Ben, belki de hayatımda ilk kez, adına endişe veya korku denilen hissiyatın insanların gözüne bu denli yansıdığını farketmiştim. Sevince, sıradan hüzne, ya da kaygının gözlerdeki aksine alışıktım. Dahası, hayatın tam da içinde yaşayan bir birey olarak orada yaşadıklarım, bana üç günde hem insanlık, hem de mesleğim adına çok şeyler öğretti.
Yer Ümraniye... Bir muhabir olarak tam 15 gün boyunca Ümraniye Cezaevi'nin kapısında, o gün iktidarda olanların, sonradan "ölüm oruçlarını sona erdirmek" amaçlı olduğunu söyleyeceği muhtemel bir operasyon için bekledim. Türkiye'nin geçirdiği en sancılı dönemlerden biriydi belki. Hükümet F tipi cezaevlerinin kurulacağını, koğuş sisteminin sona ereceğini ilan etmiş, o andan itibaren de tüm ülke sathında bilahare ölüm oruçlarına dönüştürülecek açlık grevleri başlamıştı. Bir yandan da Rahşan Ecevit'in fikri önderliğinde "kader kurbanı affı" tartışılıyordu.
Gazete ve televizyonların bir numaralı gündem maddesi; tümü cezaevindekileri ilgilendiren haberler ve dolayısıyla sık sık gül cemalini gördüğümüz dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'tü.
Ölüm orucuna dönüşen açlık grevleri, giderek can almaya başlamıştı. İşte böyle bir dönemde insan hakları savunucuları, aydınlar, bazı milletvekilleri hapishanedekilerle devlet arasında arabuluculuk yapmaya başladı. Ama bu müzakerelerden de sonuç alınamıyordu. Önce Çanakkale, sonra da Bayrampaşa cezaevlerinde başlayan ve başbakan Ecevit tarafından da "hayata dönüş" olarak isimlendirilen operasyonların, benim günlerdir önünde beklediğim Ümraniye hapishanesine de sıçramaması için bir sebep kalmamıştı.
Operasyonun uzağında
Nitekim 19 Aralık sabaha karşı, ben canlı yayın aracının içinde uyuklarken, tali yol ile otobanı ayıran ormanlık alanın içinden askerler sessiz bir gürültü ile çıkıverdiler. İşte Ümraniye'de her şey böyle başladı.
Sonrası tüm basın için ciddi bir sınavdı. Bölgeden tam 3 kilometre uzakta bir bölgeye uzaklaştırılan gazeteciler Ümraniye cezaevi haberlerini bu bölgeden yapmaya başladılar. İçeride olup bitenlerden bihaber, haber yaptık. Cezaevini gören muhkim bir tepeye çıkan kimilerimiz içeriden yükselen dumanları, canhıraş çalışan iş makinelerini, hasılı içeriden gelen sesleri görüntüledi. Ama hepsi bu kadar.
Sadece gazeteciler değil, içeridekilerin yakınları da bizimle aynı bölgede olup bitenleri anlamaya, çocuklarının akıbetini öğrenmeye çalışıyordu. Ancak operasyon sonuçlanana dek, gelen bir iki resmi enformasyon dışında hiçbir şey öğrenemeden, canlı yayınlarla yarım saatte bir olanı biteni kamuoyuna aktarmaya gayret ediyordum, ama mahkum ve tutuklu aileleriyle birlikte olup bitenlerden gerçekten çok uzaklarda olduğumuzu söylemeyi ihmal etmeden.
Aradan günler geçti. Haftalar gibi günler... Operasyonun bitişi, kıyısında bulunduğumuz yoldan çok sayıda ambulansın, bir o kadar itfaiye aracının ve cemselerin geçmesi demekti. Zira uzaktan çekilen görüntülerden anlaşılan oydu ki, cezaevi gerçekten büyük çatışmalara sahne oluyordu.
"O gün"ün romanı
Aradan neredeyse beş yıl geçti. Yakınlarda bir gün kitapçı rafında gözüme ilişti. 19 Aralık... Yaşadıklarımdan dolayı asla gözümden kaçmayacak bir tarih bu. Tereddütsüz elimi uzattım ve kitabı aldım. Yazan, Nuri Akalın. Tanıdığım bir isim değildi. Kitabın arkasını çevirip tanıtım yazısını okudum.
"Türkiye cezaevleri tarihi, baskı ve işkencenin olduğu kadar direniş ve boyun eğmemenin de tarihidir. 20 cezaevinde girişilen 19 Aralık 2000 saldırısı ise kanlı bir operasyondur. Bir dönüm noktasıdır, Türkiye'de bir dönemin kapanışıdır".
Meraklandım... Benim çok uzaktan görmeden anlattıklarımı içeriden bir göz, bana bir romanla anlatacaktı. İçeride neler oldu, üç gün boyunca süren operasyon ne kadar etkiliydi, kim nasıl direndi? Okumaya başladım. Okudukça yaşadıklarımı bir bir gözlerimin önüne getirdim, bilmediklerimi, tahmin etmekle yetindiklerimi...
Direniş günlerini anlamak için
Bir edebiyat eleştirmeni değilim elbet. Ama buna rağmen kitabın akıcı, sürükleyici, abartısız tarzı son derece etkileyici geldi bana. Bir "ilk roman acemiliği"ni hissettirmeyen yazarın olay kurgusunu örüşündeki ustalık da açıkçası çok etkileyici. Hiç bilmediğimiz bir mekanda, bilmek istediklerimizi gerçekliğe alabildiğine yakın olduğunu tahmin ettiğim şiddet ve direniş günlerini okumak ve anlamak adına bu kitabın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Ümraniye Cezaevi'nde yaşananlara dair merakımı büyük ölçüde, üstelik son derece ustalıklı bir Türkçeyle gideren Nuri Akalın'ın 19 Aralık romanı, bir dönemin karanlıkta kalmış gerçeğini ortaya çıkarması açısından büyük önem taşıyor.
Yazar Akalın 1997'den bu yana cezaevinde. Ümraniye'de yaşadıklarını operasyon sonrasında nakledildiği Kandıra F Tipi cezaevinde yazdı. Hala orada. Ancak belli ki daktilosunun başında, kimsenin hapsedemediği bir başka dünyayı yaşıyor. Sadece edebiyata değil, bence yazın hayatının önemli bir başka branşına, "Cezaevi Edebiyatı"na da yazdıklarıyla büyük katkıda bulunuyor.(MU/EÜ)