*Fotoğraf galerisi için tıklayınız.
Afro-Türkiyeliler, yani Afrika kökenli Türkler. Türkiye'de tümüyle bir yanlış adlandırmayla "Arap" olarak biliniyorlar. Kulak tırmalayan, ayrımcı bir ifade bu; zaten son dönemde özellikle genç kuşak kendine "Afrika kökenli Türkiyeli" demeyi tercih ediyor.
Afro-Türkiyeliler Osmanlı döneminde köle ticaretiyle ya da diğer yollardan Anadolu'ya gelenlerin torunları. Geçmişlerinden, geldikleri topraklardan geriye ten renklerinden başka fazla bir şey kalmamış günümüzde.
Özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerine yerleşen ve buranın kültürüyle yüzyıllardır yoğrulan bu insanlar ten renkleri koyu diye çeşitli problemler yaşayabiliyorlar. Problem yaşamıyoruz diyenler ise bulundukları köyden, mahalleden; kısacası yaşadıkları küçük yerleşim bölgelerinden pek dışarı çıkmamış kişiler.
Afrika kökenlilerin bugüne taşıdıkları geleneklerden bahsetmek oldukça zor. Ancak son altı yıldır geçmişten bir nefha, hoş kokulu bir esinti sarıp sarmalıyor hepsini ve bir araya getiriyor. Bu esinti, baharı karşılama ritüeli olarak tanımlanan Dana Bayramı...
Aslında bu bayram tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun çıkıncaya kadar İzmir'de kutlanmaya devam ediyormuş. Hatta Torbalı çevresindeki köylerde 1950'lere kadar gizlice sürdürüldüğü söyleniyor. O tarihten sonra ise yavaş yavaş unutulmuş. Afro-Türk Derneği tarafından ise İzmir'in Bayındır ilçesinde tekrar kutlanmaya başlanmış. Bu yıl altıncısı gerçekleşti.
Anlatıldığına göre vakti zamanında Dana Bayramı üç hafta sürermiş. Godya adı verilen Afrikalı topluluğun ileri gelenleri topladıkları parayla dana alır ve kurban ederlermiş.
Tabi bugün Bayındır'da yapılan sembolik bir bayram. Mayıs ayının üçüncü Cumartesisi bir araya geliyorlar. Dana Bayramı artık piknik havasında geçiyor ve dana kesilmiyor. Her sene biraz daha renklenen bayramda bu sene Kongo, Sierra Leone, Nijerya, Sudan gibi farklı Afrika ülkelerinden sanatçılar ve misafirler de vardı.
Özlem Tınaz: "Kendi rengimden insanla daha iyi anlaşırım
İlk konuştuğumuz kişi güzel, genç bir Afro-Türk. Doğma büyüme İzmirli olan 18 yaşındaki Özlem Tınaz'ın babası Sudan, annesi ise Libya kökenli. Dana Bayramı'nda tanıştığımız tüm Afro-Türkiyeliler gibi Tınaz'ın da fazla bir bilgisi yok kökenleriyle ilgili. Sadece anneannesinin Libya vatandaşı kartı olduğunu biliyor: "Büyüklerim Afrika'da topraklarımızın olduğunu söylemişlerdi" diyor.
Lise 3. sınıfta moda tasarımı okuyan Tınaz, ten rengi ile ilgili sadece ilkokul 1. ve 4. sınıftayken sıkıntılar yaşadığını söylüyor. Arkadaşları arasında şakalaşmalar oluyormuş ama onu rencide eden arkadaşı olmadığını dile getiren Tınaz devamını şöyle anlatıyor: "Yolda yürüdüğümde içine sokarcasına çok sevip tatlı bakan da var; sanki yaratıkmışım gibi bakan insanlar da... Bunu normal karşılıyorum. Herkesin düşüncesi farklı. Kimseye kendimi sevdiremem, farklı bir boyuta taşıyamam. O yüzden saygı duyuyorum."
