Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünden öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde akademisyenler Meral Camcı, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya ile birlikte yargılandığı davadaki 22 Nisan 2016 tarihli beyanını yayınlıyoruz.
(Dava kapsamında bir süre tutuklu da kalan dört akademisyen mahkemenin celse arasıda verdiği kararla beraat etti.)
Sayın Mahkeme Heyeti,
Şu an için üçümüz 5 haftadır, birimiz kendi ayağıyla göz göre göre tutuklanacağını bilerek yurtdışından dönüp 3 haftadır, bu ülkenin bir savcısından gelen taleple tutuklanmış ve özgürlüklerinden alıkonmuş durumdayız.
Peki, savcının elinden çıkan iddianameye baktığımızda ne görüyoruz? Hiçbir şey! Böyle bir iddianameyle bir insan nasıl tutuklanır diye sorarım size!
İddianamenin ilk bir buçuk sayfası çözüm sürecine çok kısa bir giriş yaptıktan sonra sadece akil insan heyetlerini ve gittikleri bölgeleri listeliyor.
Akabinde kendi yorumuyla sürecin bozulmasından bahsediyor ve peşi sıra 11 Ocak 2016 tarihli imza metni ve 10 Mart 2016 tarihli Barış İçin Akademisyenler İstanbul yerelinin basın açıklamasını, üstelik hatalı şekilde aktarıyor.
Dikkatinizi şuna çekmek isterim: Bir savcı düşünün ki biz dördümüz hakkında okuyucusu olduğumuz 10 Mart basın açıklaması metni nedeniyle yakalama kararı çıkartıyor, bizi bir gece nezarette tutuyor ve ertesi gün ta öğle sonrası ifademizi alırken elinde söz konusu 10 Mart basın açıklaması metninin ne bir kopyası var ne de içeriği hakkında en ufak bir bilgisi var!
Eksikli olarak yerleştirilen 10 Mart metniyle birlikte 11 sayfalık iddianamenin 7. sayfasına gelmiş oluyoruz. Bize isnat edilen suçu tümüyle reddeden ifademiz de peş peşe iddianameye yerleştirildikten sonra, iddianamenin 11. ve iki satırlık 12. sayfasına geliyoruz.
Yani 11 sayfalık iddianamenin 11. sayfasına geldik ve ortada hala elle tutulur hiç bir şey yok. İddianame biterken tek gördüğümüz, ilgili savcının salt bir yorumdan ibaret suçlamasıdır. Ne bir delil, ne bir belge, ne bir tanıklık!
Bu ortaya çıkan resim, ülkemiz açısından çok ama çok üzücüdür! Aslında iddianame şunu demektedir: "Sen ülkede olanları şöyle yorumluyorsun, bu yanlış, benim/devletin görüşü şu ve sen benim/devlet gibi düşünmek zorundasın yoksa seni yasalarda bulduğum bir maddeyle suçlarım, seni x bir örgütün sözcüsü/propagandacısı ilan eder hapse attırırım!"
Böyle tuhaf ve zorba bir yöntemle bizi fikirlerimizden vazgeçirtebileceklerini düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar. Üstelik, tutuklandığımızdan beri bize destek verenlerin sayısı katmerlenerek artmıştır, şu an bu ülkede yüzbinlerce insan daha bize sahip çıkmıştır. Kısaca hedeflenen şey ortamı susturmak iken tam tersi olmuştur!
Şimdi biraz da kendimi anlatmak istiyorum. Bizim devletin parasını "yediğimizden" bahsedenler sanırım tam ne yaptığımızı bilmiyor.
Bir akademisyen olarak haftada 55 bazen 60 saatini üniversitede çalışarak geçiren bir insanım. Bir devlet üniversitesinde; kendi ve özellikle de ailelerin inanılmaz yoğun emekleri ve fedakarlıklarıyla gelmiş pırıl pırıl öğrencilere, onlara verebileceğimin en fazlasını vermek üzere çalışan biriyim.
Bunun için de sürekli okuyarak, merak ederek ve öğrenerek çalışan; bilimsel çalışmalarımda üst düzeyde titizlenerek, düşünce, bağlantı ve bilgi üretmeye çaba gösteren biriyim; katıldığım ulusal ve uluslararası bilimsel konferanslarda bellek, unutma süreçleri ve müzik kognisyonu alanında ve özellikle müzik kognisyonu alanında bu toprakların müziğini temel alıp müziğin bizlerin beyninin şekillenişine ve işleyişine etkisi üzerine çalışmalar yapan biriyim ve yine bu ülkeye titiz, dürüst ve yaratıcı üretim yapmak üzere geleceğin potansiyel bilim insanlarını yetiştirmeye çabalayan biriyim.
