"Tecrit insandan yalıtmaktır; sesi, kokuyu, gülüşü, paylaşımı, deneyim alışverişini, öğrenme/öğretme imkanını zincirlemektir. Emeği ve kolektif yaratıcılığı, birbirinden beslenmeyi kesme çabasıdır. Yaşamı, mekandan koparmaktır."
Oya Açan, 19 Aralık 2000'de, Hayata Dönüş Operasyonu'nda Ümraniye Cezaevi'ndeydi. 12 Aralık'ta Ümraniye Cezaevi'nde yatarken başladığı açlık grevini 10 Ocak 2001'de ölüm orucuna çevirdi. 205 gün ölüm orucunda kaldı. Tahliye edildiğinde 24 kiloydu.
Daha tahliye olmadan, operasyonu yapanlara değil ama mahpuslara dava açıldı. Açan, Devlet bize saldırdı, bir de üzerine bize dava açtı" diyor. Şimdi eşi Selim Açan ile birlikte yurtdışında yaşıyor. Operasyonu da "2000'deki saldırı göstere göstere gelen topyekun bir saldırıydı ve onyıllara yayılan bir kapsama hedefi vardı" diye tanımlıyor...
Ayça Söylemez, Açan ile Hayata Dönüş Operasyonu sırasında yaşadıklarını, sonrasındaki ölüm orucunu, F Tipi hapishaneleri ve mücadelesini konuştu.
Tecrit ne demek? Sizin için anlamı ne? Cezaevlerindeki koğuş sistemiyle, F Tipi hapishaneleri karşılaştırır mısınız?
Zor ve baskıyla bir şeye zorlanmanın her çeşidi dayanılmazdır. Bunları kendi içinde tasnif etmek ve birbirleriyle karşılaştırmak ancak acı ve yoksunlukları karşılaştırmak anlamına gelir. Fakat temel özellikleri aynı olmakla birlikte ikisi arasında şöyle göreli bir farktan söz edilebilir:
Zora, baskıya, aşağılanma ve hiçleştirilmeye karşı koyacak, kendinizi ifade edebileceğiniz, tepkinizi dile getirebileceğiniz araçlarınız, koğuş sistemi denilen sistemde görece daha fazla ve geniştir.
İnsan ancak insanla varolur. Tecrit insandan yalıtmaktır; sesi, kokuyu, gülüşü, paylaşımı, deneyim alışverişini, öğrenme/öğretme imkanını zincirlemektir. Emeği ve kolektif yaratıcılığı, birbirinden beslenmeyi kesme çabasıdır. Yaşamı, mekandan koparmaktır. Zamanı ve hayallerimizi teslim alma gayretidir. Hayatı anlam oluşturan iç bütünlüğünden soyunmaya zorlamak, kişiye adımını attığı ezici ve tüketici bir mekanda - farklı bir evreyi yaşamaya başladığı noktada - sabitlenmeyi dayatmaktır.
1984'ten beri farklı zamanlarda üç kez yakalanıp içerde kaldım. 2000'e gelene kadar hep toplu olarak kaldım kadın koğuşlarında. Daha sonraları aynı deneyimleri yaşamış arkadaşlarla o günleri hatırlar, kendi aramızda "cezaevlerinde o dönem sosyalizm vardı" diye espri yapardık. Koşullar hiç de iç açıcı değildi elbette; özellikle de 12 Eylül sonrası cezaevlerinde... Fakat birlikteliğin ve ortak yaşamın yarattığı enerji ve güç diğer tüm sıkıntı ve zorlukları önemsizleştiriyordu.
Koğuşlarda yaşam ortaklaşa örgütlenir. Farklı görüşlerden siyasi tutukluların oluşturduğu büyük bir aile gibiydik. Gerek siyaseten gerekse gündelik yaşam ve tercihler konusunda herkes farklı bir yol/çözüm önerse de ortak tasavvurlarımız vardı. En gencimizden en ileri yaşlarda olanlarımıza kadar herkes sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya tasavvurunun gerektirdiği değerleri, özellikleri ve alışkanlıkları algısı ve birikimi ölçüsünde kendi yaşamında somutlaştırmaya çalışırdı. Yaş, deneyim ve birikimden kaynaklanan farklılıklara rağmen, birbirini sahiplenme ve birbirinden sorumluluk duyma son derece baskındı.
