Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünden öğretim üyesi Prof. Dr. Esra Mungan'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde akademisyenler Meral Camcı, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya ile birlikte yargılandığı davada esas hakkındaki mütalaaya ilişkin beyanını yayınlıyoruz.
(Mungan, barış için akademisyenlere açılan ilk dava kapsamında yargılanıyordu. Mahkeme, son duruşma öncesi celse arasında karar vererek dört akademisyenin de beraatine hükmetti.)
Sayın mahkeme heyeti,
Hapisliği tatmış tutuklular olarak dört önceki mahkeme heyetine çıktığımızda TMK 7/2 suçlamasına yönelik savunmalarımızı zaten yapmıştık. Nitekim savunmalarımız sonrası olması gerektiği gibi tahliyemize karar verilmişti (ki zaten daha baştan hapse girmemeliydik, her ceza hukuk eğitimi almış kişinin bileceği gibi).
Öte yandan olması gerekene aykırı olarak derhal beraat yerine bu sefer de “TMK 7/2 yerine” tabiri kullanılarak, 12 yıl önce Hrant Dink’in aldığı tehditlerin sayısı ayyuka çıkıp akabinde gün ortasında hunharca öldürülmesinden sonra Adalet Bakanlığı iznine tabi tutulan TCK 301’den davanın sürdürülmesi kararı alınmıştı.
Tam iki buçuk yıl boyunca bu şatafatlı binaya gelip gidip o malum iznin gelmesini bekledik. Derken Eylül 2017’de iznin “sessiz sedasız” geldiğini öğrendik. Sonraki duruşmada mahkeme heyeti yine değiştiğinden (bu artık üçüncüsüydü, siz dördüncüsüsünüz) celse yine ertelenmişti. Geçtiğimiz Ekim 2018 celsesi öncesi ise çok ilginç bir olay oldu, dördümüz birden posta kutularımızda yine “sessizce” postalanmış bir tek sayfalık mütalaa buluverdik.
Durup dururken gördük ki bilmem kaçıncı duruşma savcısı neye istinaden belli olmayan gerekçesiz bir “şipşaklık” içinde bizlerin tekrar TMK 7/2’den cezalandırılmasını istemiş. Yine bir hilkat garibesiyle karşı karşıyaydık, bu posta yollu mütalaa olayı sonrası duruşmada doğal olarak ek süre istedik ve geldik bugüne.
İlk önce kendi kendime, tutuklu olarak TMK 7/2 suçlamasıyla bu mahkemenin önüne çıktığımız günkü savunmamı yapayım, yani madem duruşma savcısın aklına esmiş ve sanki tüm bu 3 yıllık süreç yaşanmamış gibi birinci kareye geri dönmüş (nasıl bir kamu kaynağı ziyanı bir yandan da), biz de o ilk kareye geri dönelim diye düşündüm.
Bir nevi aynı nehirde zorla ikinci defa yıkanmaya çalışmak gibi. O savunmamda en çok vurguladığım şey, bir yurttaş olarak devletten ve bizi yönetenlerden hesap sorma hakkımızdı. Eğer öyle bir hakkımız yok ise zaten artık yaşadığımız ülkenin adını da doğru koyalım ve kamuoyuna sürekli olarak bu ülkenin dünyanın sayılı demokrasilerinden, en özgürlükçü ülke olduğu tipi artık komik bile kaçmayan lafları bırakalım.
O günkü savunmamızda 11 sayfalık iddianamenin zayıflığını ve içi boşluğunu da gözler önüne sermeye çalışmıştık. Ama zaten 5 Aralık 2017’de diğer meslektaşlarımıza açılan aynı davada bu iddianameler daha türlü kereler felsefi, mantık ve hakikatler açısından öylesine didik didik ve lime lime edildi, dolayısıyla bunları tekrarlamayacağım.
Yine o savunmamda 93 yıllık Cumhuriyet tarihinde hala failleri örtülmeye çalışılan geçmiş korkunçlukların çok azını sıralamış olmama rağmen ortaya çıkan resim ibretliktir: Dersim, 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Diyarbakır Cezaevi vahşeti, Sıvas Madımak, Kürt bölgelerinde yakılan köyler, yerinden edilen insanlar, Cumartesi anneleri ve “faili meçhul” diye adlandırılan yüzlerce, hatta binlerce ölüm.
