Mesela yıllar önce düşünülemeyecek bir şey oldu ve kanunlarda namusa dair neredeyse bütün referanslar çıktı.
Artık toplumsal cinsiyeti sorunlaştıran, bunlar üzerine kafa yoran projelerimiz, eğitim programlarımız var. Kadın çalışmaları merkezlerimiz de var. Kadın meselesi üzerine düşünmeyi bir zamanlar durduğu marjinal yerden oldukça kabul edilmiş bir yere getirdiğimizi söyleyebiliriz.
Örneğin feminist hareketin başlarında oralarda olan bir arkadaşım feministlerin verdiği dilekçeye cevap vermeyen bir meclisten bahsediyor. Oysa simdi meclis komisyonları, bakanlıklar, müdürlükler var kadın meselesiyle ilgilenen.
Merkezi otoritelerde önem kazanırken kadın sorunları, yerel otoriteler de geri durmuyor. Mesela bir metropol belediyesinin çıkardığı kadın çalışmaları dergisi var.
Ve de derginin hem kalitesi hem de İzmir ve diğer Anadolu kentleri gibi metropol dışı yerlerden yazı derlenmiş olması, kadın meselesinin nasıl da her geçen gün daha ço çalışıldığı daha çok üzerine düşünüldüğünün bir göstergesi olabilir.
Edebiyattan sinemaya hemen her türlü sanat dalında 'kadın bakış açısı'nı araştıran paneller düzenleniyor, kitaplar basılıyor, televizyonda aktüel programlarda, verilmiş konularda adına -doğru ya da yanlışıyla- 'feminist' denen bir pozisyonun verilmiş temsilcilerinin fikirleri alınıyor.
Bütün bunlar kadınlar açısından bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Öyle de yapılıyor. Kazanım ya da başarı deyince tabii ki sorunların hepsi hiçbir şekilde çözülmüş değil, örneğin kota meselesi var; ya da namus olayında namus saikı ile kadın öldürmeyi ağırlaştırılmış tahrik kapsamına alamamamız var.
Cinsel taciz, işyerinde taciz ile ilgili bir sürü mesele var, ev içinde şiddet tabii ki duruyor, ve tabii evlilik içi tecavüz, eşcinsellik meseleleri, ya da kadınların cinsel zevklere olan hakkı, ya da genel olarak cinsellik meselesi tabii ki daha pek dokunulmamış olarak duruyor...
Ama sanırım burada görece başarıdan bahsediyorum ve siyasi alanda başarı hep göreceli. Dünyanın neresine bakarsak bakalım kadın hareketi devamlı bir şeyleri kazanıyor bir şeyleri kaybediyor. Biz ise son on on beş yılda üzerinde uğraştığımız konuların neredeyse hepsinde bir takım şeyler alabildik.
Bu iyimser sarhoşluk içinde birilerinin durup, hatta geriye dönüp feministler olarak kendi öz eleştirimizi yaparken hala yapılması gerekenleri sıralamakla yetinmek olmaz. Ne yaptık sorusunu da ciddi bir biçimde değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Ne yaptık?
Varsa nerede hata yaptık? Şimdi neler yapılabilir? Bu soruları ilk soran olmadığımın bilincindeyim. Mutlaka çeşitli gruplar içinde bu tür değerlendirmeler yapıldı. Ben burada feminist harekete biraz mesafeli durarak, belki de bazılarının 'dışarıdan' diyebileceği bir bakışla, böyle bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Evet özetle kimilerinin ikinci dalga, kimilerinin kurumlaşmış feminizm ya da proje feminizmi dediği belki de kadın kısaca kadın hareketinin başarıları diyebileceğimiz bir olgudan bahsetmek istiyorum.
Daha özel olarak da bu yazıda son dönemde kadın hareketinin iki yöndeki etkisinden, bahsedeceğim. Birincisi kanunlara, ikincisi gündelik hayata yapılan kurumlaşmış ve de şu anda siz bu yazıyı okurken kurumlaşmakta olan müdahaleler.
