"As Tears Go By" ların berrak, "Broken English"lerin çatallı sesi Marianne Faithfull, 60'lı yıllardan günümüze uzanan sinema macerasının ana hatlarını, az ama öz oyunculuk tecrübesini Les İnrockuptibles dergisine anlatmış.
"İrina Palm'da canlandırdığınız karakterde (torunun tedavi masraflarını karşılamak için, İrina Palm adıyla sex-shop'ta çalışmaya başlayan 60'lı yaşlardaki büyükanne Maggie) aranızda en ufak bir benzerlik olmadığını söylemişsiniz...
Marianne Faithfull: O kadar da değil canım; benim de Maggie gibi torunlarım var. Onun haricinde, başka bir ortak noktamız yok.(gülüyor) Hayatı olmayan ve asla da olmamış bir kadın. Hiçbir zaman bir erkeğe hakikaten aşık olmamış, kendini gerçekleştirememiş, hayattan asla zevk almayan bir kadın. O karakterde benim asıl ilgimi çeken, film boyunca izlediği yol, giderek hakiki bir kişilik haline dönüşmesi olmuştu.
Maggie ya da İrina karakterine bürünmeniz nasıl oldu?
Onun varoluş tarzını ve tavırlarını filmin yönetmeni Sam Garbarsky'le beraber oluşturduk. Nasıl konuştuğunu, nasıl hareket ettiğini, nasıl yürüdüğünü...Benim bildiğim tek çalışma tarzı bu zaten. Hayatımda bir sahne sanatları okuluna ya da bir oyunculuk kursuna adımımı bile atmadığım için bir tekniğim yok, ama yavaş yavaş, zorlanarak da olsa bu işlerin nasıl yürüdüğünü biraz kavramaya başlıyorum.(gülüyor)
Kendimden sezgilerimden epey bir şeyler katarak, Maggie karakterini vücuda getirmeye çalıştım. Film bittikten sonra, aslında işin altından kalktığımı fark ettim, çünkü o kadının yaşadığı sürecin hiçbir anında, birden karşınıza Marianne Faithfull çıkıvermiyor.
Sinemadaki ilk tecrübenizden bahsedelim. 'Made in USA'e nasıl dahil oldunuz?
Gayet basit oldu. 17 yaşındaydım, "As Tears Go By"ı kaydetmiştim. Olympia'da, Hugues Aufray'in konserinin öncesinde sahne almak üzere Paris'teydim. Godard benim bahsimi duymuş ve konser için Paris'te olduğumu öğrenmiş, filminde rol almamı istedi. Filmde, bir kafede oturmuş "As Tears Go By"ı söyleyen genç bir kadını canlandırmıştım. Çekimleri hala çok tatlı bir hatıra olarak kalbimde saklıyorum. Çok büyük hayranlık duyduğum Godard'ın bir filminde gözükmekten müthiş gurur duymuştum.
Godard'la tanışmadan önce, filmlerini biliyordunuz, öyle mi?
Eh, elbette yani! O zamanlar sıkı takipçiydim.( gülüyor) Tam benim sevdiğim tarz filmler yapıyordu. Truffaut'ya, Fellini'ye, Godard'a, Visconti'ye, Antonioni'ye bayılıyordum... Godard'ın filminin minicik bir parçası olduğum o an muhteşem birşeydi. Çekimler çok uzun sürmedi, ama beni istemiş olması, benim becerbilmem ve onun sonuçtan memnun olması beni mutluluktan havalara uçurmaya yetmişti.
Böyle tesadüfi bir gelişme olmasaydı da oyuncu olmak gibi bir arzunuz var mıydı?
Evet, ama bu fikir beni dehşete düşürüyordu. Çok çekingendim, Godard bana epey yumuşak ve anlayışlı yaklaşmıştı. Başka rol teklifleri de aldım, en önemlisi Ken Russel'ın "Love"ıydı, belki de kabul etmeliydim ama çok korkuyordum, ama böylesi daha iyi olmuş, yoksa eminim bu benim sonum olurdu.
"Made in USA"den kısa bir süre sonra, tamamen farklı bir yönetmenle, Kenneth Anger'la "Lucifer Rising"de çalıştınız. O çekimleri nasıl hatırlıyorsunuz?
