Seyir Derneği ve Ayvalık Belediyesi işbirliğiyle bu sene dördüncüsü düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, ikinci gün programıyla sinemaseverlerle buluşmaya devam ediyor.
Festivalin ilk gününde 12 film seyirciyle buluştu. Cafer Panahi’nin Altın Palmiyeli filmi It Was Just an Accident ve Ari Aster imzalı Eddington, Türkiye prömiyerlerini gerçekleştirirken, söyleşi ve panellerle geçen bir gün geride kaldı.
Genç Sinema öğrencileri, güne Ayris Alptekin’in konuşmacı olduğu kurgu atölyesi ile başladı. Gösterimlerin ardından ise film ekiplerinin katılımıyla söyleşiler gerçekleştirildi. İlkay Nişancı’nın 6 Şubat Türkiye-Suriye depremleri sonrasında Hataylı gençlerin hayallerine odaklanan belgeseli Zamanın Kıyısında Sınav'ın ardından, Nişancı ve filmin yapımcısı Hakan Fıçıcı, seyircilerin sorularını yanıtladı. İlkay Nişancı, insanların dayanışmayla hayatta kalmaya çalıştığı bir noktada belgesel sinema ne yapar sorusuyla yüzleştiğinden bahsetti. Nişancı sözlerine şöyle devam etti:
“10 yıldır ekoloji ve felaket üzerine çalışıyorum. Yaptığımız filmlere de otopsi filmleri olarak bakıyorum. Bir beden analiz eder gibi; sonuca değil, sürece, o sonuca nasıl vardığımıza odaklanıyorum. Deprem üzerine de bir şeyler yapmayı düşünüyordum. Sonra sınavın yaklaştığı dönem gelince, öğrencilik yıllarımdan kalma eşitsizlik hikâyesi ortaya çıktı. Öğrencilik yıllarımdan beri böyle bir düşüncem de vardı. Bir sinema anlatısı kurmaya çalışıyordum ve bunu sınav üzerinden yapabilir miyiz diye Hakan’a telefon açtım. Zaman da kısıtlıydı ve şu an bu filmi yaptık, yaptık diye düşündük. Her şey böyle başladı.”
Gösterimin ardından seyirciyle buluşan bir diğer yönetmen ise Türker Süer’di. İki asker kardeşin çıktıkları mecburi yolculuğu takip eden “Gecenin Kıyısı”nın yönetmeni, yapımcı Nadir Öperli’yle birlikte seyirciden gelen soruları yanıtladı.
Festivalin ikinci gününde izleyicilerle buluşan filmler arasında, Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanan Huo Meng’in Living The Land (İki Dünya Arasında), Bernhard Wenger’in uzun metrajlı filmi Peacock (Tavus Kuşu) ve yıllar süren yasakların ardından bizzat katıldığı Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan İranlı yönetmen Cafer Panahi’nin It Was Just an Accident öne çıkan yapımlar oldu.
“Petrol mu yiyip içeceğiz?”

Huo Meng’in ikinci uzun metraj filmi “Living the Land” (İki Dünya Arasında), Çin taşrasında yaşayan çiftçi bir ailenin gündelik yaşamı üzerinden, 1991 yılında ülkenin geçirdiği dönüşüme odaklanıyor. Yönetmen, köyü ve taşra hayatını nostaljik bir tabloya dönüştürmek yerine, emeğin ve geleneğin sürekliliğini zengin görsellikle işliyor ve hikâyeyi dört mevsime yayıyor.
Filmin merkezinde, doğumundan kısa süre sonra anne ve babası tarafından Shenzhen’de iş bulmaları için anneanne ve dedesine bırakılan 10 yaşındaki Chuang (Wang Shang) var. Chuang büyük ailesi Li’lerle büyür; ancak soyadının farklı oluşu, ilerleyen sahnelerde Komünist Parti’nin nüfus politikaları üzerine eleştirel bir okumanın da kapısını aralar. Cenazeler, düğünler, doğumlar ve kutlamalarla örülen bölümler, köyün ritminde geleneklerin hâlâ nasıl belirleyici olduğunu gösterir. Beyaz yas şapkaları ve ağıtlarla örülen cenazeler ya da erkeklerin çembere aldığı gelin ritüeli, bize bu yoksul ve küçük köyde hüküm süren gelenekleri zengin bir görsellikle anlatır.
