İnsan yüreğinin haritası
Onun gibileri ancak yüreğinden tanırsınız: Çocuklara ve torunlara bakmış, kanayan dizlerini ve gözyaşlarını silmiş, onları besleyip büyütmüştür... Uyusunlar diye sıcak kucağında pışpışlamış, sihirli bebeklere sihirli masallar anlatmıştır - bu yüzden sabırlıdır ve bu yüzden kolay kolay yılmaz bir kez barış hareketine girdi mi... Ne konuştuğu "dil", ne damarlarında akan "kan"dır önemli olan - önemli olan insan yüreğinin haritasında kat ettiği mesafedir... Her çatışma bölgesinde türemiş "Şahin"lerin karşısındaki "duruşu"dur...
Her çatışma bölgesinde görürsünüz onu: Kuzey İrlanda'da sürekli yangın bombalarıyla yakılan ortak kadın örgütlerinde etrafı silip süpürür, pırıl pırıl yapar, yeniden açar kapıları, yeniden yakarlar, yeniden temizler ve yoluna devam eder... Paramiliter gruplar silahsızlandırılsın diye çete liderlerine evlat edindiği öksüz kalmış Protestan ve Katolik Kuzey İrlandalı çocukların kırık düşlerini, gece yarıları kabuslarla uyandıklarını, umutsuzluklarını anlatır ve yüreklerini bu insan sesine açmalarını ister: "Bırakın silahları, masaya gelin, konuşun" der...
Bosna'da, İsrail'de görürsünüz onları
Dikkatli bakarsanız, Bosna'da tecavüze uğramış kadınlar için oluşturulmuş Medica'da görürsünüz onun gibileri - bir savaş aracı olarak kullanılan kitlesel tecavüzlerin yarattığı travmaları, kabusları, militarizmin açtığı o korkunç yaraları tedavi etmek, insana yine insanca bir yüz kazandırmak için oradadır... İsrail'de Siyahlı Kadınlar arasındadır: gidip İsrail askeri makamlarıyla kavgaya tutuşur, Filistinli hasta bir çocuk için barikatlar açılsın, hastaneye yetiştirilsin diye... Ya da dozerlerin önüne geçip canlı kalkan olur: Filistinlilerin evi yıkılmasın diye...
Kimi zaman Filistinli Maya'da cisim bulur: bir başkaldırının başını çeker, sessiz ve mütevazı... Kimi zaman Bask bölgesinde görürsünüz onu: ETA'nın seçerek uyguladığı psikolojik teröre karşı izole edilmek istenen gazetecilerin, sendikacıların, öğretmenlerin, yargıçların yanındadır - ETA liderliğini bulup konuşmak, onları sağduyuya çağırmak için yöntem arayandır...
Yeryüzünün bütün çatışma bölgelerinden tanıdım böylesi kadınları: ne konuştukları dil, ne damarlarında akan kanın "türü", ne etnik kimlikleri, hiçbiri ama hiçbiri "esas" belirleyici özellikleri değildi... Tek belirleyici özellikleri insan yürekleriydi... Fahriye Bıkım da onlardan biri...66 yaşında...
"Barış Anneleri"nden Fahriye Bıkım Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan, Bush, Türkiye, Irak, Kıbrıs ve tüm dünya liderlerine çağrı yapıyor:
"Biz anaları lütfen ağlatmasınlar!..."
"Lütfen çocuklarımızı öldürmesinler çünkü biz ölümü hak etmedik" diyor ve anlatmaya başlıyor Bıkım:.
"64 yaşında işkence gördüm"
"Biz 2000 yılında Kuzey Irak'a gittik, barış için gitmiştik, 10 günlük bir çalışmamız oldu. Buradan giderken bizim çıkışlarımızı verdiler, gelirken gözaltına alındık. Habur sınır kapısından girer girmez gözaltına alındık. Dört gün dört gece boyunca işkence gördüm... O zaman 64-65 yaşındaydım... Yaşlı bir kadındım, iki tarafımda protez var platin var, ameliyatlıyım... Dört gün dört gece hiç oturmaksızın ayakta beklettiler, iki saatte bir üç saatte bir soruşturmaya götürüyorlardı, gözlerimiz bağlı. Ben o ara, Irak'ta Talabani'yle görüşmüştüm, kanların akmaması için. Orada da ayırım koymuyorum, yine söylüyorum. Ben başımdaki tülbenti vermiştim Talabani'ye barış için" kanın durması için.
