Prof. Mahmud Esad Coşan öngörülü bir kişiydi. 27 Mart 1994 yerel seçimlerinin sonuçları İslami kesimde bir zafer havası estirirken; o Nisan ayında cemaatine yaptığı bir konuşmaya "Felaketler kapıyı çalmadan..." diye başlayıp şöyle devam ediyordu: "Birtakım tedbirlerle bize zarar vermek istiyorlar. İmam-hatip okullarını kapatmak, radyoları engellemek, müslümanların müesseselerini dağıtmak, gelişmesini durdurmak, dışlamak gibi bir hazırlık içinde olduklarını görüyoruz."
Çok kişi, özellikle de 1990 yılında gürültülü bir şekilde desteğini çekmiş olduğu Necmettin Erbakan'ın bağlıları Prof. Coşan'ı abartmakla, hatta vehim içinde olmakla suçluyordu. Fakat tarih onu haklı çıkardı. 28 Şubat sürecini önceden kestirmiş olan Prof. Coşan en akla yatkın çözüm olarak "hicret"i görüyordu:
"Mutlaka bir ayağınız yurt dışında olmalı, bir dayanağınız da yurt dışında olmalı . Bu Almanya olabilir. Ummadığınız bir ülke olabilir. Avustralya olabilir. Endonezya, Malezya olabilir. Amerika olabilir. Adı sanı duyulmadık mütevazı bir ülke olabilir. Ama sizin mutlaka yurt dışında başka bir dayanağınız olsun."
Popülaritesi: Gülen'inkiyle Ters Orantılı
Kendisi Avustralya'yı seçti. Zaten cemaatinin faaliyetlerine büyük darbe indirmiş olan 28 Şubat sürecinde, daha ciddi bir kazaya uğramak istemediği için "gönüllü sürgün"lüğü seçti.
Prof. Coşan'ın popülaritesi,Fethullah Gülen'inkine ters orantılı olarak 1990 ortalarına doğru azaldı . 1980 başlarında tüm İslami kesimin gündemini belirleyen İskender Paşa dergâhının güç ve etkisinde önemli gerilemeler yaşandı. Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı gibi ilginç şahsiyetlerle uğraşan medya da Prof. Coşan'ı iyice unutuverdi.
Devam eden hassasiyet
Fakat, Prof. Coşan'ın bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmesinin kısa bir sürede bir rejim krizine yol açmış olması; bu cemaatin en azından özgül ağırlığını koruduğunu, daha önemlisi Türkiye'de din-siyaset ilişkilerinin hâlâ bütün hassasiyetini koruduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Başlangıçta ortada bir kriz yoktu. Prof. Coşan ve damadı Prof. Ali Yücel Uyarel'in ölümleri, bazı "mürteci avcıları"nın densizlikleri sayılmazsa, kamuoyu tarafından olgun bir şekilde karşılandı. Cenazeler Avustralya'da defnedilecekti; geriye "yerine kim geçecek?" sorusu kalmıştı.
Ne var ki, bu genel olumlu havanın etkisinde, cemaat, cenazelerin Süleymaniye Camii'nin haziresine defnini talep edip hükümet de bunu kabul edince işler karıştı.
Her şey tıkır tıkır gitmeye devam etseydi süreç muhtemelen şöyle sonuçlanacaktı: Dışişleri Bakanlığı'nın girişimleriyle ülkeye getirilip, devletin onayıyla Süleymaniye Camii'ne defnedilecek olan cenazelere son görevlerini yapmak için çok büyük bir katılım olacaktı. Çünkü, devletin himayesindeki bu töreni bazı İslamcılar, 28 Şubat süreciyle birlikte sistemle bozulan ilişkilerini tamir ; kimileri de sisteme geç kalmış bir meydan okuma için büyük bir fırsat olarak görecekti.
Sezer hesaplaşma planlarını boşa çıkardı
Her durumda ortaya çıkacak olan tablo, din-siyaset ilişkilerini normalleştirmek isteyenlerden çok, her türden krizden beslenen (laik ya da İslamcı, fark etmez) çevrelerin suistimaline açık olacaktı.
İşte Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, vetosuyla, bilerek ya da bilmeyerek bu türden suistimallerin önünü aldı. Sezer bu çıkışıyla, birtakım "laik" çevrelerin hakkındaki"Fethullahçı" türünden iddialarını bir kez daha tekzip etti . Ayrıca İslami hareketin egemen güçlerinin, kendi sırtından sistemle hesaplaşma planlarını da boşa çıkarttı.
Nitekim Akit gazetesi, "Sezer güven kaybediyor" başlığıyla "Solcu ateist yazarlarla, İslam düşmanlığını kendilerine şiar edinen kartel medyasının iki gündür sürdürdükleri yayın, Sezer'i iğfal etti" diyerek, hükümetin Cumhurbaşkanı'na yönelik eleştirilerine sahip çıktı.