Çizim: Murat Başol (Silivri'deki duruşmalardan)
26 Kasım’daki duruşmada, “Biz uzun uzun size Gezi'yi anlatmak, Gezi'yi savunmak istiyoruz. Kabul ederseniz biz savunmamızı bir sonraki duruşmada sunmak isteriz" diyen Can Atalay, bugün çArşı davasıyla birleştirilen Gezi davasında savunma yaptı.
Atalay'ın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yaptığı savunmayı yayınlıyoruz:
Bu bir savunma değildir. Size 'Gezi'yi anlatacağız' demiştik. Çok şey konuşuluyor ama Gezi direnişi konuşulmuyor. Bu yargılama bir çete faaliyetinin ürünüdür; karşımıza yamalı bir yalan bohçasıdır. Bu dava Gezi direnişimizi anlamama, anlamamazlıktan gelme halidir.
İddianameniz, Türkiye tarihinin en önemli toplumsal olaylarından biri olan Gezi direnişimizi onca yıldır karalamaya çalışan siyasi iktidarın tarih tezidir; hukuki değil siyasi bir metindir.
Savcılığın temsil ettiği güçleri su gibi beyaz olan duru olan Gezi direnişimizi tarih karşısında karalamaya çalışıyor ve her gün siyasi iktidarın bu ülkede sıradan insanlara salladığı parmağın aynısını yapıyor savcılık.
Savcılık makamı değil, onun temsil ettiği güçler bize ‘Teslim olun’ diyor. Asıl siz teslim olun. Biz teslim olmayacağız.
Gezi direnişinin gücü karşısında çaresiz kalan AKP seçkinleri, Fethullahçı çete ve onların koalisyonu onu nasıl karalayacaklarını bilememişler anlaşılan.
Çaresizlik nelere kadir; en sonunda milyonlarca yurttaşın kendi kaderine sahip çıkma iradesini hiçe sayarak Gezi’yi uluslararası bir komplo olarak tasvir etmeyi deneyecek kadar düşkünleşilmiştir.
Gezi direnişinin tek bir kör kuruş ile ilişkilendirilmesi mümkün değildir. Gezi direnişinde sokaklarda anayasal demokratik haklarını kullanan milyonlarca insanı fon kullanımı ile suçlamak hiçbir kişinin ya da kurumun haddi değildir.
Biz yahut tek bir Gezici bir tek kör kuruş ile dahi ilişkilendirilemezken bu iddianameyi yazan savcının meslek içi eğitim seminerleri Avrupa Birliği tarafından fonlanmaktadır. Haklar ve özgürlüklerle ilgili maddelere dair tek bir söz söylemeden, yurttaşların bu hakkı kullanımına ilişkin maddelere ilişkin söz söylemeden hangi anayasal düzenden bahsediyorsunuz?
"Yasaklanan Onur Yürüyüşünü konuşmadan Gezi'yi konumayız"
Biz kimsenin tebaası değiliz. Biz kimsenin iki dudağının arasındaki söze bakan yurttaşlar olmayacağız. Siyasal iktidar, bu anayasal görevlerini yerine getirmemiş tam aksine yurttaşların sadece yükümlülüklerinden söz edilen ama hakları tasfiye edilen bir cendereye sıkıştırmaya çalışmıştır.
Kadın kurtuluş hareketini bu denli güçlü kılan biraz da siyasi iktidarın –o tarih itibari ile- 11 yıllık performansı değil midir? O gün kadınlar “benim bedenim benim kararım” sloganı ile sokaklara, caddelere meydanlara sığmıyordu…
LGBTİ+ bireylerin gün be gün çoğalarak hakikatlerini görmek istemeyenin gözüne, işitmek istemeyenin kulağına ulaştıran Onur Yürüyüşlerini yasaklanmasını konuşmadan Gezi direnişi konuşabilir miyiz?
İstiklal Caddesi’nden hınca hınç dolduran internet yasaklarına karşı itiraz, hayvan haklarına sahip çıkmak için on binler olup sokağa çıkanlar, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününü 1 Mayıs alanı Taksim’de kutlamak için akan milyonları sınav sorularını çalan Fethullahçıların suçüstü yakalanmalarına karşın onları savunan dönemin Başbakanı Erdoğan’a itiraz eden milyonlarca öğrenciyi, Emek Sineması’nın yıkımına itirazın mekanda süren sınıf mücadelesinin en yüksek kürsüsüne dönüştüren direnci unutarak Gezi direnişinden bahsetmeyeceğiz.
