Önce çocuklarını camdan atarak kurtaran Tuğba'yı anlatıyor.
Sonra yatalak annesini kurtarmaya çalışırken kendisi de ölen Hatice'yi.
"Kadınlar bir deprem, afet olduğunda da kendilerinden önce başka canları kurtardılar, kendileri çaresizce öldüler..." diyor.
"Herşey sınıfsal olduğu kadar patriyarkal" diye ekliyor.
Tuğçe Özçelik. Mahalle Afet Gönüllüleri Derneği'nden. 6 Şubat Maraş'taki iki büyük depremin haberini alır almaz Mahalle Afet Gönüllüleri ile birlikte İstanbul'dan Antep İslahiye'ye giden gönüllülerden.
Biz bu söyleşinin son halini hazırlarken (20 Şubat Pazartesi 21.00 civarı) "Şimdi Hatay'a geçiyoruz" diye mesaj atıyor.
Antep ve İslahiye'de arama kurtarma çalışmalarına katılan Tuğçe'nin hepimize bir çağrısı var:
"Biz şimdi birbirimizin yaralarını saralım. Yasımızı yaşayalım. Birbirbirimize sarılalım. Birbirimizden başka kurtarıcımız yok..."
“Oraya gitmekten başka şansım yoktu”
Depremin haberini ilk nasıl aldın?
6 Şubat sabahını anlatayım önce. Depremin olduğu bilgisi uzun zamandan beri içerisinde gönüllü olarak bulunduğum Mahalle Afet Gönüllüleri Derneği’nin iletişim gruplarına geldi. Oradan başlatılan bir iletişim zinciriyle birlikte biz de göreve çağrıldık.
Depremin boyutunu kavradığımda, oraya gitmekten başka şansımın olmadığını biliyordum, çünkü çok büyük bir deprem, çapı çok büyük ve uzun zamandan beri de bu konuda eğitim alan kişiler olarak bunun sorumluluğuyla da davranmamız gerektiğini düşünüyordum.
Ben daha önce Van Depremi’nde de bulunmuştum. Depremin hemen ardından hayatın yeniden inşası çalışmaları için Van'a gitmiştim.
"İnsanlara ne kadar hızlı ulaşırsak o kadar iyi"
Peki, bölgeye gittiniz ve neyle karşılaştınız?
Burayı görür görmez devletin buraya hızla gelemeyeceğini anladık.
Bizim zaten aldığımız eğitimleri depremin ilk 72 saatinde hiç kimsenin, devletin veya herhangi bir devlet kurumunun afet bölgesinde tam kapsamlı bir çalışmaya başlayamayacağını bilerek alıyorduk.
O yüzden oradaki her bir insan zerresine insanların ihtiyacı olduğunu biliyorduk.
Yola çıkarken şunu da gördük. Daha birkaç saat olmuşken bu organizasyonun yapılamadığını ve devletin kaynaklarını afet bölgesinin tamamını eşit biçimde bölüştürmediğini de gördük.
Hatta biz, görev talep ettiğimizde umarız ki görevimiz Hatay'a çıkar, Adıyaman'a çıkar diye düşünüyorduk. Çünkü daha birkaç saat olmuşken henüz ölümler olmadığına dair mesajlar geliyordu. Enkazlar arasında “insanlar ağlıyor ses veriyor” mesajları geliyordu.
Hatay'dan geliyordu bu mesajlar. Herhangi bir organizasyonun olmadığına dair de mesajlar geliyordu. Antep'e çıktı bizim görevimiz. Antep İslahiye'ye.
“İnsanları yakınlarına kavuşturmak için gittik”
"Çocukluğumdan beri gönüllü faaliyet içindeyim"
Hiç panik olmadınız mı?
Herhalde ki hayatımın büyük bir çoğunluğunu gönüllü faaliyetler yaparak geçirdim. Aynı zamanda sosyalistim. Başka bir şansım olduğunu düşünmüyorum bu nedenle de. Çünkü yaşam biçimi olarak toplumun tamamının dayanışmasına inanıyorum. Bir feminist ve sosyalist olarak dünyayı başka türlü değiştirmek istiyorum.
