Salyangozun Yolculuğu fantastik bir adada geçen sıra dışı bir roman. Acayip bir ada burası: Kehanetlerin, rüyaların, el yazması metinlerin dünyası; zamanı mekânı belirsiz düşsel bir atmosfer. Küçük bir kızken köyünü ve ailesini geride bırakıp Ada’ya gelerek bir yazı üstadının atölyesine katılan Egina’nın yazmanın büyüsü ve aşk umuduyla yaşama tutunma mücadelesine tanık oluyoruz burada.
Yalnızlıkla dokunan, aşkın doğasını, kaderi, yaşamı, ölümü sorgulayan; okumanın ve yazmanın derinlikleri, ustalık çıraklık, mahrumiyetin öğrettikleri üzerine düşündüren bir hikâye. İlk romanı Kayıp Düşler Peşinde 2013 yılında yayımlanan Nuran Durmaz ile yeni romanı Salyangozun Yolculuğu hakkında söyleştik.
Romanın oldukça farklı bir atmosferi var: Bir ada, bir kütüphane ve el yazması kitap atölyesi. Bunlar nasıl ortaya çıktı?
2013 yılının Haziran ayında Seferihisar’da edebiyat festivalindeydik. O sıralar yeni romanımla ilgili düşünüyor, nasıl bir hikâye ortaya çıkacağını bilmeden, ipucu olabileceğini sezdiğim duygu kırıntılarını not alıyordum. O sıralar, Antik Yunan ile ilgili ne bulsam okuyor, Yunan trajedilerini gözden geçiriyor, Sappho’yu elimden düşürmüyordum. Gökyüzünü dolunayın şenlendirdiği bir akşam, Teos Antik Kenti Murathan Mungan’ı ve Bejan Matur’u ağırlıyordu. O akşam, o atmosferde Murathan Mungan’ın Şairin Romanı’ndan okuduğu bölümler ve Bejan Matur’un şiirleri beni çok etkiledi. Tüm bunlar, atmosferi ve genel çerçeveyi oluştururken devredeydi. Bu arada, Seferihisar’ın sembolü salyangoz. Bunu o zaman düşünmemiştim, ama roman bittikten ve ismi kesinleştikten sonra fark ettim bu hoş tesadüfü.
Neden ada? Adanın sizdeki veya okurda oluşmasını beklediğiniz çağrışımı nedir?
Yazmak yalnızlık ister. Dış dünyaya kapalı, kendine özgü mekanizmaları olan bambaşka bir dünya inşa etme çabasıdır yazmak. O yüzden, hayatı önce yazı ustalığı sonra yazarlığa doğru gelişen küçük bir kızın hikâyesi Ada’da geçmeli diye düşündüm. Roman ilerledikçe Ada bambaşka bir şey oldu. Tüm diğer karakterlerden rol çaldı ve kendini iyice parlatıp başkahramanlığa soyundu. Ada; mekân ya da sahne olmaktan öte, kendi başına bir kişilik gibi. Kendi istekleri, talepleri, hayalleri, üzerinde yaşayanlarla zihinsel bir bağı var. Bu anlamda Ada, belki sadece garip bir yer, fantastik bir atmosfer, belki hayatta ne olduğunu neden olduğunu bilemediklerimizin tamamı, belki kader, belki tanrı, belki Egina’nın bilinçaltı veya kolektif bilinçaltı ya da bunların hiçbiri değil, belki de sadece insanın çaresizlikten sığındığı her ne varsa bunların tamamı. Ada öyle farklı çağrışımlara açık ki, eminim her okur benim aklıma gelmeyen bambaşka özellikler atfedebilir ona.
Zamanı ve mekânı belirsiz diyorsunuz ama hikâye uzayda geçmiyor. Evet, modern hayattan uzak düşsel bir atmosfer anlatılıyor ama tarihe referans olabilecek, Sappho, Platon, Boethius gibi isimler var.
