"Sanayi devriminin 19. yüzyılda önce İngiltere, sonra Fransa ve Almanya'daki başarısı, gelişme stratejilerinin kapsamına teknolojik değişimi de dahil etti. Mekanik güç kullanan makineler bu değişimin kaynağıydı. Aynı zamanda, tüm ülkelerin makineler icat edemeyeceği ya da üretemeyeceği de anlaşılmıştı. Ama bu ülkelerin hepsi, makine ithal etmede ve Avrupa'yı hem zengin hem de güçlü kılan fabrika sistemini yeniden üretmede özgürdü. Bu 'sermaye köktenciliği' ['capital fundamentalism'], tasarrufları biriktirme ve son teknolojileri kullanan makinelere yatırım yapmayı körükledi. Yatırım ve üretimin özel girişimcilerin kâr amacına dayanması şart değildi; bunlar, ulusal planlamacılar tarafından da yönlendirilebilirdi. Bu model 19. yüzyılın sonlarında Almanya'da sanayileşmede ve 20. yüzyıl ortalarında Sovyet sanayileşmesinde kullanıldı.
"Ama 'makine modeli' ancak bir yere kadar gidebilirdi. Bu model verimliliği artırdı, ama kendini sürdürebilir [self-sustaining] büyüme yaratmadı. Kullanılan makineler sabit bir ürün grubunu üretme açısından iyi olsa da, değişen teknolojilere ve tüketici arzularına uyum açısından iyi değildi. Bu işleri ancak piyasalar ve kapitalizm başarabilir." (s.54)
Bu satırlar, General Motors Laboratuarları'nın dahi yöneticisi Charles Kettering'in 1929 Wall Street faciasından sadece dokuz ay önce "ekonomik başarının anahtarı, tatminsizliğin organize bir biçimde yaratılmasıdır" demesinden 74 yıl sonra kaleme alınıyordu.
Raporda imzası bulunan "gelişme uzmanları", Larry Diamond, Michael Porter, Peter Timmer, Carol Adelman gibi akademisyenlerin tarihsel perspektifi tek kelimeyle olağan üstüydü. 70 küsur yıl önce kendi ülkelerinde "piyasalar"da biriken fazlalığın eritilmesi ve sadece birkaç yıl içinde işsiz kalıveren 15 milyon Amerikan vatandaşının yeniden "üretici" ve "tüketici" konumuna getirilebilmesi için önce "New Deal" devlet müdahalesinin yaşandığı, ama bunun da yetmediği ve normale ancak 2. Dünya Savaşı sayesinde, savaş ekonomisiyle dönülebildiği hafızalardan uçup gitmişti. Bu tarihsel perspektife ya da ibretlik tarihsel tahrifata göre sanayi devrimi ve sonrasının tarihi, piyasalar ve kapitalizmin başarı tarihi ya da "kendini sürdürebilir büyüme"nin tarihiydi; bu tarih, ne ekonomik bunalımların ve kitlesel işsizliklerin, ne dünya savaşlarının, ne de "piyasalar"ın önündeki engellerin kaldırılması için organize edilip desteklenen askeri darbelerin ya da işgallerin tarihiydi.
Raporda bu tarihsel perspektif ortaya konduktan sonra sıra "bilginin önemi"nin vurgulanmasına geliyordu:
"İleri ülkelerde giderek hızlanan bilimsel yeniliklerle, verimlilik artışı makinelerden çok bilgiye bağlı hale geldi. Brezilya, İsrail, Kore Cumhuriyeti ve Tayvan gibi ekonomiler, Batı kaynaklı bilgiyi (sadece makineleri değil) değerlendirmeyi destekleyecek kurumlar oluşturdular ve çağdaş ekonomik büyüme yoluna girdiler. Söz konusu kurumlara sahip olmayan ekonomiler, Sovyet bloku, Afrika'nın hemen hemen tamamı ve İslam dünyasının büyük bir bölümü ise bu yola giremedi. Sonuçta bu ülkelerde ekonomik durgunluk ya da gerileme yaşandı. Bazıları daha da kötü duruma düştü ve karmaşaya ve çatışmalara gömüldü..