Çocukluğumdan beri zaten gönüllü çalışmalar yapan insanlarla birlikte büyüdüm ama kendim reşit olduğumdan 16-17 yaşımdan beri aktif bir şekilde toplumsal mücadele alanlarındaki bütün kurumlarla birlikte gönüllü faaliyet yürütüyorum.
Hayatımın büyük bir kısmını da bu anlamda yönlendiriyorum.
Başka bir şansım olduğunu düşünmüyorum bu nedenle de. Çünkü yaşam biçimi olarak toplumun tamamının dayanışmasına inanıyorum.
Bugün iktidarlar tarafından bambaşka politik saiklerle, ekonomik saiklerle yönetilen hayatlarımızın daha insancıl olması için mücadele eden birisiydim, birisiyim, mücadele eden birisiyim.
Bir yerde deprem olduğunda tıpkı Van'a gittiğimiz gibi, tıpkı İzmir'e gittiğimiz gibi, tıpkı Elazığ'la dayanıştığımız gibi dayanışmak zorundaydık.
Çünkü şunu biliyoruz, bizler gönüllü eğitimleri alırken de bu memlekette yurttaşlar olarak yaşarken de ancak ve ancak bizlerin yaralarını saracak şeyin birbirimizin dayanışması olduğunu biliyoruz. Pandemide de gördük bunu.
Pandemide de böyle büyük çaplı bir şeyde devletin yurttaşlarını yalnız bıraktığını gördük. Tercihlerini sermayeden yana, patronlardan yana yaptığını gördük.
Tercihlerini kendi yandaşlarından yana yaptığını gördük öyle bir pandemide bunu yapan iktidarın böyle bir depremde de bunu yapmaktan başka seçeneği yoktu.
Yönetemediler değil, yönetmek istedikleri gibi yönettiler. Ve bizler için de gördüğümüz manzara şaşırtıcı olmadı. İyi ki de gittik dedik.
“Ped isteyemiyor, temiz iç çamaşırı yok”
Peki kadınlar açısından bölgede tanık olduklarınızı biraz anlatır mısınız?
Kadınlar açısından çok ciddi anlamda depremin ilk olduğu günlerde hijyen sorunu çok barizdi.
Çünkü, ped isteyemiyor, temiz iç çamaşırı yok. Herkes zaten olduğu gibi çıkmış. Kılığı kıyafeti yok üstünde. Ama öncesinde ben iki kadını anlatmak istiyorum.
Tuğba'nın hikayesinden başlayacağım. Çalıştığımız apartmanlardan bir tanesinde bir kadın vardı Tuğba. Tuğba'yı biz çocuk odasında bulduk. Ama maalesef ki hayatını kaybetmişti.
Daha sonra Tuğba'nın hikayesini anlattılar bize. Kahraman müthiş bir kadın. "Herkese anlatılmalı hikayeyi" diye konuşuyorlar.
Deprem olduğunda Tuğba'nın kocası çıkıyor. Tuğba çocuk odasında koşuyor. İki tane çocuğunu camdan atıyor dışarı, hayatta kalsınlar diye. Kendisi de çocuklarının yatağının başında. Kendini korumaya bile vakti kalmadan binanın yıkıntılarının altında kalıyor.
Sonra bir de Hatice var. Gene aynı binada. Annesiyle birlikte yaşıyor Hatice. Annesi çocuk odasında kalıyor. Bu da kocasının sağ kurtardığımız kocasının anlatısı.
Annesi çocuk odasında kalıyor. Onlar da hemen yanındaki yatak odasındalar. Hatice deprem olduğunda ilk iş koşuyor annesinin odasına. Çünkü annesi çok yaşlı ve yatalak. Annesinin odasında koşuyor. Kapı sıkışmış oluyor hareket yüzünden. Sonra çıkması gerekirken çıkmıyor. Tekrar kapıyı zorluyor ve kapı açılıyor.
