönüş hakkı olduğunu öngörüyor.
BM Güvenlik Konseyi (BMGK) 22 Kasım 1967’de aldığı 242 sayılı kararla İsrail’in Altı Gün Savaşı’nın ardından işgal ettiği topraklardan çekilmesini istedi. BMGK, 22 Ekim 1973 tarihli 338 sayılı kararında da bu çağrısını yineledi.
Ancak bu kararların üzerinden yıllar geçmesine rağmen ne tam bağımsız ve tüm dünya tarafından tanınan bir Filistin devleti kuruldu ne de İsrail’in işgali sona erdi. (TY)