"Bu performansı açıklayan ekonomik büyüme modeli, bilgiye artan geri dönüşler temeline dayanmaktadır..
"Fikri mülkiyet hakları ile birlikte, toprak, mal ve mali varlıklarla ilgili mülkiyet haklarının uygulanmasına yönelik çağdaş duyarlılık, böyle bir perspektiften bakınca daha kolay anlaşılabilir. Fikri mülkiyet haklarının korunmaması, yeni bilgi arayışını ve dolayısıyla ekonomik büyümeyi yavaşlatacaktır."
30 bin kanun dışı patent!
Günümüzde "fikri mülkiyet hakları"nın korunması, patent ve copyright mevzuatları ile mümkün olmakta ve bu arada, "fikri mülkiyet"i pazarlama yöntemi olarak franchise giderek yaygınlaşmaktadır.
Patentlemede dünyadaki en sıcak gündemlerin başında ise, Avrupa Birliği'nde yıllardır süren, bilgisayar yazılımlarının patentlenmesi münazarası geliyor.
Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi ile Avrupa Parlamentosu yönelimlerinin çatışması sonucu bu münazaranın uzaması ve 2004'ün son günlerinde Avrupa Konseyi'nde bir tıkanma noktasına gelinmesi üzerine, İngiltere'de bilişim, telekomünikasyon ve elektronik sektörlerinden 1000 şirketin üyesi olduğu "Intellect" adlı "sektör kuruluşu" bir basın açıklaması yaptı.
Üyeleri 1.1 milyon insanı istihdam eden ve İngiltere gayrısafi milli hasılasının yüzde 10'una denk düşen bir ekonomiyi temsil eden Intellect'in başkanı John Higgins'e göre, "Bilgisayar Emplementasyonlu Buluşlar"ın (CII) patentlenebilmesini sağlayacak direktifin kanunlaşmasındaki gecikme AB üzerinde olumsuz etkiler yaratacaktı. Higgins, "Direktif, İngiliz ileri teknoloji sektörünün geleceğini biçimlendirecek bir potansiyele sahip. İngiliz mucitler, KOBİ'ler ve büyük çokuluslu şirketler, direktif kanunlaşmadığı takdirde icatlarını koruyamayacaklar ve bu da AR-GE girişimlerini baltalayacak, teknoloji transferi açısından olumsuz bir ortam yaratacak "diyordu. "Bu durum, İngiliz iş çevreleri açısından bilgi güdümlü küresel ekonomi içinde belirgin bir dezavantaj oluşturacaktır ve Intellect ve üyeleri bu duruma göz yummamaya kararlıdır. AB Konseyi'ni bu belirsizliğe son vermeye, yenilikçileri [innovators] mevcut düzeyde korumayı sürdürecek patent mevzuatına uyumlu ve mantıklı bir yaklaşımla katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Avrupa eğer Lizbon hedeflerine ulaşacaksa, AB politika geliştiricilerinin yenilikçiliği ve rekabetçiliği geliştirmek için ellerinden geleni yapmaları gerekiyor."
Aynı günlerde dünyadaki özgür yazılım hareketinin öncülerinden Richard Stallman'dan (1) patent konusuna farklı bir yaklaşım geliyordu. Özgür Yazılım Vakfı'nın başkanı, "14 yıldır yazılım patentlerine karşı kampanya yürütüyorum" diyordu. "Linus Torvalds'ın desteğini de sevinçle karşılıyorum. O da ben de, copyright'ın bir programın ifadesiyle ilgili ayrıntıları kapsadığını ve fikirleri tekel altına almadığını çok iyi biliyoruz. Oysa her patent, bir fikrin uygulanışının bariz biçimde tekel altına alınmasıdır. Yazılım copyright'larına karşı değil de yazılım patentlerine karşı kampanya yürütmemizin nedeni de bu. Her ikimiz de, güçlü, başarılı yazılım paketleri (birlikte ele alındığında GNU/Linux işletim sisteminin temelini oluşturan) geliştiren kişiler olarak tanınıyoruz ve her ikimiz de bu tür projelerin binlerce farklı programlama fikrini [computational idea] birleştirmeyi gerektirdiğinin farkındayız. Bir ülke programlama fikirlerini patentlemeye izin verecek olursa, büyük ve faydalı bir programı geliştirmek bir sürü patent tehdidi ile karşı karşıya kalmak anlamına gelecektir. Bu da ancak dev şirketlerin kalkışmayı düşünebileceği bir şey.