Bu ülkeye emek veren biri olarak devletten talepte bulunma hakkım yoksa devlet ile yurttaş arasındaki toplumsal sözleşme yaralıdır!
Ben neyi talep ediyorum? Ben gerçek ve kalıcı bir barış talep ediyorum. Yani şiddeti üreten ortamın ortadan kaldırıldığı, insanların, toplulukların, halkların ve inanç gruplarının farklılıklarıyla birlikte tam ve eşit haklara sahip olarak yaşadığı bir ülke talep ediyorum.
Ben gerçek bir demokrasi talep ediyorum, yani yurttaşların devletten ve yasa yapıcılarından hesap sorabildiği bir ülke talep ediyorum. Vergi verirken ve örneğin bu devletin prestijine bilimsel uğraşlarımızla katkı sunarken, bu devletten de örneğin yasal sınırlarını aşıp suç işleyenlerin adalete teslim edilmesini, yasal sınırların aşılmasının teşvik edilmemesini, ‘mevzuatların, yasaların bir kenara’ konmamasını tabii ki talep etme hakkım olmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 93 yıllık tarihinde sormak isterim; Dersim’in, 6-7 Eylül’ün, Çorum’un, Maraş’ın, Diyarbakır Cezaevi vahşetiyle birlikte 12 Eylül’ün, Sivas Madımak’ın ve bu coğrafyada “faili meçhul” diye geçen daha yüzlerce, binlerce ölümün gerçek hesabı verildi mi?
Ne gerçek hesabı verildi, ne de şanlı törenlerle geriye kalanların yaraları hafifletilmeye çalışıldı. Tersine geriye kalanların bu ölümlerin yasını tutmalarına bile izin verilmedi. Ve ne ilginçtir ki saydıklarım, sadece belirli iktidar dönemlerinde değil hepsinde, kendini “karşıt” gören tüm iktidar dönemlerinde olmuş.
Şimdi de duyuyoruz ki meclisten bir cezasızlık yasası geçirilmek isteniyor. Bu düşünen bir insana, şu soruyu sordurtmaz mı: Demek ki daha birçok yasal sınır aşılmak isteniyor ama bunlar olurken de ileriye dönük cezai sorumluluktan muaf olunmak isteniyor? Böyle bir yasa, elinde silah tutan ve öldürücü güce sahip kolluk güçlerine nasıl bir mesaj verecektir?
Elinde silah olan kolluk gücüne, “istediğini yap, bil ki evrensel ve hatta kendi yasalarına aykırı bir şey yaparsan, bunun şimdi veya ileride hesabını vermeyeceksin” mesajı alenen verilmiş olmayacak mıdır? Bir demokraside böyle bir şey olabilir mi?
Nasıl ki Londra metrosunda, sonradan masum bir genç olduğunu öğrendiğimiz bir kişinin, 11 Eylül’ün paranoid atmosferinde İngiltere polisi tarafından sırtından vurularak öldürülmesi, kabul edilemez bir yargısız infaz idiyse, ülkemde de bunu istemiyorum. Ancak ülkem ile İngiltere veya Fransa veya Belçika arasında temel bir fark var.
O ülkelerde yasal sınırı aşanlar mutlaka ortaya çıkarılıyor, kızağa çekiliyor, haklarında dava açılıyor ve yargılanıyorlar. Bu davalar, bir olmazsa olmaz olarak, kamuya açık ve kamuya hesap vererek yürütülüyor. Böyle yürütülmediğinde de hemen kamu baskısı devreye girebiliyor ve denetleyici güç oluşturabiliyor. Bu denetimler hak, hukuk ve adaletin tecellisinde elzemdir.
Biz devlete hitap ettik çünkü bizim tek yasal muhatabımız vardır; o da aramızda bir toplumsal sözleşmenin bulunduğu devlettir tabii ki.
Devlet yurttaşlara rağmen bir oluşum değildir tersine devlet yurttaşların sürekli denetimine ve hesap sormasına tabidir çünkü yurttaşlar devleti var ediyor, onun emeğini, ekonomisini, bilimini, sanatını ve özgünlüğünü inşa ediyor. Biz devletin kulu değil yurttaşıyız.
Bu devlet 2013’te bir çözüm süreci başlattı, başlatır başlatmaz yine pek çok akademisyen olarak bu sürece her türlü katkıyı sunmaya hazır olduğumuzu söyledik çünkü barışın bu topraklar için ne kadar elzem olduğunu biliyorduk.