F tipi hapishaneler/hücreler ise tutsaklara "mahpushane içinde mahpusluk" yaşatmayı, tutsakları her yönden teslim almayı, boyun eğdirmeyi, hayata ve mücadeleye karşı kayıtsızlaştırıp donuklaştırmayı hedefler. Amaç, duyularını ve ruhlarını öldürmek, insandan yalıtılmış tabutluklara tıkarak çıkışsızlığa ve derin bir umutsuzluğa sürüklemektir. Zaman içinde yaratılan yabancılaşma ve kayıtsızlaşmanın kişiyi çözülmeye götürmesi kaçınılmazdır.
Zaten sorun basitçe hapishaneler sorunu da değildi; "yaşamın hücreleştirilmesi" olarak formüle ettiğimiz bu süreç derinleşip yakıcılaştırılarak sürüyor. "İçerde dışarıda hücreleri parçala" sloganında ifadesini bulan, sadece görünen hücrelere değil, sınırları belki biraz daha geniş ama belli bir yaşam tarzına talim ettirilen, ilk bakışta "görünmeyen" kafalardaki hücrelere işaret eder. Duvarların sadece tutsakların üzerine değil, kendi küçük dünyalarında şu ya da bu biçimde yaşadıklarını sananların, böyle düşünen herkesin üzerine kapandığını gösterebilmeye çalışır.
19 Aralık saldırısından sonra kadınları koydukları hapishanelerde -bildiğim kadarıyla- tek kişilik hücreler yoktu. Kadınlar Kartal'da da, Bakırköy'de de, Gebze'de de üçer kişilik hücrelerde kaldılar. O kesitteki saldırı dalgası, tecrit gerçeği kadar tecrit korkusunu, "devletle baş edilemeyeceği" sonucunu, "yolun sonuna gelindiği" duygusunu yerleştirmeye çalıştı. F tiplerinin insan doğasına taban tabana aykırı karakterinin gösterilmeye çalışıldığı yerde -bunun dozunun kaçtığı/kaçırıldığı durumlarda- tersine dönerek topluma "F tipi korkusu"nu yaymanın aracı olarak kullanıldı. Bunu kimi zaman şok dalgaları şeklinde fakat daha çok zamana yayılmış kısıtlamalar ve hak gasplarıyla yapmaya çalıştı.
Açlık grevine, ölüm orucuna başlama sebepleriniz neydi? Ne kadar süreyle açlık grevi yaptınız? Daha önce de yapmış mıydınız?
F tipi saldırısı göstere göstere gelen bir saldırıydı. İrili ufaklı diğer saldırıları bir yana bıraksak bile 10 ay önce on devrimcinin işkenceyle katledildiği Ulucanlar saldırısı yaşanmıştı. Okun sivri ucu hapishaneleri göstermekle birlikte saldırının asıl amacı farklıydı. Bu kez hedefte tüm bir toplum vardı. Saldırı özünde tüm topluma, özellikle de işçi ve emekçi sınıflarla bütün muhalefet dinamiklerine ve geleceğe dair potansiyellere gözdağı verme amacındaydı. Devletin cezaevleri politikası, saldırılarının dozu, rejimin niteliğine ve egemenlerin politik dalgalanmalarına bağlı olarak dönem dönem azalıp artsa da teslim alma ve boyun eğdirme hedefi değişmez. Dönemin Başbakanı Ecevit'in, "Cezaevlerine hakim olamazsak IMF politikalarını hayata geçiremeyiz" veciz sözü bunu çok iyi anlatır.