Yarı fantastik başka bir dünyadayız. Ancak, bu dünyayı inşa ederken ben gerçek dünyadan tamamen kopmadım. Kafamda bir dönem belirledim. Bir kere matbaa öncesi olması gerekiyordu. Kitaplar elle yazılarak çoğaltılıyor çünkü. Antik Yunan’ın kültürel mirası hâlâ zihinsel arka planda etkisini hissettiriyor. Diğer taraftan, doğunun da bilim ve kültür anlamında daha fazla parladığı bir dönem. Papirüsten kâğıda geçilmiş. Kâğıdı ucuza üretmenin yolu bulunmuş. Üstat, uzun yıllar doğuda yaşamış, yazı sanatının inceliklerini oralarda öğrenmiş. Romanda geçen bütün kitap isimlerini kafamdaki yaklaşık döneme uygun olarak seçtim. Bu konuları tarihi bir roman yazıyormuş gibi araştırdım. Ancak, daha önce de dediğim gibi, bu tarihi bir roman değil, daha çok fantastik bir roman. O nedenle, okurun bu konulara kafa yormasını istemediğimden, hangi dönemde ve nerede geçtiğini vurgulamadım.
Bir de el yazması kitap atölyesi var romanda. İlginiz var mıydı bu konuya?
El yazmasının, tarihin önemli bir kesitinde çok önemli olduğunu görüyoruz. Düşünsenize, matbaa öncesi dönemde sadece el yazmasıyla çoğaltılıyor kitaplar. Yazıyla iletişim milattan binlerce yıl öncesinde var. Matbaanın kitap çoğaltımında devreye girmesi ise, ancak bin dört yüzlerden sonra olabiliyor. Yani insanlık, binlerce yıl boyunca, bilgiyi, haberi, kültürü, sanatı birbirine ve sonraki nesillere aktarmak için el emeğini kullandı. Kitap çoğaltmanın zorluğu nedeniyle o dönemlerde kitaplar ve kütüphaneler çok değerliydi. Tabii, okuyan ve düşünen insan için böyle. Cehaletten güç alanlar ve yağmacı zihniyet içinse korku kaynağı. Kitapların, kütüphanelerin yakılıp yok edilmesine bugün dahi şahit oluyoruz. Ama artık bugün kitap çoğaltmak çok kolay. Elektronik ortamda da saklayabiliyor, yayımlayabiliyoruz kitapları. Buralara nereden geldik diye geriye bakacak olursak, o eski yazı ustalarına çok şey borçlu olduğumuzu hatırlarız. Bugün Homeros’un, Platon’un, Aristoteles’in yazdıklarını okuyabiliyorsak, onlar sayesinde.
Kâtiplik geleneğinin binlerce yıllık geçmişi var. Bugün eğitimli insanlar için kullanılan “mürekkep yalamış” ifadesi bile bu gelenekten geliyor. Eskiden kâtipler yazı yazarken hata yaptıklarında biraz tükürükle düzeltirlermiş. Bu sırada ağızlarına mürekkep bulaşırmış. Bugün çok az sayıda insan tarafından da olsa el yazısı geleneği sürdürülüyor. Bu konu eskiden beri çok ilgimi çekmiştir. O dönemlerde yaşasaydım yazı ustası olmak isterdim. Önemli teknik kuralları olan, ciddi sabır isteyen, çok meşakkatli bir iş yazı ustalığı. Bu konuyu ele alınca ister istemez yazı ustalığının teknik detaylarını çalışmam gerekti. Ayrıca yazı malzemeleri, kullanılan ekipman ve kitap ciltleme tekniklerini de epey araştırdım. İşin detaylarını öğrendikçe yazı ustalarına saygım daha da arttı.
Üstat kendi hikâyesini anlatırken “mahrumiyetin hikmeti”nden bahsediyor. Ada aynı zamanda bir mahrumiyet mekânı mı?
Tam da öyle. Maddi dünyanın pırıltılı cazibesinden uzakta, insanın kendisiyle baş başa kaldığı bir yer Ada. Yalnızlıktan öte bir şeyden bahsediyorum. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi için kendisiyle baş başa kalması gerekir. Ancak, kendisiyle baş başa kalan herkes bu yüzleşmeyi yaşamayabilir. Diğer taraftan, bunu gerçekten isteyen, kalabalıklar içinde dahi bunu yaşayabilir. Günlük yaşamın hengâmesine kapılmadan kendi içine döndüğünde, kendisiyle yüzleştiğinde, ister istemez acı çeker insan. Egina, köyünde bu dünyaya neden geldiğini pek de düşünmeden yaşayıp gitseydi bu kadar acı çekmeyebilirdi. Ama bu seçimi Egina’nın kendisi yapmıyor gibi. Belki de Ada onu çağırıyor ve zorla yanına alıyor. Egina, ailesinden ve sevdiğinden uzakta Ada’da olmanın sıkıntılarını çok çekiyor, ancak bu sayede bambaşka güzellikler de keşfediyor. Öyle ki, geri dönüş imkânı çıktığında, bu sefer bunu isteyip istemediği konusunda kararsız kalıyor.