"Keşke beyaz olsaydım, demedim hiç"
Evleneceği kişinin kendi renginden olmasını istediğini ama bunun ırkçılık olmadığını söylüyor. Nedenini de şöyle açıklıyor: "Kendi rengimden olan bir insanla daha çok anlaşabilirim. Çok karşılaştım. Mesela beyaz bir insanla ortamda olunuyor, konuşuluyor, zenciler ya da Araplar hakkında bir espri yapılıyor. Bu insanın zoruna gidiyor. Ama kendi akrabalarınla ya da kendi çevrenle yaptığında sorun olmuyor".
Özlem Tınaz'ın üzüldüğü konulardan birisi de insanların çocuklarını kendilerine karşı ön yargılı yetiştirmeleri. Ve sık yaşadığı olaylardan birini ise şöyle anlatıyor: "25-30 yaşında bir abla yoldan geçerken çocuğuna, bak seni bunlara veririm diye gösteriyor. Korkutuyor çocuğunu. Yanlış yetiştiriyorlar çocuklarını." Bu durumu çok da umursamadığını, "18 yaşındayım, bu zamana kadar keşke beyaz olsaydım demedim" diyerek açıklıyor.
Yalçın Yalık: "Hac yoluyla gelmişiz"
Dana Bayramı öncesi iş yerinde ziyaret ettiğimiz 52 yaşındaki deri işçisi Yalçın Yalık ise kendisinin belki de Afrika kökenli olup da farklı olduğu hissettirilmeyen şanslı kişilerden olduğunu söylüyor.
Kökenleri ile ilgili şunları söylüyor: "Biz hac yoluyla gelmişiz. Arabistan tarafından. Bu daha çok şöyle oluyor: Osmanlı döneminde hacca giden insanlar, dönerken bir tane 'Arap' çocuk alıyorlar. 'Arap' diyorlar ama aslında zenci. Çünkü Arabistan bölgesi daha çok melezdir. Afrika oraya yakın olduğu için melez bir ırk vardır. Orada da Afrika kökenli insanlar Arap coğrafyasında bulunduğu için hacdan gelenler bir çocuk getiriyorlar. Ağaların, beylerin evlerine birer tane veriyorlar. Onlara bakıyorlar, ya hayır için ya da ne maksatla veriliyorsa... Kendi içlerinde, falanca bey de Arap kızı var, falanca beyde de Arap oğlan var diyerek, evlenme yaşı geldiğinde evlendiriyorlar. Böyle böyle ilerlemiş bu. Yani biz daha çok hac yoluyla gelenlerdeniz. Tabi baba tarafında Yunanistan muhacirliği de var. Ama biz Afrika kökenli oluşumuzu konuşuyoruz."
Yalık'ın baba tarafında Yunanistan göçmeni olması ilk duyulduğunda kulağa ilginç gelebilir. Fakat Afrika kökenli insanlar Yunanistan'da da yaşamışlar. Mübadele döneminde ise Türkiye'ye sadece Türklerin değil tüm Müslümanların gelmesiyle onlar da bir taraftan Yunanistan göçmeni olmuşlar.
"Devlet arşivleri açılsın, neyiz anlayalım"
Özellikle Osmanlı dönemine ait devlet arşivlerinden Afrika'dan gelen insanlarla ilgili belgelerin ortaya çıkmasını önemsediğini belirten Yalık; "Bizim için önemli olan şu: Devlet arşivlerinden Afrika kökenli insanlar nerelerden gelmişse, bunları araştırma, orta yere çıkarma, paylaşma... Neyiz, ne değiliz? Bizi daha çok bu ilgilendiriyor.
"Çok geç olan bir şey ama bu tek başımıza bizim sorunumuz değil. Aslında bu coğrafyada yaşayan bütün insanların sorunu olması gerekiyor. Çünkü diğer etnik gruplardan insanlar var. Belki bu insanlar da soyunu çok takip edememişlerdir ama devlet tarafından korunan ufak da olsa bir şeyleri var. 'Hep övünürler biz 72 milletiz' diye fakat hiçbir zaman da Afrika kökenli insanlara sizin hakkınız bu denmemiş. Bazı haklarımız 1960'tan sonra ufak ufak verilmiş."