Saldırı öncesi devrimci örgütlerin 12 Eylül sonrası iyi-kötü biriktirebildiği kadrolarının ezici bir kısmı tutsak düşmüştü. O kesit hapishanelerin tıka basa olduğu bir zamandı. Bu türden bir saldırı aynı zamanda bu kuşağı biçmeyi de hedefliyordu. Bunu da büyük ölçüde başardı zaten.
Yeni bir döneme adım atmakta olduğumuzun farkındaydık. Tehdit somut olarak ortaya çıkmaya başladığında bütün olanaklarımızla dışarısını hareketlendirmeye çalıştık. Kamuoyu desteği istenen düzeye gelmeden "beklenen" saldırı gerçekleşti. F tipi hücreleri kabul etmiyor, katmerlenmiş tecridi insan onuruna aykırı buluyorduk. Kamuoyu desteğini güçlendirmeye çalıştığımız kesitte üç siyasi örgütten arkadaşlar ölüm orucuna başlamışlardı. Bir yandan da görüşmeler sürüyordu. 19 Aralık'ta 20 hapishaneye eşzamanlı saldırı gerçekleştiğinde diğer yedi siyasal yapı gibi bizler de bir haftadır destek açlık grevindeydik.
Hem saldırıyı hem F tipi hapishanelere kan revan sevk edilişimizi protesto etmek için Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) davasından tutuklular olarak bizler açlık grevine devam ettik ve 10 Ocak'ta eylemimizi ölüm orucuna çevirdik.
Siyasi tutuklulardık, buna uygun bir şekilde yaşamak, özgürce okuyabilmek ve yazabilmek istiyorduk. Her tür yayına serbestçe ulaşma hakkına kavuşmak istiyorduk. Saldırının zeminini oluşturan "Üçlü Protokol"un kaldırılmasını, tecrit ve izolasyonun sona erdirilmesini avukatlarımız ve ailelerimizle herhangi bir dayatma ve kısıtlama olmaksızın görüşmek, en az onbeş kişi bir araya gelme hakkı istiyorduk. Bu da koğuş kapılarının sabah 09:00'da açılıp gece 24:00'te kapanması anlamına geliyordu. Onlar buna yanaşmadı, en alt sınırdaki taleplerimizi reddetti, biz de eylemi sürdürdük. Eylem sonlandırıldığında 122 arkadaşımızı kaybetmiştik.
12 Aralık'ta Ümraniye Cezaevi'nde yatarken başladığım açlık grevi eylemimi 10 Ocak 2001'de ölüm orucuna çevirdim. 205 gün Ölüm Orucu yaptım. Ölüm sınırına dayandığım düşünüldüğünde -salıverildiğimde 24 kiloydum- Adli Tıp raporuyla benim durumunda olan bir grup arkadaşla birlikte tahliye edildim. Tahliye edildikten -sanıyorum- 8 ay sonra yeniden tutuklanma talebiyle aranmaya başladım.
Daha önce 1984'te Metris'te yatarken "Tek Tip Elbise" dayatmasına karşı TİKB ve Dev-Sol davası tutsaklarının yaptıkları ölüm orucuna da katıldım. İlk 46 günü kesintisiz daha sonra 10'ar günlük süreler halinde toplam 66 gün açlık grevi yaptım. Sayısını net olarak hatırlayamıyorum, üçer günlük, birer haftalık destek ve protesto açlık grevleri de yaptık cezaevlerinde kaldığım süre boyunca. Bunların toplamı da 100 günü geçer herhalde.
Açlık grevi eylemi hakkında şimdi ne düşünüyorsunuz? 67 gün süren son açlık grevlerini nasıl değerlendirirsiniz?
Şurası açık ki, hiçbir komünist, hiçbir devrimci ölümü yaşama yeğlemez. Ölüm bir ihtimaldir, tercih değil. Açlık grevi İrlanda'dan Latin Amerika'ya, Türkiye'den Filistin'e kadar -özellikle- hapishanelerde sindirilmeye çalışılan tutsakların başka bir çıkış bulamadıklarında başvurdukları bir eylem biçimi. Baskı ve dayatmalara, insanlık onuruna yönelik saldırılara karşı elinizde başka bir silahınız yoksa, eliniz kolunuz bağlanmış, sesinizi duyurma imkanlarından yoksunsanız... Gerçekten de zorlu ve acılı bir süreç olan bu araca başvurursunuz. O zaman da öyle düşünüyordum, şimdi de düşüncem değişmiş değil.
