Gazeteci İrfan Aktan, yeni kitabı "Zehir ve Panzehir - Kürt Sorunu: Faşizmin Şartı Kaç?" üzerine konuşurken bunları söylüyor; "sıradan faşizmin" yeniden üretilmesinin koşullarına değiniyor.
"Zehir ve Panzehir"de, 20'yi aşkın söyleşiyle, Kürt sorununa, "linç kültürünün normalleşmesine" yeniden bakıyor Aktan.
"Kitapta, Kürt sorununun hemen her yönünü incelemeye çalıştım. Şiddeti, tarihsel boyutunu, mağduriyetleri, kişisel deneyimleri, gündelik faşizmin mağduru insanların öyküleriyle.
"Söyleşilerin hiçbiri aynı değil. Bu kitap, Kürt sorununun benim kafamda oluşturduğu soruların cevabıdır.
"İnanıyorum ki, bizim, yani "sıradan insanların" nerede durmamız gerektiğini, nasıl davranmamız gerektiğini çok açık biçimde ortaya koyuyor. Çünkü biz sıradan insanlar böyle bir sorun karşısında ne tavır alacağımızı bilemiyoruz.
"Örneğin, Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) son kampanyası, geç kalınmış olsa da -en az üç yıl önce olmalıydı- çok önemli bir girişim."
Aktan'la "Zehir ve Panzehir" üzerinden "sıradan faşizmin" yükselişini konuştuk.
Kitap sana neyi öğretti; sende neyi değiştirdi?
Bu kitaptaki söyleşilerin pek çoğunu daha önceden gerçekleştirmiştim aslında. Farklı olan Kürt karşıtı metinler aradım. İnternet'te dolaşan, Kürtlerin "kötü, hırsız, pis, bölücü, Yahudi,zenci"olduğunu ifade eden, ırkçılığa varan yazılar derledim.
Bunun için iki ay kadar çalıştım. Sonuçta kitaba giren, her bir söyleşiden önce yer alan bu metinler, yüzlerce metin içinden derlenen en "mide bulandırmayan"lar.
Ne kadar riskli bir sürece girdiğimizi, hep demokrasiyi yaygınlaştırdığı söylenen İnternet'in faşizmi, önyargıları, dedikoduları, yalanları, komplo teorilerini ne kadar hızlı yaydığını gördüm. Bu metinlerde yazılanlara inanan sayısız insan var.
Türkiye'de İnternet kullanıcısı sayısı arttıkça demokratikleşme değil, komplo teorilerine olan inanç, her türlü yabancı düşmanlığı artıyor.
Örneğin İnternet'te dolaşan bir e-posta mesajı var: Şırnak'ta şehrin ortasında bir gerilla mezarlığı olduğunu söylüyor. Fotoğraf da var. Oysa bu bir yalan. Ama Trabzon'da yaşayan biri, kendini taraf gibi hissediyorsa, buna çabucak inanabiliyor. Ve sert bir duvar oluşuyor.
Daha önce 1945-1960 arası Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerini taramıştım. Bunlarda da Kürtlerle ilgili önyargılar var. Ama sayıca çok az, çok daha makul bir dille. İnternet'tekilerse bir "nefret söylemi" (hate speech). İşte bu nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Peki "Kürt sorunu" müphem bir ad mı? Kürt sorunu dediğimizde neden bahsediyoruz?
Kürt sorunu tek bir sorun değil. Hepimizin gündelik hayatta bir sürü sorunu var. Yeme içme, sosyalleşme, TV izleme, yazma, düşünme. Kürtlerin sorunu da bir halk olarak aynı. Kürt sorunu aynı zamanda tek tek Kürtlerin yaşadığı bir sorun.
Örneğin dilini konuşamamak. Taksiye binerken arkadaşınla Kürtçe konuştuğun için tacize maruz kalmak. Olduğun şeyi kamusal mekanda gösterememek, dile getirdiğinde ayrımcılığa uğramak.
"Kürt sorunu devlet eliyle yönetilen bir sorun"
Ve bu Kürtlerden kaynaklanan bir sorun değil. Devlet kendi varlığını sorunlar üzerinden sürdürür. Yurttaşlara iddiasıysa, "Size sorunsuz bir hayat vaat ediyorum"dur. Her hükümet bunu vaat eder. Sorun kalmazsa, vaat edilecek şey de kalmaz. Kürt sorunu da, tıpkı başka sorunlar, örneğin "irtica" gibi, devlet eliyle yönetilen bir sorun.
Hep düşündüm. Bu kadar büyük bir riskle karşı karşıyayız, buna rağmen devlet niye bu kadar fütursuzca davranabiliyor? Trabzon'da vali nasıl linççilerin tarafını tutuyor?
Çünkü iktidar bu kadar akılsız değil. Devlet, kendini ve sorunları tekrar tekrar üreten bir yapı. Yoksa Kürt sorunu çözülmeyecek bir sorun değil. En azından şiddet, çatışmalar çok basit bir biçimde bitirilebilir.
Tipik bir örnek. Gündem gazetesinin haberine konu olan, "sağ yakalanıp öldürülen yakılan gerilla" olayı, "Erdoğan'ın "Kürt sorununu tanıyorum" demesinden 10 gün sonra gerçekleşmiş.