"Avrupa Parlamentosu, yazılım geliştiricilerin ihtiyaç duyduğu 'patent koruması'nın patentlerden korunma olduğunu anlamıştır.
"Neyse ki Dr Collins GATT anlaşmalarının yazılım patentleri gerektirdiğine inanırken yanılgıya düşmektedir. Dünya Ticaret Örgütü üyesi birçok ülke, yazılım patentlerini red ediyor ve Avrupa Birliği'nin aynı şeyi yapması da akılcı olacaktır. Son yıllarda Avrupa Patent Bürosu [EPO], varlık nedeni olan anlaşmayı utanmazca hiçe sayarak 30 binin üzerinde yazılım patenti çıkardı. Parlamento'nun direktife yaklaşımı, bu patentlerin geçersizliğinin yeniden teyidi olacak ve Avrupa yazılım geliştiriciler ile kullanıcıları güvenceye alacaktır. Şimdi mesele, Bakanlar Konseyi'nin geliştiricileri ve genel anlamda kullanıcıları mı, yoksa sadece dev şirketleri mi destekleyeceğidir." (2)
"Bilgisayar icatları"na patent vermenin kanuni olmadığı Avrupa Birliği'nde Avrupa Patent Bürosu (EPO) tarafından dağıtılan 30 binin üzerinde patentin -halen Avrupa sınırları içinde Avrupa Parlamentosu'nun muhalefeti nedeniyle kanuni zeminden yoksun olsa da- kimlerin mülkiyetinde olduğu, USAID raporunda sözü edilen "ekonomik büyüme"nin dinamikleri üzerine ipucu verebilir.
Bu patentlerin yüzde 43'ü sadece 50 şirketin elinde bulunmaktadır . Örneğin sadece IBM, bu patentlerden 1000'inin sahibidir. En büyük 10 şirket, patentlerin dörtte birine sahiptir.
1994'de ABD'deki yazılım geliştiriciler arasında yapılan bir anket ise, ankete katılanların yüzde 80'inin Stallman gibi düşündüğünü ve yazılımların patentlenmesine karşı olduğunu ortaya koyuyor. Yazılım geliştiricilerin yüzde 12.2'si kararsız olduğunu belirtmiş. Patentleri destekleyenler yüzde 8.2'de kalmış.
"Franchise" ve McDonald's'ın sopası
Kozmetikten güvenlik sistemlerine, hazır gıdadan bahçe bakımına, her türlü ürün ve hizmeti kapsayan franchise ise, belirli bir bilgi birikimi sonucu ortaya çıkmış ve belirli bir marka altında sunulan ürün ya da hizmetin, o bilgi ve markanın mülkiyetine sahip olmayan girişimciler tarafından pazarlanıp satılabilmesi anlamına geliyor.
Türkiye'nin 80'lerin sonlarından itibaren giderek artan ölçüde aşina olduğu bu yöntemin doğduğu yer olan ABD'den bazı verilere (3) bakarak, fikri mülkiyet haklarının korunması ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi farklı bir açıdan görebiliriz. 1999 yılında,
* ABD'deki tüm perakende satışların yüzde 35'ini franchise mağazaları gerçekleştirmiş ve bu mağazaların gelirleri 800 milyar dolara ulaşmıştır.
* Gene aynı tarihte 7.2 milyon insanı istihdam eden franchise mağazalarının oluşturduğu franchise ekonomisinin büyüme hızı, genel Amerikan ekonomisinin büyüme hızının altı katı olarak gerçekleşmiştir.