Evet, önce kanunlar. Bugünlerde öyle zamanlardan geçiyoruz ki Türkiye'de her gün bir kanun değişiyor. Bu değişenler sadece hayattaki uygulamalar ile ilgili kanunlar değil, örneğin nasıl boşlanılacağı değil sadece değişen. Kimin bizi boşayacağı da değişiyor.
Eskiden Asliye Hukuk Mahkemeleri'nde iken şimdilerde Aile Mahkemeleri'nde bitiyor evlilikler. Bu sadece kişiler arası ilişkilerde değil, hemen hemen her alanda örneğin ekonomide de böyle.
Ekonomik bir konuda Danıştay mı karar verecek yoksa Rekabet Kurulu mu, bunun savaşımı da var. Burada hem siyasi özneler muhalefet ve hükümet partileri, hem Başbakanlık Denetleme ve Düzenleme Kurulu gibi, rekabet Kurulu gibi yönetişim kurumları, hem ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütleri -ve özellikle belli sınıfsal ve/veya örgütlü çıkar grupları -işadamları birliği, meslek odaları vesaire gibi- devletin değişik ve birbiriyle ille de uyum içinde olmayan birimleri, yüksek mahkemeler ve parlamento, ve de cumhurbaşkanı bunların hepsi bu savaşımlara taraf.
Aynı özneler alınan kararların hangilerine uyulacağı konusunda da belli bir savaş veriyor. Sonra alınan kararların ve değiştirilen kanunların hangilerinin uygulanacağı üzerine de ciddi bir savaşım var. Yani hukuk her zaman bir savaşım alanıdır ama şu anda yazılı hukukun, mahkeme kararlarına nasıl tercüme edileceği ilişkisi, kararın hayatla nasıl ilişkilendirileceği, bu alanların hepsi birçok ve yoğun savaşıma sahne oluyor.
Peki bu yoğun hukuk savaşının ortasında duran biz noktada kadın hareketi olarak ne yaptık?
Yazılı kanun değişimine neredeyse tartışılmaz bir önem verdiğimiz, bunu ciddi bir güçlenme alanı olarak gördüğümüz ortada. Kanunların değişmesi için kampanyalar, imza vermeler, da kanun değişikliği tekliflerini protestolar son dönem kadın aktivizminin önemli bir eylem alanı. Ve burada yapmakta olduğumuz şey -ki adı da çoğu zaman böyle konuyor- Cumhuriyetin kadınlara verdiği eşitlik sözünü gerçekleştirmesini istemek.
Yani Cumhuriyetin kurumlarında Cumhuriyet ideolojisinin en maddi gösterimi olan hukuka dönüp diyor ki kadınlar: "Ey Cumhuriyet! vereceksen eşitlik ver. Hiç bir mazeretin kalmadı artık."
Öyle ya Cumhuriyet kadınlara eşitlik sözü vermişti ama bu eşitlik sözü bir sürü bağlamda kısıtlı kalmıştı.
Bir kere bu eşitlik aile söz konusu olunca bitiyordu, ki biz bunu son dönemde kanunlarla değiştirdik. Bu eşitliğin kurumları doğru dürüst kurulmamıştı -ki bunu hem kanunlar hem başka yöntemlerle çözmeye çalışıyoruz- ve de bu eşitlik bütün kadınlara ulaşacak şekilde yaygınlaştırılmamıştı- bunu da birazdan tartışacağım.
Kanunlar devletin yönetme ideolojisinin belki de en maddi görünümleri. Ayrıca o ideolojinin gündelik hayat pratiklerine nasıl çevrileceğinin parametreleri de kanunlarla belirleniyor. Kadınlar, kadın hareketi belki de bunun için odaklandı kanunlara.