Ama kapı açıldığında içerideki yorganlar döküldüğü için araya, Hatice de altında kalıyor ve kocasına söylediği, son sözü "ben nefes alamıyorum, hakkını helal et" olmuş. Annesi de Hatice de ölüyor.
Enkazın altında kalmak sınıfsal olduğu gibi patriyarkal. Çünkü kadınlar tıpkı hiçbir şey yokken ortada kadınlardan beklenen bütün herkesin bakımı, sorumluluğu, hayatta kalması gibi şeyleri deprem sırasında da yapmak zorundalar.
Ve deprem sonrasında da şimdi kadınlar, çadır kentlerde, o çadır kentlerin tamamını organize etmekte sorumlu.
"Kadınlar her zamanki gibi hayatın tüm yükünü taşıyor"
Eksik mi var? Yemek mi pişmedi o gün? Gelmedin mi yemek diyelim ki bir yerden yardıma. Onun sorumluluğu kadında olacak. Gidip bulmak da kadında olacak. Ben daha önce Suruç'taki kamplarda da bulundum.
Oradaki çadır kentlerinin tamamı kadınlar tarafından organize ediliyordu. Yemek, temizlik ve yapılmadığında da o çadırdaki kadın sorumluydu bundan.
Pandemide de aynı şey oldu. Evlerimizde kapandık. Hepimiz evdeki erkek de çalışıyor, kadın da çalışıyor bir ücretli işte. Ama kadın evdeki herkesin sağlığının korunmasından, eğitim faaliyetinin devam etmesinden, beslenmesinin sağlanmasından eğer kovidse, kadın da kovid olsa evde gene herkese bakmaktan sorumluydu.
Enkazın altında kalırken de aynı şekilde kalıyoruz çıktığımızda da değişmiyor mesela. Bizim arkadaşlarımız molalarından bir tanesini de oradaki ilk kurulan çadır kente gitti ve kadınlarla görüştüler.
"Çadır kentlere kadınlar açısından bakılmalı"
Bir kadın mesela iç çamaşırı yok kadının. Ama söyleyemiyor kimseye. Günlerdir öyle dolaşıyor. Ped ihtiyacı var, söyleyemiyor. Günlerdir öyle dolaşıyor. Şiddet vakaları da çok hızlı bir şekilde başlamış oldu.
Deprem sonrası yaraların sarılması gerekiyor. Devlet burada çok aciz. Yanlış giden, eksik giden her şeyin tamamlanması kadınların üzerinde kalacak. Önümüzdeki günlerde daha da açıkça göreceğiz. Kadınların yan yana gelmesinin bile sağaltıcı etkisi olduğu yerdeyiz.
Bütün bu çadır kentlere kadınlar açısından ayrı bir gözle bakılması gerekir. Hayatın yeniden inşasında kadınlar açısından ayrı bir gözle bakılması gerekir.
Şiddet vakaları artacak. Tecavüz artacak. korunmanın korunma sorunları açığa çıkacak. Cinsel yolla bulaşıcı hastalıklar artacak ve bütün bunların ceremesini de kadınlar çekecek. Çünkü biraz önce söylediğim gibi enkaz yani deprem de her şey gibi hem sınıfsal hem de patriyarkal maalesef.
"Daha havalimanında bu krizin yönetilemeyeceğini gördük"
Bu kadar önemli arama kurtarma çalışmalara katılmak ne hissettiriyor?
Biz, derneğin bileşenleri olarak bölgeye parça parça gittik. Ben hemen ikinci ekipteydim. İlk ekip birkaç saat sonra harekete geçti. Ben de on saat sonra harekete geçen ekiple birlikteydim.