Küçük ve orta boy girişimi yeniden tanımlayan franchise, kapitalist sistemde alışık olunan "risk alan ve risk aldığı ölçüde büyüyebilen girişimci" olgusunu ortadan kaldırmış ve yerine, "franchise dağıtan şirketin marka ve bilgisini kullandığı sürece az çok garantili biçimde yaşayabilecek ve gene bu şirket tarafından bir kalemde silinebilecek girişimci" olgusunu koymuştur.
Uluslararası franchise ekonomisinin motor gücünü oluşturan dev şirketlerden biri olan McDonald's'ın gene bir fikri üretim sayılabilecek "Franchise Realty Corporation" icadı, gelinen nokta açısından aydınlatıcıdır.
McDonald's vakası, sadece "hamburgerci satma"nın (marka, bilgi) "hamburger satmak"tan (ürün) daha "verimli" olduğunu göstermesi açısından çarpıcı değildir. Aynı süreçte bu şirketin ortakları ve yöneticileri, dev bir ağ ekonomisi oluştururlarken kanunların güvencesiyle yetinmemiş, 600 sayfalık bir McDonald's işletme kitabı ile "Franchise Realty Corporation" şirketini koltuklarının altına alıp öyle yola çıkmışlardır. Kitap, franchise verilecek kişilerin satır satır okuyup harfi harfine uymak durumunda oldukları kuralları içermektedir. 1956'da kurulan "Franchise Realty Corporation" ise bir emlak şirketidir.
Franchise verilen yerel şirketleri denetim altında tutabilmenin en etkin yolunun, bu şirketler tarafından açılan mağazaların bina ve arsa mülkiyetini almak olduğunu düşünen McDonald's patronu Ray Kroc, bunu en açık biçimde şöyle ifade etmektedir:
"Sonunda açtığımız her McDonald's mağazasını tam denetimimiz altına alacak yöntemi buldum. Franchise anlaşmasında, McDonald's System Inc.'in Franchise Realty Corporation'a, işletmenin McDonald's kalite ve hizmet standartlarına uygun olmadığını bildirmesi halinde bu anlaşmanın 30 günlük ihbar süresi ile fesih edileceği belirtiliyor. Şimdi sopamız üzerlerinde ve Tanrı adına, artık yağ çekme ve kıvırtma yok. Artık onlara bizimle işbirliği yapmaları için dil dökmek yerine, emirleri biz vereceğiz." (John F. Love'ın 1987 tarihli McDonald's: Behind the Arches adlı kitabından) (4)
McDonald's'ın bugünkü gücüne ulaşmasını sağlayan asıl etken olarak gösterilen emlak şirketi Franchise Realty Corporation'ın fikir babası Harry J. Sonneborn , fikri üretimi karşılığında tam bir mülkiyet belgesi yerine hatırı sayılır bir dünyalıkla ödüllendirilmiş olsa gerek.
Ama ticari bilgiyi teknolojik ve bilimsel bilgiden ayırdığımızda, sadece "piyasalar ve kapitalizmin kadir olduğu kendini sürdürebilir büyüme" palavrasına değil de tarihin tamamına baktığımızda, fikri üretim açısından, özel olarak da yazılım geliştirme açısından nasıl bir durumla karşı karşıyayız?
"İşyerindeki" bilgisayar ve "diğer" bilgisayar
Herkesin bildiği gibi, fikri üretim denilen alanın büyük bir bölümü, binlerce yıldır, esaslı bir üretim aracı gerektirmeyen adalardan oluşmaktadır. Bir zamanlar yıldızların haritasını çıkarmaya çalışan bir "gökbilimci"nin ihtiyacı olan şeyler, bir parça papirüs, kalem olarak kullanacağı yontulmuş bir dal parçası, biraz doğal boya, biraz su ve uykusuzluğa dirençten ibaretti. Bugün bir yazılım geliştiricinin ihtiyacı olan şeyler de bundan pek fazla değildir: Bir bilgisayar, biraz sıcak kahve ve uykusuzluğa direnç.
Ama bilgisayarın iki türü olduğunu da söyleyebiliriz: İşyerindeki bilgisayar ve işyeri dışındaki bilgisayar. Bu iki bilgisayar tıpa tıp aynı olsa da (model, kapasite, performans, vs.), aralarında kökten bir fark bulunmaktadır. İlki sermayeleştirilmiş, bir nominal değişim değeri üzerinden belirli bir işe koşulmuş emeğin üretim aracıdır; ikincisi ise sermayeleştirilmemiş, sadece süreçte aklın götürdüğü yere koşan emeğin.