Gördük ki süreç başlar başlamaz karşılıklı ölümler durdu, gördük ki toplum ilk defa nefes aldı ve genelde hep de yoksul olan, çocuğu askere veya dağa giden annelerin yürekleri ilk defa umutlandı, bu annelerin umutlanmasıyla hepimiz umutlandık çünkü her ölen genç ve her ölen çocuk, sivil, yaşlı için acı duyduk, geriye kalanların o korkunç acısını içimizde hissettik, yani 2013’te gördük ki başka bir dünya mümkünmüş bu zorlu ve acılarla dolu coğrafyada.
Ve işte tam da bu nedenle 11 Ocak 2016’da, ölüm üstüne ölümlerden nefes alamaz, derslerimizi veremez, bilimsel uğraşlarımızı yapamaz hale geldiğimiz noktada devleti o tekmeyle devrilen masayı tekrar kurmaya çağırdık. O masa bir tekmeyle nasıl devrildi? Bu risk nasıl göze alındı?
Barış süreçlerini çalışanlarca sürekli olarak denmiyor muydu ki bu süreçler bisiklete binmeye benzer, pedal çevirmeyi bıraktığınız an devrilme olur?
İşte bu, savcının iddianamesinde tümüyle atlanılan bir kısım. İddianameye baktığımızda akil insan heyetleri bölge ve isim olarak sıralandıktan sonra birden Nisan 2013’ten 20 Temmuz ve sonra 22 Temmuz 2015’e bir sıçrama yapılıyor.
Vaktimiz dar olduğu için o ara dönemde olanları aktarmayacağım ama 28 Şubat 2015 tarihinden sonra tekmeyle devrilen bir masa var bunu not düşmek gerek. Bu “ama olağanüstü koşullar var” diye gerekçelendirilemez. Çünkü o zaman “o koşullar neden 2013’te yoktu” diye sorulur. Ne oldu da o koşullar ortaya çıktı? Öyle bir gerekçe sunulduğunda da, bu kamuoyunda tartışılmak zorundadır.
Çünkü aylar süren ağır, kesintisiz sokağa çıkma yasaklı, mutlak ablukalar gibi devletin onayıyla yapılan ve aslında mevcut yasalarda bile karşılığı olmayan her şey tüm Türkiye’yi, tüm 85 milyon yurttaşı mesuliyet altına sokar.
Örneğin iktidar Fransa örneğini vermeye bayılıyor, hemen söyleyelim, son aylarda Fransa kamuoyunun haklı karşı duruşu ve baskısıyla meclisin büyük bir hevesle geçirmek istediği “olağanüstü hal” yasası geri çekilmiştir.
Çok da doğru yapılmıştır çünkü hepimiz biliyoruz ki Ebu Greyb’iyle ve Guantanamo’larıyla Batı’nın 11 Eylül 2001 sonrası utanç verici vahşeti, bu “olağanüstü hal” hukuku içinde yapılabilmiştir ve biliyoruz ki eğer Fransa’da o yasa geçseydi birçok masum, göçmen kökenli Fransız veya göçmen haksız tutuklamalara ve yargısız infazlara uğrayabilecekti.
Fransa halkı bunu şu an önleyebilmiştir ve bu zamanında Fransa’nın Cezayir katliamında tüm baskılara ve itibarsızlaştırmalara rağmen 121’ler Manifestosu’yla çıkan Sartre’ların sağlam karşı duruşunun da hafızasıyla gerçekleşmiştir.
Biz 2000’in üzerinde akademisyen olarak aldığımız evrensel ve üniversiter eğitimle, aynen Sartre’ların, Nazi Almanya’sının “itaat etmeyen” bilim insanları gibi, kendi halkının büyük çoğunluğunun hiç hoşuna gitmese de, doğru bildiğini, tam da onu doğru bildiği için, baskılara ve tehditlere rağmen konuşan, yazan, çizenlerin geleneğini sürdürüyoruz. O ağır sorumluluğu taşıdığını düşünen, hisseden insanlarız.
Altına imza koyduğumuz metin, savcının iddia ettiği gibi hiçbir şekilde herhangi bir örgüte övgü barındırmamaktadır. Metin devlete hitap etmektedir, çünkü yasal muhatabımız devlettir, başka hiçbir yer değildir.
