Doç. Dr. Şemsa Özar ile, kadınların evde yaptıkları işlerin toplumsallaştırılması ve ev işlerinin ücretlendirilmesi tartışmalarının Türkiye'ye uygun olup olmadığını ve bu konunun gündemleşmesi önündeki engelleri konuştuk.
Ev içi emeğin toplumsallaşması ne demektir?
Kadınların ev içindeki emeklerinin toplumsallaşması Marksist teoriden gelen bir uzantı. Kadınların ev içi emeği, onların ev dışında görünür olmasını, çalışıp statü ve para kazanmasını önlüyor. Patriyarkal sistemin kadınlara yüklediği ama aynı zamanda görünmez ve değersiz kıldığı bu emeği tabii ki ortaya çıkarmak lazım.
Öte yandan, kadının ev içinde yaptığı işlerin hepsini olmasa da çoğunu toplumsallaştırdığımız, diyelim çamaşırhaneler veya çocuk bakım yerleri açarak kadınların dışarıda daha fazla çalışmalarını sağladığımızda bu durumun otomatik olarak kadınları erkeklere eşit kılacağını zannediyorsak yanılıyoruz. O zaman patriyarka denilen sistemi görmezlikten gelmiş oluruz.
Patriyarka sadece kadınların evde yaptıkları işler üzerine kurulan bir sistem değil. Patriyarkal sistemde kadınlara yüklenilen görevler var ve o görevlerin bir kısmını değiştirseniz de sistem kendini bir şekilde buna adapte edip yine kadınları ikinci sınıf insan konumuna getiriyor. Patriyarka her toplumda varlığını sürdürüyor, ama tezahürü farklı. İkinci bir nokta ise evde yapılan işlerin ne kadar gerçekçi bir proje olduğu konusunda çekincelerim var.
Türkiye açısından değerlendirildiğinde biraz daha zorlaşıyor.
Kimse sahip çıkmıyor. Bu tür işlerin toplumsallaşması devletin veya yerel yönetimlerin içinde olmadığı bir projeyle sağlanamaz. Merkezi devlet olmasa da yerel yönetimlerin bu iş içinde olması gerekiyor. Yerel yönetimlerin bu konuda düşündüklerini, ya da kimsenin onları bu konuda zorladığını da zannetmiyorum.
Yani böyle bir proje gündemde olsa projenin eksi veya artıları üzerine konuşuruz, fakat Türkiye'nin gündeminde böyle bir konu yok. Benim bildiğim bazı Avrupa ülkelerinde farklı model önerileri var. Bunlar Marksist teorinin uzantısı olarak ortaya konulan modelin dışında. Yani herkes çocuğunu yuvaya versin veya ortak aş evleri kurulsun, kadınlar da günde 8 saat, hatta fazla mesai yaparak çalışsınlar, ülke üretimi artsın biçiminde öneriler değil.
Çok zor iş yaratılan bir ekonomik evreye girdiğimiz için herkese iş yaratmanın bir yolu olarak belki kadın ve erkek herkes için çalışma saatlerinin azaltılması iyi bir tercih. Çalışma saatleri azaltılırsa hem çocuklar anne babalarıyla birlikte olabilir, hem de işler daha fazla paylaşılmış olur.
Daha eşitlikçi bir yapıya doğru gitme olanağı yaratılabilir. Tabii bunun da patriyarkayı ortadan kaldırması söz konusu değil. Ama kadınların önünü bir miktar açan bir organizasyon yapısı. Bu bana daha iyi geliyor. Fakat bu Türkiye'de ne kadar uygulanır derseniz, o konuda çok soru işareti var.
Ev kadını kavramını tartışmak neden bu kadar önemli?
Çünkü patriyarkal sistem erkeklerin hakim olduğu, kadınların ikinci sınıf insan olarak kabul edildiği bir sistem. O sistemde aslında her kadın, ev kadınıdır. Yani evde oturan kadın anlamında değil, ev kadınlığı cerrah, aşçı ya da temizlik işlerinde çalışan kadınlara verilen bir görev.
"Ev kadınlaştırma" diye bir kavram var. Kadınları ev kadınlaştırdığın zaman, bir anlamda ikinci sınıf statüye sokuyorsun. Onun için kadınları bu ev kadını statüsünden nasıl kurtaracağız diye düşünüyoruz.
Örneğin ev kadınının yaptığı işleri yapmasınlar, onu toplumsallaştıralım deniliyor. Ne kadar toplumsallaştırırsanız toplumsallaştırın yine de evin sorumluluğu kadının üzerinde olacak ve bu alanda sarfedilen emek aşağılanacaktır. Üstelik uygulanabilirliği de.
Töre cinayeti benzeri konular çok gündemde olmasına rağmen ev içi emeğin sömürüsünün gündemleşememesi, kadınların mevcut konumlarını kanıksadıklarının bir göstergesi mi?
Tabii ki kanıksamıyorlar. Bu konuyu ne kadar gündeme getirirseniz getirin, medyaya yansıması olmuyor; çalışma yaşamının kurumları olan sendikalar da buna çok fazla sahip çıkmıyor. Örneğin, sendikalar kadın dergisi çıkarıyor, ama kadınların çalışma yaşamındaki rolünün artması için canı gönülden bir çaba gösterdikleri hiç söylenemez.
O örgütler zaten çok erkek örgütler. Kadınlar ise namus cinayeti ve benzeri daha can alıcı sorunlarla uğraşıyor. Çalışma yaşamı bir anlamda ikinci plana itilmiş durumda. Mesela kadınların politikaya katılıp katılmamaları daha çok ilgi çekiyor olabilir. Tabii Türkiye'de çok az iş yaratılıyor olması da bir realite.