"Onların aralarında bir çatışma vardı, KDP'yle YNK'nin PKK'nın üçlü bir çatışması yaşanıyordu. Sonuçta hepsi kardeş, hepimiz kardeşiz aslında... Tülbentimi verdim... Gözaltında, soruşturmada, beni onunla boğmaya çalıştılar... Soruşturmaya aldılar, 'Sen bu tülbenti mi verdin Talabani'ye?' diye... Az daha ölüyordum, boğmaya çalıştılar böyle tülbentle, izleri vardı... Zaten Eren Keskin hanım o zaman gelip görmüştü, boğazımda izler vardı. Dört gün dört gece işkence gördük, sonra tutuklandık, Mardin cezaevine konduk."
Ne işkence, ne soruşturma yıldırabilmiş onu... Ne işkencede bir kulağının zarının patlatılması, ne barışın simgesi tülbentini Talibani'ye verdi diye tülbentle boğulmak istenmesi... Ne istediğini biliyor: Kan akmasın, çatışmalar olmasın, savaşlar durdurulsun... Mezopotamya'dan gelen bir geleneği canlı tutup, beyaz tülbent veriyor çatışmalar dursun ve dostluklar yeşersin diye...
Türkiye'de oluşturulan Savaşa Karşı Kadın Platformu temsilcilerinden biri olarak, "Barış Anneleri" adına Kıbrıs'a gelip Sınırın Ötesine Uzanan Eller kadın örgütünün atölye çalışmasına katılıyor geçtiğimiz Cumartesi...
Atölyenin sonunda boynuma beyaz bir yemeni takıyor, dostluğun ve barışın simgesi olarak... Herkesi duygulandırıyor... Hatice Düzgün, "En duygulandığım an, bu andı" diyor, "Gözlerim doldu, az daha ağlıyordum..." Çünkü Hatice ve atölyeye katılan 30 kadın, bu beyaz tülbentte, insan yüreğinin ulaşmak istediği sevgiyi, barışı, dostluğu okuyor... 66 yaşındaki Fahriye Bıkım sade ve mütevazı biçimde savunuyor barışı: Beyaz bir tülbentle... Anadolu topraklarından dostlarıma bir yenisini eklemenin sevinciyle, onu tanıdığım için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum...
Pazar günü öğle vakti Girne Limanı'nda oturuyoruz... Gruptaki kadınların kimisi Girne Kalesi'ne, kimisi alışverişe gidiyor... Biz limanın sessiz güzelliği içinde, Fahriye Ana'yla "Barış Anneleri"ni, yaşadıklarını, Kıbrıs'la ilgili duygularını konuşuyoruz:
Fahriye Ana, nerede doğdun?
Elazığ Karakoçan'da doğdum. 14 yaşında evlendim, 16 yaşında İstanbul'a gittim. 1957 senesinden beri İstanbul'da yaşıyorum. Ve aslen Kürdüm fakat Türkiyeliyim... Ayrım yapmıyorum...
Türkiyeli Kürt'sün...
Evet, Türkiyeli Kürdüm ama Kürdüm...
Türkçe'yi nasıl öğrendiniz? Köyünüzde mi?
Ben doğduğum zaman, çocukken kesinlikle Türkçe bilmiyordum, zaten kimse Türkçe bilmiyor doğduğum yerde. İstanbul'a gittim, çok zorluk çektim, tek bir kelime Türkçe bilmiyordum... Çok çok zorluk çektim. Öğrendim, o zorluk içinde. Tabii kolay olmadı...
İstanbul'a çalışmaya mı gittiydiniz?
İstanbul'a eşimle gittim. Eşim de Kürt. Geldik, çalıştık. Eşim de çalıştı, bir ara ben de çalıştım. Sonra çocuklarım oldu. Üç kız bir oğlum oldu...
İsimleri nedir?
Büyük kızımın ismi Sibel, ortancası Nihal, son kızım Elif Zühal... Oğlumun ismi Mehmet Akif... Mehmet Akif Ersoy'u çok sevdiğim için Mehmet Akif koydum...
Kürtçe isim veremediğiniz için herhalde Türkçe isim verdiydiniz...
Ben şimdi Kürdüm, hiçbir zaman aslımı inkar etmiyorum ama ayrım koymuyorum. Benim için mühim olan insanlık, insanların birarada yaşamasıdır, özgürce, eşitçe ama... Yani hiç ezilmeden, eşitçe, özgürce birarada yaşamasıdır. Kürtçe de koyabilirdim o zaman ama koymadım...
Çocuklarınız şimdi kaç yaşında?