Tüm bunların ise birbirinden farklı, kimi zaman birbirini düşman bellemişlerin hükümet dönemlerinde, aksamadan, adeta garip bir süreklilik ve tutarlılıkla sürdüğünden ve sürmeye devam ettiğinden bahsetmiştim. Ve sormuştum, bunların hesabı verildi mi diye.
Ve cevaplamıştım: hiçbirinin ne gerçek hesabı verildi, ne de bu acılara yönelik geriye kalanların yaraları şanlı törenlerle hafifletilmeye çalışıldı, tersine yaslarını dahi tutmalarına izin verilmedi.
Sonra bunun nasıl mümkün olduğunu ve neden hep bu acılarla devam etmeye mahkûm olduğumuz sorusunu sormuştum bu salonda. Bunun cevabı işte tam da tüm bu geçmiş acıların müsebbiplerinin hiçbir şekilde mahkeme önüne çıkmamış olmasıdır. Bırakın yaptıklarından sorumlu tutulmalarına ve yargı önüne çıkarılmalarına, aksine yüceltildiklerine ve terfi nişaneleriyle ihya edildiklerine tanık olduğumuzdan bahsetmiştim.
Hatta hesap sormaya çalışan mazluma bir de eziyet edildiğine de tanık olduk sıkça. Mesela bir anda Roboski’de öldürülen çocuklar aklıma geliyor. Hala o bölgenin genç anne ve babalarının acılarını iliklerime kadar hissediyorum, haklı olarak “çocuğumu kim öldürdü, bulun” diye haykırdıklarında gözaltına alındılar, haklarında davalar açıldı, canlarına okundu. Ve aklıma Ece Ayhan’ın insanın tüylerini diken diken eden “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiiri geliyor.
Bütün olağanüstü metaforuyla o meşhum yanlış sorununun, “Maveraünnehir nereye akar?” sorusu sonucu “devlet dersinde öldürülmüştür” dizesinde dile gelen o bedeli hatırladım... O bedeller ki yine ve hala masum insanların, kadınların çocukların ölmesini bir türlü durduramıyor. Neden? Çünkü hesabı verilmiyor, sorulması dahi yasaklanıyor, soranlar cezalandırılıyor.
Hukuk tarihini uzmanı değilim (ama siz eminim ki öyle dersler almışsınızdır eğitim hayatınızda). Tahminim o ki burada, bu “saray” addedilen adliye yapılarında, meslektaşlarımın yargılandığı çeşitli başka ağır ceza mahkemelerinde olup bitende --bir iki istisnanın dışında-- tam da binlerce yıllık insanlık tarihinde iyi kötü rafine edilmiş ve süzülüp bugüne gelmiş o muazzam hukuk ve kadim adalet kavramıyla alakası olmayan bir şey var.
Koskoca bir adalet sarayının içinde adeta dev bir hayalet var, aslında hayalet de değil, çünkü somut şekilde insanları ıspatlanmamış suç isnatlarıyla hapishanelere yollayan veya HAGB kelepçelerini taktıran bir “şey”.
Bu çok dehşet verici, çünkü hayvan çalışmalarından biliyoruz ki insan olmayan hayvanlarda bile çok güçlü, adeta adalet temelli diyebileceğimiz bir ilişkileniş biçimi var.
Bu, hayvan davranışını çalışan ve evrimsel perspektife hakim bilimcileri şaşırtmaz çünkü karmaşık topluluklarda yaşayan canlılarda bu “hakkaniyetlilik” ve “ölçülülük” kavramı sürekli denetlenir, topluluk içinde herhangi bir birey bunları zedelerse toplulukça tepki görür, dışlanır, devam ederse ağır bedeller öder… Ama burada hepimizin adalet duygusunun korkunç şekillerde, üstelik kimi mahkemelerde inanılmaz kaba davranışlarla zedelendiğine tanık olduk.