Romanın kimi yerlerinde, “olay öyle mi oldu yoksa böyle mi?” diye düşünüyor insan. Bunu özellikle mi yaptınız?
Evet. Hayatta olduğu gibi kurmaca bir metinde de kesinlik olmadığını, ihtimaller olduğunu düşünüyorum. Bu düşünce ister istemez yazdıklarıma yansıyor. O yüzden, kimi yerde öyle mi oldu, böyle mi, yoksa tüm bunları Egina mı uydurdu, diye düşündürecek şekilde akıyor hikâye. Zaten tüm romanı kurgulayan, hikâyenin anlatıcısı ve aynı zamanda kendi hikâyesini yazan kişi Egina. Yazar olarak ben aradan çekilip okur ile Egina’yı baş başa bırakmaya çalıştım. Bunu ne ölçüde yapabildim bilmiyorum.
Roman çalışması uzun soluklu bir süreç. Yıllarca devam ediyor ve bu süre boyunca hep romanın konusuyla, karakterleriyle yatıp kalkıyorsunuz. Etrafında olup biten her şeyin romanda yansımasını aramaya başlıyor insan. Bu arada, karakterler ete kemiğe bürünüyor. En mahrem sırlarınızı paylaştığınız en yakın arkadaşlarınız oluyor. Bu romanı yazarken, bu durumu abartılı yaşadığım bir tecrübem de oldu. Çalışmaya ara verdiğimde, elime bir şiir kitabı almış okurken, Egina acaba şu anda ne yapıyor, beni dinliyor olabilir mi diye bir düşünce geçti aklımdan. O anda Egina bana o kadar sahici gelmişti ki, bu düşünce kendiliğinden satırlara sızdı. Bir yerde Egina fısıltılar duyuyor, birinin kendisine şiir okuduğunu zannediyor. Bir edebiyat eserinde bu tür oyunları seviyorum.
Romanda pek çok kitaba gönderme ve birtakım alıntılar var. Bu kitaplar neye göre seçildi, neden kurguya aldınız bu kitapları?
Romanı yazmakla uğraştığım sıralar, her zamankinden fazla kitap okuyordum. Özellikle Antik Yunan’ı anlatan kitapları, Hesiodos’u, Homeros’u, Yunan trajedilerini, Platon’un eserlerini elimden düşürmüyordum. Romanda adı geçen veya alıntı yaptığım kitapları seçerken ise birkaç şeye dikkat ettim. Birincisi, dönem olarak benim aşağı yukarı olayların geçtiğini düşündüğüm zaman diliminden önce yazılmış olması; ikincisi, Ada’nın ve Ada üzerinde yaşayanların temel meselelerine yakın konuları ele almış olması. Egina, Ada’da sürekli okuduğundan ve bazı kitapların nüshalarını yazdığından, kitapların akışa eklenmesi kendiliğinden oldu. Platon’un Sempozyum’u, Phaidros’u, Sappho’nun şiirleri, Boethius’un Felsefe’nin Tesellisi gibi.
Yeni çalışmalarınız var mı? İki romanınız yayımlandı. Farklı türlerde de eser vermeyi düşünüyor musunuz?
Yeni roman çalışması henüz tam başlamadı. Birtakım fikirler uçuşuyor kafamda, ancak henüz tam bir çerçeveye oturtmuş değilim. Henüz malzeme toplama aşamasındayım diyebilirim. Bu seferki daha uzun zaman alacak gibi bir his var içimde. Farklı türlerle ilgili şunu söyleyebilirim, öykü çalışmalarım da oldu, ama roman yazmayı daha çok seviyorum. Roman sürekli sizi çağırıyor, sizinle birlikte uzun süre yaşıyor. Diğer taraftan, öykü okumayı çok seviyorum. Benim içimde her ikisinin de ayrı bir yeri var. (NV)