67 gün süren son açlık grevlerini yüreğim ağzımda takip ettim. Asgari sınırlara çekilmiş taleplerinden bağımsız olarak idealleri için mücadele edenlere karşı her zaman saygı duydum/duyarım.
Kürt yurtsever tutsakların son açlık grevi direnişi sadece tecride yönelik bir direniş değildi. Talepleri içinde bu da olmakla birlikte bu eylem asıl olarak Kürt sorununda rejimin izlediği tasfiye ve imha saldırısına cezaevleri cephesinden verilen bir yanıttı. Fakat hem son tahlilde bu yönüyle hem de eylemin talepleri arasında tecrit sisteminin de yer alması boyutuyla onu 2000'deki 19 Aralık saldırısından kopartarak ele almak doğru olmaz. Tersine, aralarında tarihsel bir devamlılık ilişkisinin olduğunu görmek gerekir.
2000'deki saldırı göstere göstere gelen topyekun bir saldırıydı ve sadece o kesite ilişkin değildi. On yıllara yayılan bir kapsama hedefi vardı. Saldırı sadece mahpushanelerde komünistleri, devrimcileri ve yurtseverleri hedeflemiyordu. Sadece şu ya da bu davada yargılanan tutsakları da hedeflemiyordu. Ulusal mücadele de bu saldırının hedefi durumundaydı. Çünkü saldırı bütün topluma yönelmişti. Sistemin ihtiyacı olan soluk alamaz hale getirme cenderesi ve hücreleştirme saldırganlığına, başta rejim muhalifleri olmak üzere, hiçbir toplumsal gücü kapsamı dışında bırakmayacak bir hazırlıkla girişilmişti.
Ne var ki, Kürt ulusal hareketi bu stratejik boyutu o gün göremedi. Bundan 10 yıl önce bu arkadaşlar o saldırıya karşı çıkmadılar, tepkisiz kalmayı yeğlediler. Fakat bugün yaşanmakta olanlar fazla söze gerek bırakmıyor. F tiplerinin ezici tecrit ve yok etme politikası onbinlerce Kürt tutsak tarafından da derinlemesine duyumsanıyor. Çünkü bu politikanın en katı ve hoyrat biçimleri bugün onlar üzerinde uygulanıyor.
19 Aralık'ta hangi cezaevindeydiniz? Neler yaşadınız?
19 Aralık 2000'de Ümraniye Cezaevi'ndeydim. Sabahın 05:00'inde korku, gözdağı ve direnmenin yararsız olduğu fikrini daha baştan şok edici bir tarzda yaşatmak için her türlü silahı kullanarak geldiler -tam bir yıldır bugüne hazırlandıkları daha sonra öğrenildi. Kadınlar koğuşları idareye görece yakın bir bölümdeydi, elimize ne geçerse kapılara barikat kurduk ve daha geniş bir hareket alanı olan erkek arkadaşların olduğu tarafa geçmeye çalıştık -geçmeyecek olsaydık, bizi daha çabuk ele geçirirlerdi. Bunun için duvarı delmek ve oradan geçmek gerekiyordu. Erkek arkadaşlar birkaç saatlik bir uğraştan sonra bir delik açmayı başardılar ve kadınlar diğer tarafa geçebildi.
O andan iş makineleri ve dozerlerle duvarları delerek içeri girmeyi başardıkları 22 Aralık öğle saatlerine kadar içerde tam bir savaş yaşandı. Onlar teçhizatlıydı bizler sonuna kadar direnme kararlılığındaydık. Kurşun ve gaz sağanağı altında geçti günler; ölenlerimiz, yaralanan arkadaşlarımız oldu, onları tedavi etmek için bir sağlık ekibi işbaşındaydı. Kendini yakanlar oldu, Bu dört gün çok yazıldı, çok anlatıldı, o yüzden uzun uzadıya bir anlatım gerekmez diye düşünüyorum.