Türkiye işin çok yaratıldığı bir ülke olsaydı, kadınlar şu alana girsin bu alana girsin diye daha çok bastırabilirdik. Bastırmayalım demiyorum ama zaten işsizliğin yüksek olduğu bir yer ve siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın, bir şekilde mekanizmalar kadınların iş hayatına girmesini engelliyor. Ayrıca şunu da unutmamalıyız ki, patriyarkal sistem çalışma alanında da bütün haşmetiyle mevcut. O alanda da kadınları ezmeye devam ediyor.
Ev içi emeğin ücretlendirilmesi konusuna da farklı yaklaşımlar var.
Feministler bu konuda ikiye ayrılıyor. Ücret ödensin diyenler, bu bir emek ve bu emeğin karşılığı niye ödenmesin diyor. Bu bir anlamda doğru bir sav. Çünkü emeğin bir ölçüde karşılığı evin dışına çıkıldığında ücret olarak veriliyorsa, içinde de verilmesinde yanlış bir şey yok.
Bu görüşün karşısında olanlar da; "Bunu böyle yapmaya başladığımız zaman evin içinde bir de işveren-işçi ilişkisi oluşturmaya başlayacağız ve de kadının ev kadını rolünü kabullenmiş olacağız. Ve bunu kabullenmek istemiyoruz" diyorlar. O zaman, "ben sana para ödüyorum hâlâ gömleğim ütülenmemiş" pozisyonuna düşeceksiniz deniliyor. Yani bu durum ezme mekanizmasını daha da güçlendirebilir.
Toplumun bu konuya yaklaşımında da sorunlar var, toplumsal zihniyet bu tartışmada çok belirleyici.
Bu konuda televizyonda bir açık oturum yapılsa ve ev kadınlarına ücret ödenmesi hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorulsa, insanların ilk tepkileri "Olur mu canım ben çocuğuma sevdiğim için bakıyorum" olur. Sevgiyle yapılan bir işin karşılığında ücret istemek, aşağılayıcı olarak kabul ediliyor.
Bu da partiyarkal sistemin kadınlara yakıştırdığı konumla ilgili bir şey, yani sen annesin, anne olduğun için çocuklarını seversin, sevgin nedeniyle de onların bakımıyla ilgilenirsin. Buna karşılık para verilmesi çok aşağılayıcı bulunuyor. Halbuki karşıdakinin de, bu emeğin kadınlar tarafından hiçbir sorgulama olmadan verilmesini istemenin ne kadar yanlış bir şey olduğunu sorgulaması lazım.
Bu zor bir tartışma. Çünkü mentaliteyi değiştirmek çok kolay değil. Bunu çok fazla tartışamazsınız da, çünkü bu bir anlamda insanların seçimi. Mesela insanlar en azından belirli bir yaşa kadar çocuklarına kendileri bakmak istiyor. Çocuklarıma kendin bakmazsam iyi yetişmez, gıdasını alamaz, yuvada ezilir düşüncesi hakim. Ama soru niye sen yapıyorsun değil, neden erkek de yapmıyor olmalı.
Bu tartışma eksikliğinin kadın hareketinden kaynaklı boyutu ne?
Türkiye'de şu anda kadın hareketi diye bir hareketin olduğunu zannetmiyorum, ama varsa da o bunu başaramıyor diye düşünüyorum. Mesela namus cinayetlerini konuşuyoruz, çünkü ölüm çok kötü bir şey ve bu konunun tartışılması çok iyi oldu, ama diğer birçok can alıcı konuyu gündeme getirip daha geniş çevrelerce tartışılmasını sağlayamıyoruz.
Belki orada bir taktik eksikliği var. Belki güçleri biraz daha toparlayıp, gruplar arası ilişkiyi güçlendirip belli bir hedefe yoğunlaşmak gerekiyor. Kadınların ev kadını statüsü veya dışarıdaki iş alanlarının çok kısıtlı olması konuları hiç işlenmedi. Bu konuyu evlerin içinde konuşuluyor duruma getirmek lazım.
Konuşmaya başladığımız zaman tartışacağız, tartışmaya başladığımız zaman da insanlar "Bak bazıları böyle de düşünüyor, şurada da şunlar yaşanmış" demeye başlayacak. Şimdi bunların hiçbiri yok. Kadın hareketinin olmadığı buradan belli.
Kendimiz bir konuyu gündemleştirip yönlendiremiyoruz. Ancak adamın biri karısını aldatıyor onun üzerine insanlara soruyorlar, orada feminist kadınlar belki fikir beyan ediyor. Gündemin yönünü tayin etmesek de yönünü bir yerlere çekecek kampanya benzeri çalışmaların olması lazım. O zaman kadın hareketi olur.
Amerika, İngiltere, Avrupa'ya baktığınız zaman birinci dalga, ikinci dalga feminizmler öyle geliyor. Bir şeye tepki, o tepkinin sokaklara ve basına dökülmesi, ondan sonra daha büyük kitlelerce konu haline getirilerek tartışılması söz konusu. Yoksa biz burada konuşalım veya yazalım, kendimiz yazıyoruz, kendimiz okuyoruz. (NY/ŞÖ/BA)
* Nurhak Yılmaz'ın yaptığı ve 17 Ağustos 2004'te Gündem gazetesinde yayımlanan söyleşinin Şemsa Özar'ın yeniden gözden geçirdiği şeklini yayımladık.
---------