"Devlet her şeyi göze almış görünüyor"
Benim gördüğüm kadarıyla bu sorun çözülmeyecek de. Devlet bu çatışma sürecinde her şeyi göze almış görünüyor. Irkçılık, linç, savaş, sürme. Gündüz Aktan kendi köşesinde gerekirse Kürtleri sürebileceklerini de yazdı. Ama bunun için yargılanmadı. Türk Solu dergisi "Kürtlerden alışveriş yapmayın" dedi. Mine Kırıkkanat Kürtlerin asalak olduğunu ima eden yazı yazdı. Ama Kürtlüğü aşağılamaktan yargılanmadı.
Türklüğün aşağılanmasını engellemek için düzenleme yapan devlet, yine kendi yurttaşı olan, başka etnisiteye ait olan insanların etnik kimliklerini koruyup kollamıyor, hakareti caiz görüyor.
Bu kimlikler korunmadıkça silah sussa da barışı yaşayamayız. Sokakta, komşuda, bakkalda gerilim hali hep varolacak.
Demokratikleşme istiyorsak, herkese saygıyı öğrenmeliyiz. Devlet ve hükümetler bunu öğretmeli. Linçi bir hak olarak gören "sıradan vatandaş" kendiliğinden bu hale gelmedi. Teşvik edildi.
Yoksulluğun toplumdaki en bariz tezahürü faşizmdir. İnsanlar Kürtleri yoksulluğun, açlığın, kapkaçın, hırsızlığın müsebbibi olarak görüyor.
Beni asıl faşizmin büyüyen söylem haline gelmesi ürkütüyor
Faşizm ve faşizan akım kendi içinde dönen bir şey değildir. Sürekli genişleyen, büyüyen, meşrulaşan bir söylem haline geldi. Beni asıl ürküten şey bu. Elbette dağdaki çatışmalar da ürkütüyor. Ama asıl tehlikeli olan, bakkaldan Gündem gazetesi alırken bakkalın gazeteyi yüzüne fırlatması. İzmir'de Kürtlerin kısırlaştırılmasını isteyen bir örgütün sokakta aleni bir biçimde imza toplaması veya Kürtlerin gitmeye zorlanması.
Ekşi Sözlük'e erişimi engelleyen mahkeme kararı niye alınmıştı? Uyuşturucuyu özendirme nedeniyle. Ama aynı yerde Kürt karşıtı, faşizan, ırkçı metinler var. Sözlük bu yüzden kapatılmadı.
Irkçı siteler insanlık dışı. İnsanlık dediğinde utanma, vicdan vardır. Bu utanç eşiği aşıldığı için riskli döneme girmiş oluyoruz.
Faşizm kanser gibi ürüyor. Eğer, Türkiye'de Kürtler koparsa -ki hissiyat bakımından büyük oranda koptular- devlet de buna göz yumarsa, bu ne yazık ki İspanya'daki gibi olmaz. En az 20 yılımız işkenceyle, sürgünlerle, acılarla, kundaklamalarla, işten çıkarmalarla geçecek.
Bu toplumun 40'ların Almanya'sı olmayacağına dair, kimse kesin kanaat bildiremez.
Hiç umut yok mu?
Kitabı hep bir umut olduğu için yaptım. Böyle bir sorun var ve içinden çıkılmaz değil. Ama eğer içinden çıkmazsak, bu metinlere, ırkçılığa geleceğiz.
Umutlanmak çok şeye ihtiyaç yok aslında.
Erdoğan ikinci kez "Kürt sorununu çözeceğiz" demeli. Trabzon'a gidip bu linç olaylarının insanlık dışı olduğunu vurgulamalı; İzmir'deki Kürtlerle Türkleri barıştırmalı.
"Kürt sorunu PKK sorunudur" deniyorsa, bu durumda İzmir'de, Trabzon'da yaşananlar Kürt sorunu değil demektir.
Kürt sorunu dağdaysa ve devlet bu sorunu imhayla çözmeyi düşünüyorsa, İzmir'de yaşayan Kürtlerin, Ankara'da kağıt toplayan Hakkarili işçilerin kardeşleri, çocukları oradaki, dağdaki gençler. Onları öldürüp yok edersen zaten bir "zede" yaratırsın, yara açarsın.
"Devlet yarattığı faşizmi çözmeli"
Güneydoğu'da 1999'dan önce de silahlı çatışmalar vardı. Ama İzmir'de Trabzon'da linç olmuyordu. Bu hastalığı, bu devletin çeşitli mekanizmaları kendi üretti. Çözmek öncelikle onların işi. Faşizm onların derdi. Ürettikleri hastalığı kendileri iyileştirmek zorundalar.
Devlet, farklı etnisiteye ait yurttaşların birbirinin kafasını ezme girişimlerine göz yummasını meşrulaştıramaz. Linç girişimlerini bir an önce engellemeli. Üstelik bunu yapmak çok da kolay.
Devlet bu linççileri kullanıyor. Kendi varlığını sürdürmek için bu toplumu kullanıyor.
George Orwell'ın "1984" romanını hatırlayalım: Toplum, sürekli başka toplumlarla savaş olduğu yalanı üzerine tetikte tutuluyor. Devlet kendi muktedir durumunu, yoksulluğu bunun üzerinden meşrulaştırıyor.
Karl Schmidt'in "Global Olağanüstü Hal" dediği şey Türkiye'de sürdürülüyor. Türkiye'de OHAL şu an bütün illerde, mahallelerde, köylerde fiilen yürütülüyor.
Devlet, her şeyden önce fiili OHAL'e son vermeli. Aksi halde devletin kendisini de, sıradan insanları da boğacak bir tehlike geliyor. (TK)