Daha havalimanında, bu krizin, bu afetin yönetilemeyeceğini görmüş olduk. Çünkü İstanbul İtfaiyesi yüz küsur kişilik bir ekiple hazır teçhizat beklerken AFAD'ın gel ne olursan ol, gel çağrısına gelen, dayanışmak isteyen herkes uçaklara bindi ve İstanbul İtfaiyesi dışarıda kaldı. Biz dışarıda kaldık binemedik uçağa.
Normalde binmemiz gereken bize tahsis edilmiş uçağa bir anda kapıları açtılar ve doldurdular insanları. Bunu havalimanında gördük. Zaten oradakiler de "artık baş edemiyoruz, yönetemiyoruz bunu" diyorlardı.
Oradan itibaren bu krizin yönetilemeyeceğini gören insanlar olarak Antep'e gittik. Yol boyunca Antep merkezde çok bir şey yoktu. Fakat merkez üssü olan Nur Dağı ve İslahiye'de kent yerle bir olmuştu. Nüfus bakımından daha küçük ilçeler olabilir ama ayakta kalan hiçbir şey yoktu.
Herhangi bir şekilde bir binaya girip kalınamıyordu bile insanlar sokakta, köylerde dahi evler yıkılmıştı, tek katlı binalar yıkılmıştı, duvarlar çökmüştü. Böyle bir organizasyonsuzluğun içerisinde Antep'e vardık.
O kadar ki biz bir grup olarak Antep'e varıp üst işte merkez üssümüzü kurduktan hemen sonra. oraya işte polis, jandarma gibi gruplar da geldiler enkaz çıkarmaya. Hiçbir şeyleri yoktu.
Yiyecek yemekleri yoktu, su yoktu. Bizim kendi imkanlarımızla, gönüllülerimizin aracılığıyla sağladığımız kekler ve galetalar dışında yiyecek hiçbir şey yoktu.
Ve gittiğimizde bir karşılaştığımız yıkım karşısında hepimiz hayal kırıklığına uğradık. Çünkü beklentimiz kaç yıldır yapılan şeylerde tatbikatlarda gördüğümüz şey biz oraya gideceğiz. AFAD orada hazır bulunmuş olacak. Merkezde bunu işte bizi göreve gönderecekler. Hemen gideceğiz.
Orada bir sıhhiye çadırı olacak, beri yerde bir tane aşevi olacak, tuvaletler kurulmuş olacak. Bizim bütün tatbikatlarımız böyleydi.
Ama İslahiye'de tuvalet yoktu. Altyapı zaten tamamen çökmüştü. İlk tuvalet önce İnsan Derneği yanlış hatırlamıyorsam İslami bir derneğin getirdiği tek kabinli bir tuvalet de bizim bulunduğumuz bölgeye getirilen tuvalet.
Ve o da iki gün sonra geldi. Üçüncü gün de AFAD'ın ilk çadır kenti kuruldu bulunduğumuz yere. Ve biz hala enkazlardan insanlar çıkarmaya devam ediyorduk.
"Su yok, yemek yok, tuvalet yok"
İnsanlar ciddi anlamda çaresiz bir şekilde bekleyiş halindeydi. Evlerin önünde bekliyorlardı. Araçlarda yatıyorlardı. Benzin bulamadık
Benzin. Çünkü kuyruklar vardı. Bütün bu organizasyonun oturması dördüncü gününü buldu oraya gittiğimizde.
Biz giderken bir yandan da İstanbul'dan insanlar parça parça gönüllülerimiz gelmeye devam ediyordu. Yaklaşık iki yüze yakın gönüllüyle birlikte gönüllü ve profesyonel arama kurtarmacıyla birlikte alandaydık, sahadaydık.
Ana ekiplerimizin bölgeye varması, ekip liderlerimizin bir kısmının bölgeye varması otuz altı saatlik bir yolculukla oldu. Üçüncü
"Binanızda jandarma, polis varsa arama kurtarma geliyor"
İstanbul'dan çıkan ekibimizi araç tahsis edilemedi bölgeye gelmesi için. Kendi imkanlarımızla kiraladık. Aramızda topladığımız parayla bir otobüs kiraladık. Ekibimizi oraya getirdik. O parayla bambaşka bir şey yapılabilirdi. O parayla herhangi başka bir şeye harcanabilirdi. Bir çadır çadır alınabilirdi. Başka bir şey olabilirdi.