Takdir edilecektir ki, bir yazılım geliştirici için bir bilgisayara sahip olmak küçük bir çabayla mümkündür. O zaman şu olur: Artık milyonlarca, hatta milyarlarca dolar sermayeli bir yazılım şirketinin yegâne üretim aracı olan şey, ayda belki birkaç yüz dolara tamah edebilecek bir yazılım geliştiricinin de elindedir.
Binlerce yıl önce herhangi bir fikri üretimin, mesela kusursuz bir gök haritasının, ekonomik açıdan kısa hatta uzun vadede büyük bir değeri yokken, bugünün ekonomisi giderek artan ölçüde yazılımlara dayanmaktadır. O zaman nasıl olur da, gündüz bir şirkette tanımlanmış bir işte çalıştıktan sonra evine gidip gözünü göklere çeviren bir yazılım geliştirici, sadece hayalleriyle sınırlı bir beyin, bu kadar stratejik bir noktada oturabilir? Onu kendi başına bırakmak, ürününü kendi başına bırakmak, "ekonomik büyüme" açısından ne kadar akılcıdır?
Bugün yaşananlar, 2000 yıl öncesinin gökbilimcilerinin ne kadar talihli olduğunu, ekonomik büyüme ya da gerçek adıyla "sermayenin kârı" açısından kritik bir konumda bulunan yazılım geliştiricilerin ise ne kadar talihsiz olduğunu gösteriyor.
İkincilerin talihi, içlerinden küçük bir grubun çok iyi ücretlerle ya da girişimci ruhuna yeterince sahip ve yeterince azimlilerse, çok kâr eden bir şirketin patronu olarak yaşayabilecek olması. Ama Microsoft'un kârlarının ve Bill Gates'in servetinin bile, yazılım geliştirme alanındaki icatçılığın sınırsız tatminiyle herhangi bir ilgisi olduğu söylenemez.
Microsoft'un sunucu sınıfı ürünlerine karşı GNU/Linux'un açık bir zafer kazandığı günümüz dünyasında, Stallman gibilerin bariz bir politik tercihle -milyarlarca dolarlık servetleri teperek- yaşadıkları tatmin ve mutluluk, bugün dünya çapında yüz binlerce "açık kaynak kodcusu" tarafından paylaşılıyor.
USAID raporundaki "yegâne muktedir olarak piyasalar ve kapitalizm" palavrasına da, "süreç içinde aklın götürdüğü yere koşan birey"e ulaşamadan nefesi kesilen "Sovyet modeli"ne de çok güncel ve çok gündelik bir model olarak bu kodcuların somut bir alternatif sunduğu söylenebilir.
Öte yandan, köyünün sınırları içinde bir ağacı adeta bir "eczane" gibi kullanma başarısını gösteren bir köylü ile bir yazılım geliştiricinin "ekonomik büyüme" açısından aynı konumda olduğu da söylenebilir.
(1) Richard Stallman, 1984'de "GNU" adlı özgür işletim sisteminin geliştirilmesi için başlatılan projenin yaratıcılarındandır. Bugün dünyada en yaygın kullanılan sunucu işletim sistemi olan ve çekirdeği Linus Torvalds tarafından geliştirilen "Linux"tan söz ederken, aslında "GNU/Linux" dememiz gerek.
(2) Stallman'ın yanıtladığı kişi, İngiltere'nin en büyük patent ve tescilli markalar şirketi Marks&Clerk'ün ortaklarından Dr John Collins'tir. Collins şöyle demiştir: "Yazılım icatlarına patent korumasının kabul edilmesi, teknolojinin tüm alanlarında patentlerin bulunmasını şart koşan Dünya Ticaret Örgütü TRIPS anlaşmalarının gereğidir."
(3) The Age of Access, Bölüm IV, Jeremy Rifkin, Tarcher/Putnam, 2001
(4) Aynı kaynak