Ümraniye en son düşen cezaeviydi. Bu ölümüne direnişin acısını da fena çıkardılar. Ümraniye'den çıkmadan dünyanın dayağını yedik. Gaz öyle yoğundu ki, subay ve jandarmalar bizi gaz maskelerini çıkarmadan dövdüler. O halde saatlerce sevk arabalarında bekletildik. Giysilerimizden yayılan gazdan nefes alamaz haldeydik. Arkadan bileklerimize oturan kelepçeler yüzünden günlerce acısını hissettik. Bir dayak faslı da Kartal Cezaevi'nde geldi, hem direndiğimiz için ceza hem "Hoşgeldin" dayağı hem de gözdağıydı... Teslim olmamamız onları çileden çıkarmıştı...
Kartal'da günlerce yanımıza bile uğramadılar. Doğrulduk, ayağa kalktık, yaralarımızı kendimiz sardık. Kaldığımız yerden devam ettik "insan gibi insan" olma kavgamıza...
Sonrasında nereye götürüldünüz? Tedavi olma ya da tahliye şansınız oldu mu?
Ümraniye'deki bütün kadınlar Kartal Cezaevi'ne götürülmüştü. Yukarda söylediğim gibi hem Ümraniye'de hem Kartal'da direndiğimiz, zorla sevk edilirken adımızı söylemediğimiz, soyarak aramayı reddettiğimiz için onurumuzu ezme amaçlı dayak yedik, taciz edildik, hakaret işittik. Hücrelere almadan önce yediğim dayaklardan kaburgalarım çatladı. Boyun omurlarımda ezilme ve yanlış kaynama olduğunu ise yıllar sonra öğrendim. Tedavi imkanı falan yoktu, yanımıza bile hücrelere attıktan günler sonra teşrif etti hapishane görevlileri...
Ben tutukluydum, tahliye falan yoktu. Tahliye bir yana, hakkımızda yeni bir dava daha açılmıştı: Ümraniye Davası! Devlet bize saldırı düzenlemiş, bizi öldürmüş, yaralamıştı... Traji-komik bir tutumla kalkıp bize dava açıyordu. Bu dava nedeniyle daha sonraki aylarda tahliye olan arkadaşlarımız bile serbest bırakılmadılar.
Operasyonla ilgili yasal başvurularınız oldu mu, nasıl sonuçlandı?
Önce 19 Aralık sonrası hepimiz dilekçe yazarak savcılığa suç duyurusunda bulunduk. Daha sonra avukatlarımız maddi ve manevi kayıplarımızla ilgili davaya müdahil oldular. Davalar henüz sonuçlanmadı.
Açlık grevi/ölüm orucu, 19 Aralık operasyonu ve sonrasında yapılanlar sizde kalıcı etkiler bıraktı mı?
19 Aralık operasyonu ve sonrasında yaşadıklarımız ve ölüm orucu süreci kuşkusuz her birimizde kalıcı fiziksel ve ruhsal hasarlar bıraktı. Toplumsal bir travma yaşandı o kesitte ülkede. Etkileri hala sürüyor.
Çok büyük acılar yaşandı, birçok yoldaşımızı, arkadaşımızı kaybettik. Gencecik insanlar ellerimizden kayıp gitti. Fiziksel kayıplar ve yaralar ya tedavi edilir ya da yaşamaya alışır insan onlarla birlikte. Ruhsal yaralanmalar ise asla tümüyle onarılmıyor. Bir tarafları iyi ediyorsunuz, bir başka yara kanıyor... İşkencede de öyledir, kendisine yapılan değil başkalarına/yanındakilere yapılanlar, onların sesleri, onların acıları daha fazla dokunur insana. Yaşandığı anda ayrı acı verir, sonra sonra hatırladığında başka...