Ailenin temel geçim kaynağı buğday ve pamuk hasadıdır. Ancak hasat dönemlerinde bile şanssızlık yakalarını bırakmaz. Yine de Huo’nun kamerası sadece yoksulluğu değil, bu koşullar içinde hayata tutunan geniş ailenin dayanışmasını ve mizahını da öne çıkarır. Zeki ve hayal gücü yüksek Chuang, ona eşlik eden zarif teyzesi Xiuying, zaman zaman alaycı çıkışlarıyla öne çıkan büyük büyükanne bir araya geldiğinde film, seyirciye sıcak bir aile portresi sunar. Mekânların doğallığı ve yeniden kurgulanmamış hissi, onların dünyasına içeriden bakıyormuşuz hissi verir. Kadın karakterlerin ağırlığı da filmin tonunu da belirler. Bu yönüyle Living the Land, yönetmenin önceki filmi Sınırı Geçmek: Zhaoguan’dan ayrılır. Çünkü burada taşranın hikâyesi, erkek deneyiminden çok kadınların yükleri, direnişleri ve görünmeyen emekleri üzerinden aktarılır.
Köyde Komünist Parti’nin varlığı hissedilir; fakat parti ile Li ailesi arasında kimi zaman pazarlığa dayalı bir ilişki kurulur. Aile planlaması kontrollerinde görüldüğü gibi, kimi şeyler “görmezden gelinerek” aşılır. Huo’ya göre bu esneklik, sisteme dair daha derin hasarların işaretidir ve bu nedenle de Huo, devletin günlük hayata müdahalesini ince ayrıntılarla görünür kılar: Çocukların heyecanla beklediği televizyonun başına geçildiğinde ekrana göçmen kadın işçiler belgeseli yansıtılır, petrol aramak için patlatılan dinamitler ve öngörülemez kayıplara neden olur, modern tarım araçlarının yokluğu üretimi kısıtlar, akşamları sık sık kesilen elektrik hayatı âdeta durma noktasına getirir. Öte yandan film, yalnızca bir taşra hikâyesi değil, yönetmenin ailesine ithaf ettiği kişisel bir anlatıdır. Bu sayede Huo, izleyiciye kişisel hafızayla toplumsal belleği iç içe geçirdiği zengin bir anlatı sunar.
Kiralık arkadaşlık müessesesi

Avusturyalı yönetmen Bernhard Wenger, ilk uzun metraj filmi Tavuskuşu’nda (Peacock), “kiralık arkadaş/sevgili” fikrini ve bu mesleğin profesyonelce nasıl icra edilebileceğini masaya yatırıyor. Başrolde izlediğimiz Albrecht Schuch (Matthias), bazen bir eş, bazen pilot bir baba, bazen zengin bir adamın oğlu olarak karşımıza çıkıyor. Matthias’ın evinin bodrumu, müşterilerinin seçtiği kimliklere ait kıyafetlerle doludur. Her gün başka bir role giren Matthias’ın gerçekliği ise giderek çöker.
Sevgilisi (Julia Franz Richter) Matthias’la birlikte tüm yaşamının gerçeklikten kopuşuna tahammül edemeyerek onu terk eder. Beklenmedik ayrılık Matthias’ı büyük bir kimlik krizine sürükler. Ortağı David (Anton Noori), onu kimliğini bulabilmesi için lüks bir inziva merkezindeki kurslara yönlendirir. Burada, daha önce bir “görev” sırasında tanıştığı Ina (Theresa Frostad Eggesbø) ile karşılaşır. Ina’nın yanında kendisi olabildiğini hisseder ve ona tutunmaya çalışır. Ancak hâlâ devam eden iki işi vardır: Birinde yaşlı bir kadına kocasıyla sağlıklı bir şekilde tartışabilmesi için prova yapma imkânı sunar. Diğerinde ise zengin bir adamın oğlu rolüyle, doğum günü partisinde parlak bir konuşma yapmak zorundadır. İşin baskısı ve Ina’nın onu “tek gecelik” bir ilişki olarak görmesi, Matthias’ı sevgilisinin de onu terk etmesinin ardından hızla çöküşe sürükler. Matthias, nihayetinde tüm rollerini yıkıcı bir şekilde terk eder.