Herhangi bir kavramsal anlama yetisi olan ortaokul-lise öğrencisinin bile anlayabileceği barizlikte bırakın TMK 7/2’lik bir malzemenin oluşu, imzalanan bu metinde bu ülkenin yasalarına göre hiçbir suç unsurunun olmadığı aşikâr.
Hukuk fakültelerine de keşke ezberlenebilir, beş-şıklı sınavlarla değil, daha kavramsal, analitik yeti ölçen sınavlarla öğrencilerini dikkatle seçen bölümler olabilseymiş (dünyanın birçok yerinde hukuk, tıp ve hatta psikolojiye çok itinayla uygun o yükü ve inanılmaz kavramsallığı ve tarafsızlığı taşıyabilecek kişiler seçilir).
Öyle olsaydı sanırım asla önümüze bu tek sayfalık duruşma savcısı mütalaası biçimindeki garip metin gelmezdi.
Metin üç paragraftan oluşuyor. İlk paragraf “sanık” sıfatıyla isimlerimizi sıralıyor. Son paragraf ise bu sefer de TCK 301 yerine yeniden TMK 7/2’den ceza almamızı niyet etmiş. En dehşetengizi ise, içindeki imza metni alıntısının satırlarını eksilttiğimizde dahi tam 21 satırdan oluşan tek cümlelik ikinci paragraf.
Sanırım Kafka bile böylesine cesaret edememişti… Ve o 21 satırlık tek cümlede hangi öznenin hangi nesneyle, hangi fiilin hangi özneyle bağlandığı belli değil. Çok hazin… Meslektaşlarımız ve an itibariyle 724’ü aşan davalarda görev yapan avukatlar kerelerce, isnat edilen suça dair yalnızca iddiaların sıralandığı, herhangi bir mantık silsilesinin esamesinin okunmadığını vurguladı. Bu mantıksız “listeleme usullü” mütalaaların hakimlerce ciddiye alınabilmesine de çok şaşırıyorum...
***
Şu an burada yargının karşısında olmamın tek bir nedeni var aslında, en sade, en basit olana indirgersek: haksızlıklara, hak ihlallerine ve adaletsizliklere tahammül edememem ve asla ve asla buna alışmamaya ve kabullenmemeye olan yeminli kararım.
Eğer ülkemin bir yerinde insanlar eşit hak ve özgürlüklere sahip değilse, hatta daha da beteri, örneğin Diyarbakır cezaevi gibi bir 12 Eylül cuntasının vahşetine uğruyor, 90’larda kaybettirilip köyleri yakılıyor, günümüzde ise yaşadıkları evler yıkılıp mesela bir annenin ölü bedeni sokakta kalabiliyor (o anne nasıl öldü?), bir bebeğin ölü bedeni derin dondurucuda tutuluyorsa (o bebek nasıl öldü?) ben burada korunaklı ve mutlu hayatımı sürdüremem, buna suskun kalamam.
Toplumlarda suskun kalmanın nelere yol açtığı Almanya’daki ilk ve ortaöğretimimde bize çok anlatıldı. Haksızlık, şiddet ve yanlı medya ortamında, yani sürekli yalnızca bir tarafın ölümlerinin anlatılıp başka tarafın masum insan ölümlerinin ve acılarının yok sayıldığı bir ortamda aklıma tek şey gelir, o da duyulmayanı duyulur kılmak ve şiddeti, şiddet ortamını doğuran “şeyi” durdurmanın bir yolunu bulmaktır.
Burada kimse bana “neden PKK’ya seslenmedin?” diye sormasın, oraya ancak orasıyla yakınlık içinde olanlar seslenebilirdi. Hatta keşke biz devlete seslenirken belki başka bir tarafta da oralara seslenenler olsaymış ama orası bir akademisyenin etki gücünde olan bir yer değildir, adı üstünde yasal sınırların dışında kurulmuş silahlı bir örgüttür, biz ise yasal bir devletin üyesiyiz!