Kişi olarak bana gelince, 19 Aralık'ta boynuma ve başıma aldığım darbeler nedeniyle omurlarım ezildi ve yanlış kaynadı, çoğu sabah güne ağrılarla uyanıyorum. İskeletin zedelenmesi nedeniyle sırt ve bel ağrıları buna eşlik ediyor. Uzun süreli açlık, kemik ve kas kayıplarına neden oluyor. Kaslar belli ölçülerde yerine geliyor ama kemiklerin böyle bir şansı yok. Dizbağlarımdaki hasar nedeniyle çabuk yoruluyor, yürürken zorlanıyor ve bir süre dinlenmem gerekiyor. Bu ve bunun gibi kimi rahatsızlıklar benimle birlikte yaşayacak, şikayetim yok. Haklı bir kavga verdik, bedelleri de başımız gözümüz üstüne!
Eşiniz Selim Açan da operasyonda cezaevindeydi, ölüm orucuna katıldı, benzer şeyler yaşadınız. Tüm bu olanlar sizi nasıl değiştirdi, hayatınızı ve ilişkinizi nasıl etkiledi?
Şimdi, aradan 10 yıl geçtikten sonra bir kez daha dönüp bakıyorum, hayatımın yeni bir evresine adım attım. Bunda tabii yaralarımı/yaralarımızı sarmaya çalıştığımız kesitteki zorunlu sürgün de girdi devreye. Aynı dönemleri birebir birlikte yaşadığım yoldaşlarım ve dostlarımla daha içerden, daha dolaysız ve daha derinlemesine paylaşımların önüne geçti bu durum. Onlardan kimileriyle ancak yıllar sonra onlar bana ulaştıklarında sohbet edebildim ve çok iyi geldi. İnsanı insan sağaltabilir çünkü; bizi ancak biz sağaltabiliriz.
Bir şeyler, önceden düşünüp tasarladığınızdan çok farklıdır yaşanırken. Önceleri bilinmezlik hakimdir çünkü, yaşadığınızda netleşir her şey. Yaşanırken daha hızlı, daha doğrudan ve daha "olağan"dır sanki. Bir de sonrası vardır; o zaman işte kimi zaman inanılmaz gelir insana. Bırakın başka insanları, insanın kendisi bile bazen hayret içinde düşünür yaşadıklarını -insandaki dayanma gücü ve adaptasyon yeteneği muazzam; eğer çok güçlü bir ideale inanmış bunun için donanmışsa...
Bu sürece hazırlıklı girdik. Neyle karşılaşacağımızı teorik olarak biliyorduk. Pratik elbette daha farklıydı. Öngördüklerimizin üstünde bir vahşet ve gözüdönmüşlükle geldiler. Direniş de çözülme de bir günde/bir anda ortaya çıkmaz. Onun kısa ya da uzun bir mayalanma süreci vardır. Alnımıza kara çalmayan bir direnişle karşılaştı bu saldırı. Sürecin sonunda talep ettiklerimizi elde edememiş olsak da dövüşsüz alınan bir yenilgi değildi. Biraz da bu yüzden bundan sonrası için esin -ve ders- kaynağı olacağını düşünüyorum ve umuyorum.
O günden bu yana çok şey değişti elbette, ben/biz de değiştik. Bir yönüyle 10 yıl önceki insanlar değiliz, fakat bir yönüyle tıpkı 10 yıl önceki insanlarız! 19 Aralık saldırısı da içinde olmak üzere faşizmin komünistlere, devrimcilere yönelik saldırısı karşısında boyun eğip diz çökmedik, direndik. Bu bizim varlık nedenimiz çünkü. Biz bu kapitalist sisteme karşıyız; ona karşı mücadele ediyoruz. O bize düşman, biz ona düşmanız!
