Devlet Bakanı Cevdet Yılmaz, hafta sonu Türk Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) düzenlediği "2050'ye doğru nüfus bilim ve yönetim" başlıklı toplantısına katıldı. Türkiye'nin nüfusunun yaşlandığına dikkat çekti ve ilginç bir değerlendirme yaptı:
"Sosyal açıdan da nüfus dinamikleri bu şekilde giderse annelik, kardeşlik gibi kavramların da kültürel, sosyal açıdan ciddi bir şekilde etkileneceğini görmemiz lazım. Belki hiç anneliği yaşamadan hayatını sürdüren kadınlarımızın sayısında artış olacak. Kardeşi olmayan çocuklar çoğalacak."
Anne olmayan kadını bir 'sorun' gibi gören Yılmaz'ın bakışı şaşırtıcı değil ama kaygı verici. Gerekçesini ekonomiye dayandırıp şöyle açıklıyor:
"Nüfus eğilimlerine bakıldığında, 0-14 yaşın payı giderek düşüyor, 65 yaş üstü nüfusun payı ise artıyor. Nüfusumuzun bu azalan trendini hep birlikte tartışmamız lazım."
Bu söylem aslında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kadınlardan sık sık 'üç çocuk' yapmasını istemesinden farklı değil.
Türkiye'nin nüfusunun giderek yaşlandığı, dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girmek için genç nüfusa ihtiyacımız olduğu son zamanlarda sıkça duyduğumuz sözler... Ben 'anneliği bilinçli olarak hiç yaşamamış' bir kadınım. Bakan Yılmaz'ın sözlerine biraz üzüldüm. Ama kendim için değil, bu bakışın asırlar boyudur sürüyor olmasına...
Anlatayım, siz de bu zihniyetin hiç değişmediğini görün!
Kadın hep suçlu
Sanayi devrimi dönemi... Yani 17 ve 18'inci yüzyıllar. Olay yeri İngiltere... Büyük ekonomik ve siyasi sarsıntıların yaşandığı dönemde evlilikler de azalıyor, evlenemeyen kızların sayısı giderek artıyor. Konu büyük bir sorun haline gelince iktisatçılar ve felsefeciler tartışmaya başlıyor. Suçlu evlenmeyen kızlar oluyor. Çocuk doğuran kadın sayısı da azalınca nüfus dengesini giderek bozuyor. Bu durumun erkek işgücü eksikliğine neden olacağı, bunun da devletten çalmak anlamına geleceği savunuluyor...
Evde kalmış kızların tek çalışabileceği meslek ise tekstil oluyor. Tabii ki, kadın işgücünün piyasaya girmesiyle de ücretler aşırı düşüyor. Sorun o kadar büyük ki bu konuları içeren kitaplar bile yazılıyor. O dönemin felsefeci, ekonomistlerinden William Hayley, 1785'te yazdığı "Evde Kalmış Kızlar Üzerine Felsefi, Tarihi ve Ahlaki Bir Deneme" adlı kitabında evlenmemiş kızların yarattığı tahribatı anlatıyor.
Kız kurusu baş belası
Evde kalmış kız kelimesinin karşılığı İngilizce'de spinsiter, yani 'kız kurusu.' Öyle ki, bu kavram da o dönem The Spinsiter (Kız kurusu) adında çıkan bir gazeteden geliyor. 1673'te yayımlanan The Ladies Callin 'Kadınların Görevleri' adlı eserde ise şöyle deniyor: 'Evde kalmış kız hiç bir poetik öfke tanrıçasının aşamayacağı bir lanet. Doğadaki en baş belası yaratık.'
Sosyalist ya da kapitalist farketmiyor, kadının "anneliği" her dönem dünyaya hükmetmek isteyen devletler tarafından bir kahramanlık olarak sunuluyor. Annelik tabii ki kahramanlık. Hele de bu zor hayat koşullarında. Sorun bir 'üretim' sorunu değil, kadının eşit bir birey olarak varolma sorunu.
Beş çocuktan biri çalışmak zorunda
* Türkiye'de resmi işsizlik oranı yüzde 10.6. Kadın işsizlik oranı ise yüzde 12.
* 11 milyon kadın evde. İş gücü piyasasına kadınların katılım oranı yüzde 28'lerde.
* Türkiye anne-bebek ölüm oranının çok yüksek olduğu bir ülke. Beş çocuktan biri ise çalışmak zorunda.
* Çalışan kadının derdi ise daha büyük. Çünkü İşyerlerinde kreş yok. Ya da kreşe verecek para yok.(JÖ/BB)