Bu yazılı kanunlara bu değişikliklerden sonra baktığımızda artık kadınların bir zamanlar söylendiği gibi Cumhuriyetin kızları olmadıklarını görüyoruz. En azından kitaptaki hukukta. Bu kanunlar kağıt üzerinde durdukları halleriyle kadınlara en azından eşitlik sözünü ciddileştirdi ve de kadınların bireysellik alanını önemli ölçüde genişletti.
O zaman sorun ne? Sorun değil belki ama soru bunun gündelik hayatta ne anlama geleceği. Her toplumsal ortamda her zaman yazılı kanunlar ile yaşam pratikleri arasında belli bir kopukluk var.
Hiçbir hukuki metin yaşam pratiklerini bire bir düzenleyemez ya da onun aynası olamaz. Biz de bunu zaten birinci el tecrübemizden biliyorduk. Bu kanunlar geçerken bile çoğumuz içimizden bazen de dışımızdan 'peki bunlar nasıl uygulanacak?' sorusunu soruyorduk.
İşte ben de tam bundan bahsediyorum. Biz bu kanunları geçirmekte bu kadar aktif rol oynayarak bir şekilde çıtayı yukarı çektik gibi geliyor. Yani hayat pratikleri ile yazılı kanun arasındaki uçurumun artmasında kadın hareketi aktif ve ciddi bir rol oynadı.
Ve de eğer şu anda bazı raporların öngördüğü gibi namus cinayetleri yeraltına inerse, ya da adına intihar deniliyorsa bunun artık tek suçlusu olarak devleti gösteremeyiz. Bu biraz da bizim kanunları hızlı ve yukarıdan geçirmeci politikalarla değiştirme stratejimizin bir sonucu.
Bu ne demek diyebilirsiniz. Yani değiştirmese miydik kanunları? Bunu demek istemiyorum. Tabii ki kanunları değiştirmek önemli ve de inşallah etkilerini göreceğiz. Burada feminist hareket bunu kendi gücüyle mi değiştirdi yoksa Avrupa Birliği ulusalüstü politikaların etkisiyle mi oldu tartışmasına girmek de istemiyorum. Zaten biri olmadan diğeri muhtemelen olmazdı.
Burada altını çizmek istediğim husus şu: kanunları değiştirmekte bu kadar merkezi rol oynayınca bu kanunlar ile hayat pratikleri arasında varolan uçurumda da artık bizim sorumluluğumuz oluyor.
Artık bu uçurum sadece devletin meselesidir ya da bir takım kanunlar kanunları kullanamıyorsa sadece erkek egemen toplumun suçudur diyemeyiz. Kanunları değiştirmeye oynamak çok ciddi politik bir oyundur ve de muktedirlerin arasında oynanır.
Kadın hareketi şu anda çok ciddi bir siyasi oyuncu. Bunda ille de kötü bir şey yok. Ama eğer ciddi bir siyasi oyuncuysa, o zaman neyi neden ne adına yaptığımızı, ne umduğumuzu, ne bulduğumuzu ve Avrupa Birliği özneleri, siyasi özneler, ekonomik özneler, sivil toplum özneleri, ulusal, bölgesel ya da uluslararası özneler- gibi değişik iktidarlarla yapılan, yaptığımız pazarlıkları konuşabiliriz.
Burada hiçbir özne cıss kötü onunla iş yapmak yalan gibi net bir denklem yok bence. Ulusal özneler bazen çok problemli şeyler yapıyorlar, bazen de ulusalüstü projelerden yaratıcı öneriler geliyor. Önemli olan girilen pazarlığın niteliği, kimin neyi ne adına yaptığına, ötekini belki de daha önemlisi kendisini nasıl inandırdığı.
Burada net olan şey şu: 'Biz kadınları temsil ediyoruz', ya da 'kadınlar için' demek artık şu gelinen siyasi ortamın karışıklığında hiçbir şey dememin adı. Zaman kadınlar arasındaki -seçtiğimiz ve seçmediğimiz- ayrımları ve de biz kadınların başka kadınlar üzerine kurduğu eşitsizlikleri, dayatmaları, ve de başka kadınlar üzerinden edindiğimiz siyasi başarıları da adlandırma zamanı bence.