Bu nedenle ideallerim doğrultusunda yaşadığım, ölüm de içinde olmak üzere her türlü bedeli göze aldığım için hiçbir pişmanlık duymuyorum. Bu bana yaşama sevinci veriyor. Sürgünde de olsam devrimci mücadeleyi ivmelendirmede katkı ve katılımımı artırmak, "daha ne yapabilirim" arayışını süreklileştirmek için kafa yoruyorum. Bende ne varsa, hepsini genç yoldaşlarıma, arkadaşlarıma, dostlarıma ve sevdiklerime aktarayım istiyorum. Hem tarihsel süreçlerin daha sağlıklı kavranabilmesi hem bir deneyim ve yöntem bilgisi kazandırmak için ihtiyaç duydukları puzzle'lardan birini de ben sunayım istiyorum. Çabam bu yönlü...
Eşimle çok eski aynı zamanda son derece taze bir ilişkimiz var. Ortaklaştığımız çok şey, ortak kaygı ve acıların, ortak sevinç ve heyecanların besleyip aynı yürek atışlarını kendimiz için de besteleyip uyarladığımız bir birliktelik bu. Hem aşk hem yoldaşlık, hem dostluk hem eleştirmenlik, birbirinden öğrenen ve birbirini öğrenmeye kışkırtan, aynı doğrultuya bakıp farklı şeyler görebilen, aynı şeylerden keyif aldığı gibi farklı uğraşları, beğenileri, ilgi alanları olan...
Birbirine mahkum olmayan ve hangi konu olursa olsun birbirine boyun eğmeyen bir ilişki bu. Bu da bizi ayrıca diri tutuyor...
Yıllardır birlikte olduğumuz halde çoğunlukla ayrı mekanlarda -ayrı hapishanelerde- olduk. Birbirimize tek ulaşma aracımız, akıbeti her zaman belli olmayan "görülmüştür" mektuplarıydı. Ölüm orucu sürecinin özellikle ben Bayrampaşa Hastanesi'ne kaldırıldığım 170'li günlerden başlayarak, birkaç ay önce tahliye edilmiş olan eşim önce her görüşe gelmeye başladı; sonra da refakatçi olarak bir süre hastaneye geldi.
Yalnız onun diğer refakatçiler gibi olmasını kabul etmediler. Diğer refakatçiler koğuşa gelebilirken bize idarenin gözetimi altında görüşebileceğimiz bir oda sağladılar. Koltuğumun altında suyum, iki katın merdivenlerini yavaş yavaş trabzanlara tutunarak iniyor, kapıdan girmesini bekliyordum. O iki saatin yetmediği günler hayatımın en güzel anlarıydı. Birbirimizi beş yıldır görmemiştik ve anlatacağımız çok şey vardı. Saatler yetmiyordu sohbete... Hayatımı kaybedebileceğim ihtimali birçok şeyi, sürecin evrimini, sonuçlarını, farklı taktiklerin olası seyrini, ayrı geçirdiğimiz dönemleri kesen olayları, teorik siyasal konuları, olası gelişmeleri, kişileri, geleceği, hayallerimizi konuşma yönünde ikimizi de "teşvik ediyordu."
Tadına doyulmaz saatlerdi, benim için ek bir motivasyon kaynağıydı. Nazım Hikmet Hasret adlı şiirini 1959'da yazmış, ben ölüm orucundayken 2001'de ona yazdığım bir mektupla göndermişim; "Nazım hiç eskimiyor" notunu düşerek. Bu şiiri duygularımı çok özlü anlattığı ve birçok noktadan paralellik kurulabileceği, üstelik aşkın ve hasretin büyüklüğünü çok güçlü imgelerle anlattığı için buraya da almak istedim. (AS)
"Yüzyıl oldu yüzünü görmeyeli
Gözünün içinde durmayalı
aklının aydınlığına sorular sormayalı
dokunmayalı sıcaklığına karnının
Yüzyıldır bekler beni
bir şehirde bir kadın
Aynı daldaydık aynı daldaydık
aynı daldan düşüp ayrıldık
aramızda yüz yıllık zaman
yol yüz yıllık
Yüz yıldır alacakaranlıkta
koşuyorum ardından"