İddianamenizin sahibi siyasi iktidar, 1969 16 Şubat’ında önce ABD Donanması’nın 6. Filosunu kıble alıp namaz kılan daha sonra ise emperyalizme ve sömürüye karşı yürüyen yüzbinlere yine polis destekli saldırıp iki sosyalist işçiyi öldürenlerin geleneğinin takipçisidir.
Tüm hak mücadelelerinin, toplumsal-politik eylem ve etkinliklerin en önemli mekanını halka kapatmaya çalıştı.
Savcı şunu sormalıdır: Taksim Meydanı kime söz verildi de bu kadar hırçınlaşıldı, Türkiye bu kadar gereksiz bir sınava sokuldu?
Bir ağaca sarıldığı için dövülen gencin neden milyonları bir araya getirdiğini anlayamazsınız. Türkiye'nin her yerinde insanlar buna itiraz ediyor. Bunların tümüne aykırı olarak parka bir gece vakti çökülmesine de itiraz etmiştir.
Taksim Dayanışması adına söz alan sanıklar hem Gezi’nin akla ziyan komplo teorileri ile organize edilebilir bir toplumsal hareket olmadığını hem de kimsenin bunu finanse etme haddinin olmadığını açıkladılar. Savcılık bu iddiada ısrar edecekse kanıtlamak zorunda.
"Nerede burada suç?"
Barışçıl gösterilerle hükümeti protesto etmek, kent hakkını savunmak, şiddetsiz eylem ya da sivil itaatsizlik gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasını Engellemeye Teşebbüs suçunu oluşturur mu?
İddianame oluşturur, diyor. Ama bunu yaparken uygarlık tarihini, demokrasi tarihini, toplumsal mücadeleler tarihini tamamen devreden çıkarıyor. Kendi kendine birtakım varsayımlarla yurttaşların en temel hak arama özgürlüklerine ipotek koymak istiyor.
Amerikalı düşünür Thoreau’yu, sivil itaatsizlik kavramın çıkış noktasının Thoreau’nun köle kullanan bir yönetime vergi ödemeyi reddetmesi olduğu, bu nedenle cezaevine girdiğini hatırlamanız gerekir. Bunu daha çok özgür Amerikalı’nın yapması halinde köleliğin kaldırılabileceğini söylüyordu. Nerede burada suç?
Modern Hindistan’ın kurucusu Gandhi’yi ve onun Hint halkıyla birlikte şiddet içermeyen mücadelesini, o mücadeleyle Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığını hatırlaması gerekir savcı beyin.
Polis şiddetine karşı insanların sokağa dökülmesinden suç çıkaracaksanız, o zaman Martin Luther King’i, ırkçılığa karşı siyahların beyazlarla eşit haklara sahip olduğunu savunan ve bu hakkı şiddetsiz eylemlerle kazanan Amerikan Yurttaş Hareketini hatırlamak zorundasınız.
Tabii o zaman ırkçı yasayı çiğneyerek, otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddeden ve bu yüzden hapse atılan Rosa Parks’ı anımsamalısınız. bu yargılama kendisini beyaz adamın yanında konumlamaktadır. Biz Rosa Parks'ın yanındayız.
Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki ırkçı yönetime, Apartheid’a karşı mücadele veren Nelson Mandela’yı, o mücadelenin sonunda elde ettiklerini ve tüm Dünya’nın kendisine duyduğu saygıyı hatırlamalısınız.
Çevreye yönelik müdahalelere, başta tüm Dünya’nın geleceğini ilgilendiren nükleer santrallere karşı oluşmuş toplumsal hareketleri görmezden gelerek protestoyu suç gibi gösteremezsiniz. 70’lerden gelen o mücadele bugün Sinop ve Mersin’de gördüğünüz mücadeledir.
Arjantinli kayıp annelerinin Majo Meydanı eylemlerinden burada Cumartesi Annelerine uzanan çizgiyi tartışmadan, “kaos yaratma amaçlı eylemler” şeklinde cümleler kuramazsınız.
Bergamalı köylülerin, dayak yemeyi, hapsedilmeyi göze alarak, siyanürle altın elde edilmesine karşı verdiği şiddetsiz mücadeleyi hatırlamak zorundasınız. Yoksa, sivil itaatsizlik 2013’te OTPOR tarafından Türkiye’ye getirildi gibi deli zırvası şeylerle meşgul olursunuz.
