Yazar Menekşe Toprak kendisini “Çağına tanıklık etmeye çalışan bir okuma oburu” olarak tanımlıyor.
Kendisiyle yaptığımız söyleşiden anladığım çağına damgasını vuran sorunlardan biri kadına yönelik ayrımcılığın toplumun bilinçaltına işlemesi.
Türkiye’deki kadın meselesini irdeleyen metinleriyle “kadın” konusuna da dikkat çekmeye çalışıyor. Kendi alanındaki çabasını şöyle aktarıyor: “Ağıtın Sonu adlı romanımda ben de bu durumu, yani gelenekle büyümüş bireyin modern yaşam karşısındaki çaresizliğini anlatmayı denedim. Ama biz yazarlar ne kadar anlatırsak anlatalım, korkarım sesimiz çok az kişiye ulaşıyor”.
Eserlerinde tanığı olduğu toplumu, dönemi ve “kadın”ı yeniden yaratan metinleriyle iç sesinin yankılarını duyurmaya devam ediyor. Tabiat, aşk, kendini bulma ve çocukluk travmalarının izdüşümleri etrafında “kadın” psikolojisini de irdeleyen yazar; “kadın”ın hak ettiği yeri insancıl bir tutumla yeniden anlatıyor.
8 Mart dolayısıyla farklı mesleklerden kadınlarla yaptığım röportajlarda* bu hafta Menekşe Toprak’la edebiyata ve kadın meselesine yaklaşımını konuştuk.
8 Mart 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı gerçekleştikten sonra Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak ilan edilmiş. Günün önemi hakkında neler söylemek istersiniz?
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, en azından bir meseleyi işaret ettiği, konuşmaya ve tartışmaya vesile olduğu için önemsiyorum. Kuşkusuz, bizler ne 1856’da bir grev sırasında yaşamını kaybeden ve bugünün böyle anılmasına vesile olan tekstilci kadınların zamanındayız ne de Clara Zetkin’in mücadele ettiği yüzyıl öncesinin Almanya’sında. Bazı toplumlarda epey mesafe kaydedilmiş, bazılarında bir arpa boyu yolu alınmamış olsa da kadının eşitlik mücadelesi devam ediyor. Tabii 8 Mart’ı adeta anneler günü ile karıştırıp kutlayanlar da var. Hatta bilinçli olarak kadını anneliğiyle yüceltip bu yolla terbiye eden bir anlayış da mevcut. Buna karşı çıkmak gerekiyor.
Simone de Beauvoir “… Gene de hiç belli olmaz, bakarsınız günün birinde, farklılığın kutuplaşmış ikiliklerinin sınırlarına hapsolmadığı düşünsel ve siyasal bir iklimde, bugün ancak bir özlem olarak var olabilen ‘cinsiyet tanımayan akıl ve insan’ kavramı, gerçeğe dönüşür” ifadesinden yola çıkarak eril tarihin son bulacağı düşüncesi ütopik midir sizce?
Bu hiç de ütopik değil, hatta bazı gelişmiş ülkelerde bunun belirtileri görülüyor bile. Örneğin Finlandiya, Norveç gibi gelişmiş ülkelerde kadınların, ister akademide ister siyasette olsun, önemli pozisyonları işgal ettiği biliniyor, okullarda oğlan çocuklarının neden kız çocuklarından daha az başarılı oldukları ve hatta oğlanların topluma nasıl entegre edilebileceği tartışılıyor. Hoş bu ülkelerde de kadın hâlâ eşit işe eşi ücret alamadığı gibi annelik izni ve çocuk bakımı dolayısıyla çalışma hayatından kopabiliyor, dezavantajlı bir duruma düşebiliyor. Yine de geleneksel kadın ve erkek algısı değişiyor. Bu yüzden bir çeşit erkeklik krizi yaşanıyor dünyada. Her gün bir kadının katledildiği bizimki gibi bir toplum için de aynı şey geçerli bence, hatta bizdeki erkeklik krizi çok daha derin. Dikkat ederseniz eskiden kadın cinayetleri töre ya da namus cinayetiydi, şimdilerde aşk cinayetlerinden söz ediliyor. Kadın tarafından reddedilen, istenmeyen erkek kendine yöneltemediği silahı kadına doğrultuyor yani.
Diyeceğim, insanlık kendi eliyle kendini yok etmez ve tür olarak dünyada varlığını sürdürebilirse pek çok şey değişecek. Bunu gerçekleştiren de bilim olacak. Düşünün ki tıp artık kadının kemik iliğinden sperm üretebiliyor. Bu bütün düşünce yapımızı değiştirebilecek nitelikte muazzam bir gelişme.
"Biz ne kadar anlatırsak anlatalım"
Sözünü ettiğiniz insan hakları, akıl, vicdan, modernleşme gibi kavramların ortaya atıldığı, dini otoritelerin, mutlakiyet rejimlerinin sarsıldığı ve demokrasi adına güzelliklerin yaşandığı toplumlarda kadın adına bir türlü aşılamayan keskin yargıların nedeni ne olabilir?