Büyük kızımın iki çocuğu var, şu anda 38 yaşında fakat Kanada'da yaşıyor. Ortanca kızım öğretmen, onun da bir çocuğu var, o Bingöl'de öğretmen - fakat benim ortanca kızımın eşi Türk, yani ayırım koymadığım açıkça belli oluyor. Ayırım koymadığım için benim damadım Türk'tür, Balıkesirlidir, çok güzel anlaşıyoruz, o da kesinlikle ayırım koymuyor. Bizim ailemizde ayırım yok. Daha doğrusu "bölücülük" yok...
Bir kızınız cezaevinde şu anda...
Üçüncü kızım Elif Zühal cezaevinde şu anda... 1995 sonunda tutuklandıydı... 95'ten beri cezaevinde
Neyle suçlandı?
9 Eylül Üniversitesi'nde okuyordu, tutuklandı... Hiçbir eylemi yoktu... Hiçbir suçu yoktu. Tek suçu "Kürdüm" demekti. Yargılandığı zaman da eğer "Kürdüm" demeseydi, Kürtlüğü savunmasaydı ben eminim hiçbir ceza yemeden çıkardı fakat onun tercihiydi. Çünkü o, onu seçmişti. Savunmalarda da böyle söyledi. Altı sayfalık bir savunma okudu duruşmada. "Kürdüm" dedi "Kürt haklarını haklı buluyorum" dedi ve ceza aldı...
Sonra siz "Barış Anneleri"ne nasıl vardınız?
1996 yılında İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) İstanbul şubesinin hazırladığı bir Barış Treni vardı, Musa Anter Barış Treni... O gün gittim, Bostancı'da oturuyordum, Haydarpaşa bana çok yakın olduğu için oraya gittim ve çok duygulandım. İnsanların o sevincini, coşkusunu gördüm, çok duygulandım... Geldik biz, kendi aramızda 12 tane kadın...
Şimdiye kadar neler yaptınız?
"Barış Anneleri İnsiyatifi" diyoruz, dernek değiliz, bağımsızız. İlk baştan, İstanbul'daki, Ankara'daki tüm yazarları, sendikaları, tüm partileri, sivil toplum örgütlerini dolaştık. Bizim gayemiz bu savaşı durdurmaktı, kanı durdurmak. İlk başta belki biraz tepki aldık, kimi kabul etti bizi, kimi etmedi. Ama sonradan yavaş yavaş bizi kabul ettiler. Biz 2000 yılında Kuzey Irak'a gittik, barış için gitmiştik.
Talabani'den sonra yine Meclis'e gittik birkaç sefer, geçen gün yine analarımız gitti Meclis'e, Mehmet Elkatmış'la görüştüler...
Neydi talepleriniz Meclis'ten?
1999'dan beri PKK ile Türk askeri arasında bir çatışma olmamıştı, geçen ay bir çatışma oldu Lice'de, 12 gerilla katledildi, peşinden Şırnak'ta gerillalar Türk askerine saldırdı, orada da 7 tane asker katledildi, duyduk, çok üzüldük. Çünkü biz ne askerin, ne gerillanın ölmesini istemiyoruz. Anaların ağlamasını istemiyoruz, onun için gitti analarımız, o ara ben buraya, Kıbrıs'a geliyordum, onlar oraya gittiler... Elkatmış'la görüşmüşler... Sonuçta pek uyumlu bir sonuç alamadılar ama anlatmışlar dertlerini.
Kıbrıs'ı nasıl buldunuz? Ne hissettiniz Kıbrıs'ta?
Ben dedim ya, demokrat yanım da var, Kıbrıs'ı hiç görmediğim halde 64'te, o zaman çok üzüldüm. Ben şimdi Kıbrıs'a geldiğimde sizleri kendi duygularımda buldum... Sizlerin yaşadığınız duyguları ben de yaşıyorum çünkü ben de Türkiye'de yaşıyorum ama Kürdüm. Ben de eşitliği istiyorum, siz de istiyorsunuz. Ben de ayrılmak istemiyorum Türkiye'den, eşit şartlarda yaşamak istiyorum... Ama siz de aynısını istiyorsunuz: eşitliği istiyorsunuz, özgürce yaşamak istiyorsunuz, çocuklarınızı kaybetmek istemiyorsunuz. Aynı duyguları siz de taşıyorsunuz. Ben o duyguları buldum. Ben diyorum ki, ne Kıbrıs'a, ne Irak'a, ne Türkiye'ye kötü bir el gelmesin...(NK/BB)