Metin bölgedeki tüm ölümlerin acısı üzerine kuruludur, hele de cesetleri günlerce buzluklarda saklanan, bodrumlarda yakılan, elinde silahı olmayan masum bebek, çocuk, yaşlı sivil bölge insanlarının ve yok edilen tarihin ve yaşanamaz hale gelen kentlerin…
Metnin anlamsal analizi yapıldığında içinde sadece ikazlar ve önerilerin bulunduğu, öte yandan tek bir övgü sözcüğünün barınmadığı rahatça görülebilir. Yani bu metinde olmayan bir şey varsa o da herhangi bir tarafa bir övgü ifadesidir!
10 Mart metni için ise yine savcı “devlete meydan okuma maksadı” taşıdığımızı iddia ediyor. 10 Mart basın açıklaması metnine bir zahmet bakılsaydı görülecekti ki o metinde 11 Ocak 2016 sonrası kanlarımızla duş almak isteyenlerle birlikte akademisyenlerin uğratıldığı akıl almaz saldırılara, suçlamalara, ceza soruşturmalarına, gözaltılara, sayısız işten çıkarmalara, yüzlerce üniversite içi soruşturmalara ve işletilen cezalara dikkat çekilmektedir.
Metinde ayrıca aynen 11 Ocak metninde öngörüldüğü gibi ölümlerin katlanarak arttığına dikkat çekiyor ve ısrarla bu ölümlerin önüne geçilmesinin tek yolunun tekrar bir barış masasının kurulması olduğunu söylüyoruz.
Son olarak da, bunu belirtmeyi zûl görüyor insan ama savcı iddia ediyor ki biz bir yerlerden talimat almışız! Bu da diğer suçlamalar kadar kabul edilemez ve akıl almaz bir suçlama. Çünkü gerçek bir akademisyen, bir bilim insanı, 20-30 yıllık eğitimini, tam da herhangi bir yerden talimat almamak için almıştır.
Bizler, tüm bu eğitimi hem bilim üretirken hem de çevremizde, ülkemizde ve dünyada olup bitenleri değerlendirirken kendi özgür aklımızı kullanmak, egemen söylemlere sürekli şüpheyle bakıp farklı ve dile gelmeyen olasılıkları düşünüp değerlendirebilmek üzere aldık.
On yıllardır 12 Eylül darbesinin ürünü olarak ortaya çıkan YÖK’le, tam da YÖK dahil hiçbir yerden talimat almamak için, üniversite denen kurumun temel felsefesine aykırı olduğu için mücadele etmekteyiz.
Bu ülkede, tüm baskılara ve sindirmelere rağmen, iki binin üzerinde akademisyen ve araştırmacı bir konuda ortaklaşabilmiştir: O da, devleti acilen barış eksenli bir politikaya davet etmektir. Yani o devrilen bisikletin tekrar kaldırılıp pedallarının çevrilmesidir.
Bu devletin elindedir ve bu çok geç olmadan yapılmalı ki bu coğrafyaya artık onarılması mümkün olmayacak ölümcül yaralar açılmasın, yarılmalar oluşmasın. Bu son cümleyi de, alanı psikoloji olan ve ‘toplumsal travma’ denen şeyin nelere yol açabileceğini bilen biri olarak söylüyorum.
Bu mahkeme tüm tarafsızlığı ile şunu görmelidir: üstümüze orantısızca gelen ve daha gelebilecek tüm ağır baskılara ve tehditlere rağmen, okuyan, düşünen, sorgulayan ve çok yoğun kaygı hisseden biri olarak ısrarla devleti barış politikasına çağırma, ısrarla devletin şu anki yaklaşımının yanlış ve kabul edilemez olduğunu söyleme hakkım vardır. Bu -her şey bir kenara- çok temel bir hakkın, ifade özgürlüğü hakkının kullanımıdır.
Haksız yere, hiçbir yere kaçma veya herhangi bir delil karartma durumumuz yokken bir gece nezarette tutulduk ve tam beş haftadır tutukluyuz. Bir yerde eğer nihayetinde bir barış ortamı gelirse bunu bu ülkeye helal edeceğimi söylemiştim.
Eğer mahkemeniz bugün bizim derhal tahliyemize ve nihayetinde de tüm 1128 ama aslında 2000'in üzerindeki akademisyen ve araştırmacının beraatına karar vermezse bunu asla helal etmeyeceğim. Bu durum, ülke tarihinde bir kara leke daha olacaktır.
Tutuklanmamız kamu vicdanında büyük bir yara açmıştır, bunu, buradaki ve dışarıdaki kalabalıktan, tüm ulusal ve uluslararası kamuoyunun yoğun şekilde gündemine girmiş olmamızdan da kolayca görebilirsiniz.
Umarım bu mahkeme Türkiye ve dünya kamuoyunun vicdanını rahatlatacak yönde kararını verir! (EM/TP)