Biz de eğer havalimanından İslahiye'ye taşıyacak bir araç olsaydı o parayla başka bir şey yapabilirdik. Biz kendi ekibimle hemen ertesi gün indiğimde Antep'e biz araç işgal etmek zorunda kaldık. Çünkü bize bir araç tahsis etmiyorlar.
Ekipmanlarla her şeyini bekliyoruz. Gideceğiz ve enkaza gireceğiz. İnsan kurtarmaya gideceğiz. Araç yok. Otobüs yok. Çağırıyoruz gelmiyor. Kendi imkanlarımızla her şeyi halletmeye çalıştık oraya gittiğimizde. karşılaştığımız manzara gerçekten üzücüydü.
Ben bu anlamda Türkiye'deki herkesin fay hattının üzerinde yaşasın yaşamasın evi yıkılsın yıkılmasın, o bölgeye gitsin gitmesin. Herkesin ve her birimizin birer afetzede haline, depremzede haline dönüştürüldüğünü düşünüyorum.
İmkanları açmak yerine, dayanışmanın önünü açmak yerine engelleyen bu iktidarın hepimizi birer depremzedeye, çaresizlik hissine boğduğunu düşünüyorum.
İnsanlar son ana kadar umutlarını hep korudular. Son ana kadar belki yakınlarına kavuşurlar diye hep beklediler. Fakat enkaz
Enkaz altında kalmak da sınıfsal. Eğer bir yakınınız varsa üst düzey bir bürokratla aynı evi paylaşıyorsanız, aynı binayı paylaşıyorsanız. Jandarmadan, polisten bir şeyden falan birileri varsa binanızda o binaya her türlü imkan, arama kurtarma bakımından sunuluyor. Termal geliyor, sismik geliyor, köpek geliyor...
"Sibel'i ısrar edip bulduk"
Ama eğer siz bu ülkenin dümdüz bir yurttaşıysanız, sizin binanıza termal gelmesi ihtimali çok düşük oradaki arama kurtarmacılardan bir tanesi gelen şey ekibe yalvar rica minnet edip, "şuraya da bir bak hazır gelmişken" diyorsunuz.
Biz çalıştığımız enkazlardan bir tanesini gerçekten ricayla, hazır gelmişken şuraya da bak diyerek köpek soktuk, sismik soktuk, termal de soktuk. 175. saatin sonunda Sibel'i bu sayede bulduk.
"Sistem çöküyordu, dayanışma yükseliyordu"
Günde kaç saat çalışıyordunuz?
Şimdi biz yirmi dört saat çalışan ekiplerden biriydik. Her ekip yirmi dört saat çalışmıyor. Vardiyalı çalışıyorduk. Altı saat çalışma, altı saat dinlenme.
Bir kere su içmeniz lazım çalıştığınız için sürekli. İçemiyorsunuz, tuvaletiniz gelir diye. Çünkü tuvalet yok. Gidebileceğiniz. dinlenme saatinizde yemek yemeniz lazım yemek bulmak bir dert. Sıcak yiyecek yemek yok. Çorba bulursak müthiş bayram ediyorduk. iki gün boyunca galetayla beslendik biz de ağır iş yapıyoruz, enkazda çalışıyoruz. Molamız da galeta yiyoruz.
İlk günlerde on iki saat, on dört saatte varan çalışmalar yaptık. Bizler de dahil olmak üzere birçok arama kurtarmacı 48 saatin üzerinde uykusuz çalıştı.
Karşılaştığımız şey çöken bir iktidardı. Karşılaştığımız şey çöken devletti. Karşılaştığımız şey yüksek bir dayanışmaydı.