Bence bunu yapmak elzem hatta acil. Çünkü biz kendi kendimize bakmazsak Türkiye'de şu anda dönen binlerce iktidar oyunun aktif ama yönü net olmayan, 'kadın' diye bir hayale kapılmış, bu hayali değişik yerlerden topladıkları hikayelerle devşiren ama sık sık birbirine konuşmakta zorlanan aktörleri olabiliriz.
Belki hepimizin ada gibi bir projesi, bir kurumu olacak aşağıda bulunduğunu düşündüğümüz birtakım kadınlar için bir şeyler yaptığımızı düşündüğümüz ve de genç nesilden bizi beğenen birkaç takipçimiz ama istediğimiz bu mu? İstediğimiz öncelikle kendi hayatımızı da değiştirmek değil miydi? Feminizm bundan utanmamanın adı da değil miydi?
İşte burada da ikinci meseleye geldi zaten söz. O da bu geliştirmekte, çalışmakta olduğumuz projelerle ilgili. Tamam gene olmasaydı bu projeler demiyorum. Ama şu anda en azından inanılmaz bir proje bolluğunun içindeyiz gibi geliyor.
Örneğin, namus cinayetleri daha bir kaç yıl öncesinde kimse tarafından bilinmezken şu anda elçiliklerden Avrupa Birliği'ne, Birleşmiş Milletler'den, Türkiye devletine kadar herkes bu konuda para veriyor, fon alıyor, işbirliklerine giriliyor, raporlar yayınlanıyor, projeler yapıyor, hatta geçenlerde bir mektup yazma yarışmasına bile denk geldim bir namus cinayeti kurbanına.
Şu anda Türkiye'de hiç olmadığı kadar para, hiç olmadığı kadar yatırım inisiyatifi, hiç olmadığı kadar enerji var. Ama dikkat edelim yıllarca devletin bizi ciddiye almadığını söyledik durduk. Hep büyük devlet politikaların arasında kadın sorununun es geçildiğini ya da daha da belki kötüsü kendi politikalarına endekslediğinden dem vurduk.
Şimdi sadece devlet değil bir sürü özne/oyuncu var. Kadın sorunundan yüz çevrilmiyor tersine devamlı bir kadın sorunu üzerine bilgi, belge eylem üretmeye çağrılıyoruz. Ama bu gene de kadın sorununu, kadın sorunlarını tartışmak, anlamak için her çağrılışımızda gerçekten bağımsız bir yer açılıyor demek olmayabilir.
Bizi çağıran her siyasi çevre kadın sorunu denen şeyi kendine has bir şekilde çarpıyor bölüyor, şeklini kendi çıkarlarına uygun şekilde çizmeye çalışıyor. Biz sadece ataerkilliğe karşı değil bizi kendisine çağıran bu siyasi 'iyi niyetli, iyi şeyler yapıcı' öznelere de biraz eleştirel baksak iyi olabilir gibi geliyor.
Örneğin türban sorunundan yüz çevirip, kolaylıkla bir yerde mağdur edildiğini hayal ettiğimiz kadınlar üzerine bir şeyler üretmek ne demektir bunu düşünmek lazım. Acaba yakınımızdaki farklara bakmak yerine uzaklardaki farklara mı bakıyoruz?
Acaba orada bir köy var uzakta şarkısını, orada bir fark var uzakta haline mi getiriyoruz? 'Namus mağduru kadınlar' örneğin yeni yarattığımız bir nesne mi? çünkü uzaklarda olduğu hayal edilen farklar rahatlıkla siyasileştirilebilecek bir eylem alanı yaratır kendimize.
Belki de eskinin para, alan ve fırsat azlığına alışmışlığımız bu bolluğun hepsini kutlamamıza sebep oluyor. Gözlerimiz parlıyor birileri kadın meselesine para ve/veya zaman ayırabildiği için. Öyle ya eskiden bunların sorun olduğuna bile kimseyi inandıramıyorduk.