Godard'la yaşadığım şeyin tam zıttıydı. Hiçbir şeyini sevmediğim korkunç bir tecrübe olmuştu. Anger'a da, kamerasına da, yaptığımız filme de asla inanamadım. Güven karmaşık birşey, öyle değil mi? Bir yönetmen sizi ürkütüyorsa, şüpheye sürüklüyorsa, iyi birşey verebilmeniz imkansız. Kenneth'in de hakkını vermek gerkirse, ki öyle yapmak istiyorum, o dönem hiç de iyi olmadığımı kabul etmem lazım. Uyuşturucu bağımlılığım doruk noktasındaydı. "Ne halt ediyorum ben burada?" diye sorup duruyordum kendime, Anger'ın takıntıları da bana çok yabancıydı. Uyuşturucular yüzünden kafam o kadar bulanık olmasaydı, asla o filmde oynamazdım. O derece deli ve sürekli kafam iyi halde dolaşıyordum. Neyin saçma neyin komik olduğu hissini kaybetmiştim.
Jack Cardiff'in "Girl On A Motorcycle" (Motorsikletli Kız) filminde oynamaktan da, ondan sonraki diğer birkaç filmden de hiç hoşlanmamıştım. Bu kötü tecrübeler hevesimi kaçırdı ve beni sinemadan uzaklaştırdı. Bu nedenle de setlere ancak Patrice Chereau'nun "İntimacy" (Mahremiyet) filmiyle dönebildim; o bana tekrar sinema sevgisi aşıladı ve kariyerimin yeniden doğmasını sağladı bir anlamda. Chereau mükembel bir oyuncu yönetmeni. Kameranın müttefikim olabileceğini o öğretti bana. Bugün eğer bir anlamda oyuncuysam, bunu tamamen ona borçluyum.
1970'li yıllardan sonra, sinemadan çok uzun bir süre uzak kaldınız ama, "Broken English" albümünüzün yayınlanması ardından Derek Jarman'la yaptığınız üçlü klip serisi de azımsanmayacak bir sinemasal deneyimdi herhalde...
Jarman'la çalışmak harikaydı. Albüm promosyonu olarak kliplerin yeni yeni yapılmaya başladığı dönemdi. Island Records'dan Chris Blackwell'e, klip çekmeyi ve klibin yönetmenliğini de Jarman'ın yapmasını arzu ettiğimi söyledim. Jarman'la hem arkadaştık hem de işlerini çok beğeniyordum. Beraber ilginç birşey ortaya çıkaracağımızı düşünüyordum, nitekim öyle oldu. Aslında, sonuç feci "avangard" oldu ve yeni kurulan MTV'nin harcı değildi. Her ne kadar o zamanlar bizim için demediklerini bırakmadıysalar da, o işten çok hoşnutum.
Godard, Chereau, Cardiff gibi farklı kişiliklerle, Anger ve Jarman gibi deneysel sinemacılarla çalışmış biri olarak kendinizi belirli bir sinema çevresine ait hissetttiniz mi hiç?
Bu ailelerin hiçbirine tam olarak ait olmadan hepsinin içinden geçtim. Müzik benim için çok ağır bastı ve 1960'lı, 70'li yıllarda müzikle sinema arasında ustaca gidip gelmek imkansızdı. Yine de denemedim değil. 1960'ların sonlarında, bir sürü pişman olduğum filmde oynadım ve o sıralar nerdeyse hiç albüm kaydedemedim. Tamamen bir karmaşa dönemiydi, insanlar hem müzikle hem sinemayla uğraşıyordu, her şey birbirinin içine geçiyordu; öte yandan, paradoksal gelebilir ama, bugün aynı anda farklı alanlarda üretmek çok daha kolay.
Jonathan Caouette'in "Tarnation"ında olduğu gibi, genç bir yönetmenin ilk filminde bir şarkınızı duymak sizin için bir anlam ifade ediyor mu?
Elbette! İnsanın böyle bir iz bırakması çok etkileyici. Üstelik, o filmi gerçekten muhteşem buldum.
Hem Tanrıyı hem de Şeytanı oynadınız. "Absolutely Fabulous" dizisinin son bölümünde Tanrıyı canlandırdınız. Robert Wilson'ın yönettiği William Burroughs ve Tom Waits'in müzikali "The Black Rider"daysa Şeytan rolündeydiniz. İkisini nasıl karşılaştırırsınız?
Hiç böyle bakmamıştım. (gülüyor) "Ab Fab" da tanrıyı oynamak çok eğlenceliydi. Buna karşılık, Bob Wilson'la çalışmak daha büyük çaba istiyordu, ciddi işti. Bence o karaktere tam manasıyla dönüştüm. Dizinin bir bölümündeki tanrılığım ne kadar şakaydıysa da, şeytanın içine girebilmek için çok fazla çabalamam gerekti. (NZ)
* Roll dergisinin Eylül-Ekim 2007 sayısından aldığımız bu röportajı Les Inrockuptibles dergisinden Siren İdemen çevirdi.