Yalık atalarının özellikle Libya ve Sudan'dan Söke ve Aydın ovasındaki pamuk tarlalarından çalıştırılmak üzere getirildiğini söylüyor. Yalık'a göre siyahların kölelikleri uzun sürmüş: "Köle olarak getirilenler özgürlüklerine cumhuriyetle kavuşmuyor. Bu zamanla ve kendi olanaklarıyla yavaş yavaş oluyor. Bu insanlara ne sunulmuş ki ellerinin tersiyle itsinler".
"Bayramyeri'nin adı Dana Bayramı'ndan gelir"
Yalık'a Dana Bayramı'nı sorduğumuz da ise ondan şunları dinliyoruz; "Dana Bayramı temelsiz değil. Osmanlı arşivlerinde de olan bir şeymiş bu. Afrika kökenli insanlara efendileri, beyleri senede 1-2 gün izin veriyor. Onlar da kendi akrabalarıyla bir araya geliyor. Bir araya geldiklerinde hasret gideriyorlar, birbirlerine dokunuyorlar, ağlıyor, gülüyorlar, eğleniyorlar, bir şey kesip paylaşıyorlar. Dana Bayramı'nın esprisi bu. Eskiden bu oluyormuş. Örneğin İzmir'de Temaşalık var; bir de Bayramyeri var, Eşrefpaşa'nın olduğu yer de vardı. Aslında Bayramyeri'nin ismi oradan kalma. Çünkü eski arşivlerden, gazete kupürlerinden bunlar çıkartılmış. Bunları İzmir'in çok eski insanları anlatır."
Emel Tınaz: "Sıcak diye İzmir'e gelmişler"
50 yaşındaki Emel Tınaz da Sudan kökenli ve o bize ninesiyle dedesine ait kısa bir hikaye anlatıyor: "Benim dedem yedi kuşak öncesi Sudan'dan gelmiş. Ninemin adı Mabruka'ymış. Bir kabile reisinin yanında hizmetçiymiş. Kabile reisinin yanında dans ederken kaçırılmış. Bursa'ya gelmişler. Bursa'da Saray'da çalışmış. Saraydan sonra Bursa'da dedemle evleniyor. İzmir bölgesi daha sıcak olduğu için dedemle beraber İzmir'e taşınıyorlar."
Emel Tınaz 10 yaşındayken Sudan'dan mektup gelmiş; içinde davetiye varmış. "Cahildik işte" diyor. Babası gitmemiş. Yedi kardeşlermiş, imkanları da yokmuş. Babası gidemem demiş ama Tınaz; "Şu anda benim 5 kuruş param olsa Sudan'a gitmek isterim. Sudan'dan evlatlık da almak isterim" diyor.
Afrika kökenli bir insanla beyaz bir insanın evlendiğinde problem çıktığından bahseden Tınaz; bu durumun genellikle kızlar bir beyazla evlendiğinde olduğunu söylüyor. Erkeğin ailesinin kızı istemediğini dile getirerek, kendisinin de bir beyazla evli olduğunu ve 20 yıl sonra problemlerinin çıktığını dile getiriyor.
Ayşe Üstüner: "Eskiden ayrımcılık yoktu"
Ayşe Erdem Üstüner ise Dana Bayramı'nın tekrar hayata geçmesinden çok mutlu olan biri. Üstüner'e kendisini anlatmasını istediğimizde şunları söylüyor: "54 yaşındayım, bugüne kadar ayrımcılık görmedim. Her gittiğim yerde sevildim, sayıldım, beklenildim. Hala daha öyle. Benim genç kızlığımda, 30-35 sene önce, ayrımcılık yoktu. Şimdi daha fazla var."