Wenger’in çıkışı ton ve üslup açısından, Ruben Östlund’un The Square’ini ve Yorgos Lanthimos’un Kinds of Kindness’taki ünlü sahnesini hatırlatıyor. Ancak bu benzerlik, kimi zaman filmi klişelere de yaklaştırıyor. Özellikle şok edici olabilecek bir sahnenin “Performans mı yapıyor?” şakasına indirgenmesi, etkileyici bir anın gücünü zayıflatıyor ve seyircide bıraktığı etkinin dağılmasına neden oluyor.
Uzun zaman sonra Panahi

İranlı yönetmen Cafer Panahi’nin 2025 yapımı It Was Just an Accident, 78. Cannes Film Festivali’nde kazandığı Altın Palmiye (Palme d’Or) ile uluslararası sinema dünyasında büyük yankı uyandırdı. İran, Fransa ve Lüksemburg ortak yapımı olan film, yine İran’da resmî izinler olmadan gizlice çekildi.
Film, Panahi’nin 2023’te cezaevinden tahliye edilmesinin ardından çektiği ilk yapım. Önceki filmlerine benzer yönleri olsa da, İran rejimini daha sert bir dille eleştirmesiyle öne çıkıyor.
Film, İkbal’in (Ebrahim Azizi), gece eşi ve kızıyla birlikte seyahat ederken bir köpeğe çarpmasıyla başlar. Kaza sonucunda aracın motoru bozulur ve ailede yolda kalır. İkbal, yol üzerinde denk geldiği bir garajdan yardım ister ve burada –sonradan eski bir siyasi mahpus olduğunu anladığımız– Vahid (Vahid Mobasseri) ile karşılaşır. Vahid, İkbal’in protez bacağının sesini tanıyarak onun, cezaevindeyken ona işkence yapan eski bir görevli olduğunu düşünür. Bu bilgiyle yola çıkan Vahid, yolda İkbal’in kendilerine işkence yaptığı başka insanlarla da buluşur. Ancak söz konusu işkenceler esnasında hepsinin gözleri bağlı olduğu için, İkbal’in gerçekten o kişi olup olmadığı konusunda soru işaretleri ortaya çıkar. Film, bu belirsizlik üzerinden adalet, intikam ve yüzleşme gibi temaları işlerken, derinlemesine diyaloglara sahne olur.
Öte yandan film, dün (17 Eylül) Fransa tarafından 2026 Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film dalında yarışmak üzere resmî aday olarak seçildi.
Festivale dair
Festivalde farklı bölümlerde gösterilecek yapımların yanı sıra filmlerden esinle oluşturulan başlıklar etrafında söyleşiler, konuşmalar da düzenlenecek.
Öte yandan; Christian Petzold, Kelly Reichardt, Richard Linklater, Dardenne Kardeşler, Sepideh Farsi, Kirill Serebrennikov, Rebecca Zlotowski, Oliver Laxe, Ari Aster, Mascha Schilinski, Diego Céspedes ve Huo Meng başta olmak üzere pek çok yönetmenin son filmleri de dünya prömiyerlerinin ardından Türkiye’de ilk kez Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde gösterilecek.
Türker Süer, Pelin Esmer, Emine Yıldırım, Gürcan Keltek, Rezan Yeşilbaş ve Tolga Karaçelik de son filmleriyle Ayvalıklı izleyicilerle buluşacak. Deniz Türkali, Lale Mansur, Barış Gönenen, Ezgi Çelik, Merve Asya Özgür, Nazmi Kırık, Selin Yeninci, Selen Uçer, Gizem Bilgen, Ece Dizdar, Deniz Cengiz ve daha pek çok yönetmen, oyuncu, yapımcı ve senarist filmlerinin gösteriminde izleyicilerin sorularını yanıtlayacak.
Festival programının detayları için buraya tıklayın. (TY)