Enkazları başında bekleyen insanlar, biz çalışmaya devam edebilelim diye kendi yemeklerinden getirip verdiler bize.
Kendilerine gelen imkanları bize seferber ettiler. Bütün gün, ateşimizi sıcak tutup canlı tutup çay demlediler bize.
Neye ihtiyacımız olsa hemen bulmak için çaba sarf ettiler. Benim kepçe operatörü arkadaşlarım var...
Çünkü insanlar elinde kepçesi var bileğinde yeteneği var. Enkaz enkaz dolaşıp çalışmak istiyorlar. Bizi bu enkaza sokun hemen çalışalım, birilerini kurtaralım diye. Normalde bunun organize edilmesi lazım. Bir gün bir tane yıkılmış binanın başında üç dört saat boyunca resmi yerden talep ettiğimiz kepçenin gelmesini bekledik.
Bir telefon açtık biz kendimiz bölgedeki insanlara. Yarım saat içerisinde geldi kepçe elinde ne varsa kazması, küreği, hiltisi getirip seferber etti. Tanımadığı insanlara, tanıdıklarına, komşularına...Devlet, sistem çökerken bu halkın gerçek dayanışma duygusu, birbirini savunma duygusu da yükseliyordu.
"Yasımızın üstünde tepiniyorlar"
Son ne eklemek istersiniz?
Son olarak şeyi eklemek istiyorum. Döndüğümde İstanbul'a ciddi bir içe kapanmayla karşılaştım. Koli yapıyoruz düzenli olarak takip ediyoruz. Kimi sağ çıkanlara seviniyoruz. Ölülere üzülüyoruz ama kapanmışız ya evimizde televizyonun başındayız ya da bir kolinin başındayız. İstanbul içe çekilmiş durumda. Öfkesini kendi kendinde yaşıyor, yasını yaşayamıyor. Zaten yasımızın üzerinde tepiniyorlar. Terörize ediyorlar.
Bütün duygularımızın terörize edildiği bir ortamla karşılaştım. Bu yası yaşamamız lazım. Bu yası tutmamız lazım.
Oturup hep beraber yan yana gelip ağlamak değil ama çok açık ki bizi birbirimizden başka anlayan kimse yok ortalıkta. Bu devletin hiçbir yöneticisi blediye başkanından milletvekiline kadar. Hiçbiri sahada bizimle çalışanları tenzih ederek söylüyorum. Hiçbiri bizi anlayabilecek durumda değil.
Bizi anlamak yerine, ilk andan itibaren engellemekle uğraşıyor bu iktidar. Afet deprem bölgelerine erişmemizi engelliyor. Oralarla dayanışmamızı engelliyor. Kurduğumuz kriz koordinasyon merkezlerine kayyum atıyor, bizleri not ediyor. Yardım yapanların ifadeye çağırıyor. Onların bizi not ettiği gibi biz de bunların hepsini bir bir not ediyoruz.
Sanmasınlar ki tek not eden onlar. Biz bunların hepsini bir bir not ediyoruz. Şimdi değil. Biz şimdi birbirimizin yaralarını saralım. Yasımızı yaşayalım. Bir birbirimize sarılalım. Çok çok da uzak bir zamanda değil. Şu herkes sevdiğini öyle ya da böyle bir herkes akrabasına, eşine, dostuna öyle ya da böyle bir kavuşsun.
Bitsin şu hengame bir. Çok değil. Çok yakın zamanda biz bu not defterini çıkaracağız. İşte o zaman tekrar bakarız. Kim kimi not ediyor, kim kimi ifadeye çağırıyor.
İhtiyacımız olan şey kendimize, duygumuza, hissimize kapanmak değil.
Ne hissediyorsak birlikte yaşamaya ihtiyacımız var. Ben benim gibi hissedenlerle yan yana gelmeye çok ihtiyaç duyuyorum. Ve kendim gibi hissedenleri yan yana gelmeye çağırıyorum.
(EMK)