Bizden oraya seslenmemizi isteyen mantığı o kadar şaşırtıcı buluyorum ki, velev ki öyle bir metin yazılsaydı o zaman bir devlet de demez mi “sen nasıl benle yasadışı bir örgütü eşdeğer kılarsın”?! Bunları açıklamak zorunda olmak bile insana zul geliyor…
Haksızlığa ve adaletsizliğe hiç tahammülüm yok demiştim. Bu şatafatlı binada öyle mahkemelere tanık oldum ki hakikaten dehşete düştüm. Ülkemizin yargısının çok parlak olmadığını bilirdim ama bu kadarını tahmin edememiştim.
Başka başka duruşmalarda tanık olduğuma tek bir sözcük bulabildim, yargı şiddeti, aslında o kadim hukuk kavramını düşündüğümüzde yan yana asla gelmemesi gereken iki sözcük...
Neye mi tanık oldum, bir erkek yargıcın son savunmayı yapan kadın avukatı susturduğu, “çıkarın bu kadını” diye bağırdığı, dışarıya çıkarılan avukatın müvekkiline, buram buram keyfi ve şahsi hukuk ve hatta düşman hukuku kokan bir kibir ve tavırla sanki orası devleti temsil eden, “adalet mülkün temelidir” diyen bir mekân değilmiş de alelade bir yerde erki savunanın, erki eleştirene “had bildirdiği” bir tartışma ortamıymış gibi.
Ve hatta “adalet mülkün temelidir” yerine “ben mülkün temeliyim” gibi hükmedişlere tanık oldum… Bu binada tanık olduğum, bizzat kimi yargıçlar eliyle vuku bulan bu deneyimlediklerimizi asla unutmayacağım. Biz imza metninde orantısız güçten bahsetmiştik, bu şatafatlı binada yer yer had safhada tanık olduğumuz şey de tam böylesi bir orantısızlık oldu, olmaya devam ediyor.
Hekimlerin mesleği evrenseldir, bir cerrah Pakistan’da da, Norveç’te de, Türkiye’de de Tanzanya’da da aynı cerrahi etik, ehliyet ve özen ile çalışır, bir kalp ameliyatını aynı bilgi, yöntem ve ilkelere göre yürütür.
Yargıçlık mesleği de işte öyle bir evrenselliği barındırır diye bilinir, öyle ki ister Pakistan’da ister Norveç’te, ister Türkiye’de ister Tanzanya’da yargıç olsun, mahkeme süreci içindeki dinleme, değerlendirme ve hüküm verme biçimi benzer şekilde önündeki yasalara ve usûllere bağlı olmak zorundadır.
Ne yazık ki burada hepimizin tanık olduğu ve deneyimlediği bundan uzaktı. Yurtdışından, ister Pakistan’dan ister Norveç’ten bir yargıç buradaki kimi mahkemelerde bizlerin tanık olduğu şeylere tanık olsa bizden daha büyük bir dehşete düşeceğini düşünüyorum.
Öte yandan yine bu şatafatlı binada tek tük de olsa bu hukuk, kanun ve hatta usul ihlallerine karşı hissettiğimiz öfkeyi dindiren, işini usûlüyle yapan yargıçlara da tanık olduk. Umuyorum ki siz onlardansınız.
SON SÖZ:
HAGB’yi kabul etmiyorum çünkü savcı hiç değil ama ne yazı ki mahkeme heyeti olarak siz de ne beni, ne buradaki izleyicileri burada bir suç işlendiğine dair ikna edebildiniz. Sizler açısından üzücü ve aslında tedirginlik verici olması gereken kısmı şu ki, iyi bir hukuk eğitimi aldığınızı düşündüğümden, verdiğiniz hükme siz kendiniz dahi inanmıyorsunuz ama ona rağmen bu hükmü veriyorsunuz...
İşte tam da bundan dolayı bana teklif ettiğiniz (eğer ederseniz) HAGB’yi kabul etmiyorum çünkü yaptığınızın mesuliyetini taşımanızı, verdiğiniz karardan MESUL olmanızı istiyorum. Ülkemin mahkemeleri adına da bir kez daha derin bir acı ve öfke duyuyorum. (EM/TP)