Bergama’da başlayan mücadelenin Artvin’e, Çanakkale’ye, Munzur’a uzandığına anımsamazsanız, itiraz etmenin demokrasinin bir hak kadar ödev olduğunu da anlamazsınız.
Bir savcının görevi demokratik bir toplumsal hareketi değersizleştirmek, aradan dokuz yıllık bir süre geçtikten sonra ona yeni bir hikâye uydurarak yurttaşlara parmak sallamak olmaz.
Hiçbir şey söylemesek, hiç savunma yapmasak bile kolektif hafızamız, sadece en bilinenlerini andığım isimleri bize hatırlatır ve bu yersiz çabayı boşa çıkarır. Başta da söyledim bu yamalı yalan bohçası, siyasi tarih tezi başarısız kalmaya mahkumdur.
"İddianame Elif Çermik'ten, Ahmet Atakan'dan bahsetmiyor"
İddianame binlerce kafa travması, 50'nin üzerinde göz kaybı olmak üzere; İstanbul Başsavcılığının önündeki hala takipsizlik kararı taraflarına tebliğ edilmeyen 5 binden fazla etkili eylem soruşturmasının hala açık olmasından ve hiçbir şey yapılmamasından söz etmiyor.
İddianamede 2013 Aralık ayında İstanbul Kent Mitingi yapılması suçlulaştırılmaya çalışılıyor, ancak o gün Kadıköy’de akla ziyan yoğunlukta gaz kullanımı ile öldürülen Elif Çermik ablamızdan bahsedilmiyor. İddianame 10 Eylül 2013'ten bahsediyor ama Ahmet Atakan'dan bahsetmiyor.
İddianame Eskişehir’in bir ara sokağında dövesiye öldürülen Ali İsmail’i düşlerimizden çıkarmaya çalışıyor ama Mevlüt Saldoğan isimli katili Gezi davasının zarar göreni, müştekisi olarak yutturmaya çalışıyor.
İddianame Berkin’in cenazesi ile ilgili bölümlerle dolu, ama bir çocuğun öldürülmesinin sorumlularının sistematik olarak kayırılmasından ve daha da acısı o çocuğun annesinin inancı gerekçesi ile miting meydanlarında yuhalatılması rezilliğinden bahsetmiyor. Ethem Sarısülük'ten bahsetmeden Gezi direnişini anamazsınız.
İddianame; bin dereden su getiriyor ama 3 Haziran’da Türkiye’nin iki ucunda ölen iki kardeşimizi, Mehmet Ayvalıtaş’ı ve Abdullah Cömert’i unutturmak istiyor.
İddianame 28 Haziran tarihli basın açıklamasından söz ediyor ancak yıllar sonra Fırat’ın öte yakasındaki bir acıyı yüzbinlerce insanın sokakta sahiplenmesinden; Medeni Yıldırım’dan söz etmiyor.
Biz tutuklu değiliz, bu dosyanın bir tutuklusu var. Artık sabrın sonu selamet değil. Bu dosyanın tutuklusuyla ilgili olarak siyasi iktidar düzenli olarak miting meydanlarından, meclis grup toplantılarından dış güçlere parmak sallıyor.
Taksim Gezisi’nde bir anda beliren o pankartta yazdığı gibi: mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, evime, tohumuma, ormanıma, köyüme, kentime, bedenime, benim bir insan olarak kaderime dokunma.
Ben sıradan bir yurttaş olarak kendi kaderimi kendim tayin etmek istiyorum. Olmadık sözlerle düşmanlaştırılmak istemiyorum. Haklardan bahsetmeden yükümlülüklerden bahseden hukuk düzenine itiraz ediyorum.
Emeği ile geçinen yurttaşlar hangi dili konuşuyor olsalar da, hangi inancı yaşıyor olsalar da, hangi görüşten olsalar da bu kadar kardeşleştiği başka bir pratik yaşamadık. Gezi’nin bu kadar güzel anımsanmasının ve geleceğimizle ilgili anımsanması bu yüzdendir.
Gezi, insanın kendi kaderini eline alma iradesi, kararlılığıdır. Gezi, bu memleketin, bu toprakların, Ortadoğu'nun karanlıktan çıkacağının somut işaretidir.
Gezi, eşitlik, özgürlük ve adalet imkanıdır, umududur. Biz haklıyız, biz kazanacağız. Hep birlikte mücadele edecek, hep birlikte kazanacağız.
(HA)