Sık sık "tabii tabii de susun siz Türkiye önce bir kalkınsın, gelişsin ondan sonra konuşuruz sizin meselelerinizi de elbet" deniliyordu. Ve o zaman belki çok zordu. Ama unutmayalım paranın azlığı kadar paranın çokluğu da siyasi.
Alanın ve zamanın azlığı kadar bolluğunda da çıkar ilişkileri var. Bütün bu para veren, zaman ayıran kuruluşların kendilerine ait siyasi gündemleri var. Ve acaba onların siyasi öncelikleriyle bizim siyasi önceliklerimiz tutuyor mu? Bizim tekil bir siyasi önceliğimiz var mı? Yoksa birbirimizden ayrışma noktalarımız neler?
Bizim önceliklerimizle bu kurumların öncelikleri eğer tutmuyorsa örneğin hangi paraları hangi kurumlardan almak lazım, hangilerine karşı belki biraz daha eleştirel olmak lazım? Ya da belki de yaptığımız hangi işlerde kadınlar adına kadınlar için bir iş yapmakla hangi kurumların hangi politikaları ve hangi fon verme koşulları çakışıyor ve beraber çalışılabilir? Hangileri problemli?
Bu ve benzeri konuları biraz tartışmaya açmak bence önemli. Çünkü şu anda Türkiye'nin her tarafında yüzlerce proje var bir yerlerdeki bir takım kadınlar için bir şeyler yapan. Ve bu projeler devam ederken kadınlara bir şeyler öğretirken, eğitici eğitimleri, ağlar, yeni kurumlar, yeni hukuk pratikleri yaratırken, yeni hayaller yaratırken artık Türkiye'deki kadınların nasıl birer özne olacağına dair de bir katkımız oluyor.
Giderek bu projelerin bazıları, kurumlaşmış feminizmin kategorize edici hamleleri bir takım kadınların bir takım siyasi projelerle kesişerek başka bir grup kadını nesne haline dönüştürmesine dönüşebilir.
Kadınların on yıl sonraki tercihlerinde şu anda bizim ürettiğimiz projelerin, fikirlerin etkisi olacak ve bundan on yıl sonra 'kadın' diye adlandırılan alana, kadınlıkla bağdaştırılan pratiklere bakarken sadece devleti ya da orada öylece bizden ayrı bir yerde durduğu hayal edilen kapitalistleri, ataerkilleri ya da o zaman moda olacak her kim varsa onları bu kadar rahat suçlayamayacağız. Birileri çıkıp da sorarsa 'bre sen neredeydin?' biz bunların içinde olmuş olacağız. Yıllardır...
Bu yazıyı projeci arkadaşları ya da kanun değiştirmek için uğraşan arkadaşları sinir etmek için yazdım. Onların emekleri bence çok değerli. Sadece bu emeklerle bir yere geldik bu noktada bir durabiliriz diyorum.
Hatırlayabiliriz, Türkiye'de de kaç kere feminizm daha bir kendi hayatımızı anlamak, kendi hayatımızla başka kadınların hayatları arasındaki bağlantıyı anlamak üzerine olmuştu.
Bazen kadınlık-erkeklik eksenini bazen de kadın olarak kendi iktidarımızı sorguladık. Zor oldu ama oldu. Bana hala feminizm Türkiye'de gerek aile, gerek devlet, gerekse sınıf üzerinden kurulan dikey ve hiyerarşik bağlara karşı daha etkili daha eşitlikli bir deneme alanı yaratmakla ilgili gibi geliyor. Tabii o zaman fazla iktidarlı olamıyor. Deneme oluyor. İşte tam da şimdilerde, kendi çizgimizi, çizgilerimizi aramayı gene bir deneyebiliriz gibi geliyor. (DK/BA)
* Dicle Koğacıoğlu'nun yazısını Amargi Feminist Dergi'nin ilk sayısından aldık.