İnsanlığın ortak kültürü ve dili dini öğretilerden, geleneksel anlatılardan arınmış değil henüz, en gelişmiş ülkelerde bile bu böyle. Medea mitolojisinden tutun da bizi çocukluktan ergenliğe ulaştıran Kül Kedisi, Uyuyan Güzel gibi masallara kadar ortak kültürümüzü oluşturan “pasif ve iyi kadın”, “aktif ve kötü kadın” ayrımı bilinçaltımıza öyle işlemiş ki…
Yıllardır feminist kuramcılar ve kimi kadın yazarlar bu bilinçaltını temizlemeye çalışıyor. Ağıtın Sonu adlı romanımda ben de bu durumu, yani gelenekle büyümüş bireyin modern yaşam karşısındaki çaresizliğini anlatmayı denedim. Ama biz yazarlar ne kadar anlatırsak anlatalım, korkarım sesimiz çok az kişiye ulaşıyor. Asıl büyük etkileşimi sağlayan medya, özellikle de televizyon ve diziler maalesef.
Farklılığı dışlamayan, eşitlik için daima mücadele eden feminist anlayıştan yana olan insanların, cinsiyete dayalı iktidarlara karşı makro bir örgütlenme yaratması etkili olabilir mi?
Ben feminist bir teorisyen değilim. Çağına tanıklık etmeye çalışan, meselesi olan konular etrafında anlatılar kuran ve bu doğrultuda okumalar yapmaya çalışan biriyim. Şunu biliyorum: Hem kadın hem birey olarak başkalarından tabii ki farklıyım, hele erkek yazardan daha da farklıyım. Üstelik dünyamız artık sadece kadın ve erkek gibi iki kutuptan, iki cins üzerinden tanımlanmıyor. LGBTİ bireylerini de içeren bir queer gerçeği ve teorisi var.
Doğa ve o doğanın bir parçası olan hayvan hakkı diye bir şey var ve asıl gerçeğimiz de bu. Dengesini bozduğumuz doğanın kendini bize dayatmaya başladığı bir dönemdeyiz ve geleneksel düşünme biçiminin buna direnmesi uzun vadede pek mümkünmüş gibi görünmüyor.
"Birini ne kadar yüceltirseniz..."
Bir yanda şiirden romana, müzikten resme, heykelden sanatın çeşitli alanlarına erkeğin duygu dünyasının yaşam kaynağı olan “kadın” olarak tanımlana gelmiş. Öte yanda erkek; dini, siyasi vs. faktörlerin etkisiyle kadını ötekileştirme yoluna gidiyor. Bu nasıl bir ikilem?
Acaba erkek tarafından yazılan her şiirin muhatabı kadın mı gerçekten? Aşk acısını çok iyi anlatan eşcinsel bir yazarın, şairin sevgiliyi yüceltirken kadını düşünmediği kesin. Ayrıca birini ne kadar çok yüceltirseniz o kadar sert de yere çarparsınız bence. Hem dinler, mitler, geleneksel masallar ortak kültüre, bilinçaltımıza böyle nüfuz etmişken erkek yazar, neden bundan muaf olsun ki. Sadece erkek değil, bazı kadın yazarlar da erkek bakış açısına sahip olabiliyorlar metinlerinde.
Buradan “kadın eşittir namus” kavramına geçelim. Namus kavramının kadın ile özdeşleştirilmesine neler diyebilirsiniz?
“Namus neredeyse eşittir kadın” gibi bir ifade bile midemi bulandırmaya yetiyor açıkçası. “Namus” ad, şöhret, şan anlamına gelen “nam” kökünden geldiğine göre, bunun daha çok eril düşüncenin kullanım alanına girdiğini varsayabilirim. Namus sözcüğünü sevmediğimi ve çok ender kullandığım da belirteyim. Ama eğer kullanmam gerekse kesinlikle özüne en uygun anlamı seçerdim: Yalancı olmamak, dürüst olmak, başkalarının malına ve canına göz koymamak, ahlaklı olmak gibi. Ben ahlakın hem kadın hem de erkek için erdem ve zorunluluk olduğu bir ailede ve ortamda yetiştim. Maalesef şimdilerde ahlak bir erdem olmaktan çıkmış görünüyor. Bunu en çok da siyaset teşvik ediyor.
Menekşe Toprak hakkındaGazeteci ve yazar. Öyküleri çeşitli dergi ve antolojilerde yayımlandı. Almanca, Fransızca ve İngilizceye çevrilen bazı öyküleri ise bu ülkelerin edebiyat dergileri ve öykü antolojilerinde basıldı. "Ağıtın Sonu" adlı romanı 2015 Duygu Asena Roman Ödülü’ne değer görüldü. İlk ve ortaöğrenimini Köln’de ve Ankara’da tamamladı. Radyo gazeteciliği yapıyor, Berlin ve İstanbul’da yaşıyor. Öykü - Valizdeki Mektup (YKY, 2007), Hangi Dildedir Aşk (YKY, 2009); Roman - Ağıtın Sonu (İletişim Yayınları, 2014), Temmuz Çocukları (YKY 2011 ve İletişim Yayınları 2015), Die Geschichte von der Frau, den Männern und den verlorenen Märchen (Ağıtın Sonu), Orlanda Verlag 2017, Çeviri: Sabine Adatepe. |
* Röportajlar 9 Mart 2019'da Nevşin Mengü ile başladı. Menekşe Toprak'tan sonra hak savunucusu ve avukat Eren Keskin, eski HDP milletvekili Ayla Akat ve müzisyen İlkay Akkaya röportajları var.
(DM/HK)