Ayrımcılık yaşamadığını söyleyen Üstüner için aşina olmanın yakınlığı Dana Bayramı'nda devreye girmiş: "Dana Bayramı çok güzel bir şey. Tanımadığın kişilerle karşılaşıyorsun. Öyle bir şey ki, dünyada bir sürü beyaz var. Onları gördüğün zaman gülümsemiyorsun ama kendi ırkından birini gördüğün zaman, erkek ya da kadın hiç değişmiyor, art niyet taşımıyorsun, gülümsüyorsun. Ben şimdi bu arkadaşları gördüm. Sanki canımdan birisiymiş, ailemden birisiymiş gibi onlara sarıldım."
Kıvanç Doğru: "Köyde sıkıntı olmaz ama şehirde..."
Afro-Türk Derneği İstanbul Sorumlusu Kıvanç Doğu ile konuşuyoruz bir de. Doğu bize Afro-Türkiyelilerin İstanbul'da daha çok olumsuzlukla karşılaştığını ifade ediyor. Ama önce Doğu'dan dedesinin Anadolu'ya nasıl geldiğini dinliyoruz: "İlk önce Yunanistan'a geliyorlar. Türkleşme aslında Yunanistan'da başlıyor. Orada Müslüman olarak yaşıyorlar. Sonra benim dedem Rumlarla ve Ermenilerle Kurtuluş Savaşı'nda çatışarak Türkiye'ye geliyor. Sonra tekrar gidiyor, sonra orayı bırakıyor. İlk geldiklerinde dedelerimize Atatürk Karadeniz'den yer veriyor. Yani atla sürülüp bitirilemeyecek kadar tarlalar vermişler. Orada da Karadeniz'le birleşme oluyor."
Osmanlı zamanında kölelikle beraber getirilen bir kısmın da olduğu söyleyen Doğu, Afrika kökenli Türkiyelilerin daha çok köyler de kaldığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Onlar baskıdan, zulümden dolayı hala üzerlerinden o korkuyu atamamış. Daha küçük yerlere, köylere yerleşmişler. Sonuçta nüfusun yoğunlaştığı yer şehir, insanların çoğunluğu orada. Ama köy lokal bir yer. Köyde Ahmet Ağa, Mehmet Ağa, Arap Ahmet Ağa, hiçbir şekilde sıkıntı olmaz. Ama şehirde öyle bir şey değil."
"Günde üç kez GBT sokuluyorum"
Doğu, İstanbul'da yaşadığı sıkıntıyı şu sözlerle anlatıyor: "Ben İstanbul'dayken, çok sıkıntı yaşıyorum. İstanbul İzmir'in bir üst noktası. Çünkü İstanbul daha çok yabancı ağırlıklı bir şehir. İzmir'de baktığın zaman bu adam Arap'sa Türk'tür diyorsun. Ama İstanbul böyle değil. İstanbul'da herkes var. En basit örnek, Mecidiyeköy'de oturuyorum, günde üç defa GBT'ye sokuluyorum. Nüfusumu çıkartıyorum, Türküm, burada doğdum, babam Karadenizli diyorum, Laz uşağı diyorum, daha ne diyeyim artık. Amcamlar Laz, beyaz tenli, yedi kardeşler, her şeyi anlatıyorum. Nüfusu çıkardığım zaman bu sefer daha büyük tehlike olarak görüyorlar. Nüfusu taklit mi ettin, sahte mi nüfus diyor.
Türkiye'de ırkçılık yok, cehalet var"
"Kafalarında o kadar çok artniyet var ki, caddeden karşıya geçiyorum, bana pasaportunu göster diye hareket yapıyor. Benim daha iyi bir şeyim var diyerek nüfusu çıkartıyorum. Nüfusa da inanmıyor bu sefer. Üç kişilik bir ekip, indiriyor arabadan beni dışarı. Yanımda tanıdığım insanlar, kız arkadaşım var, beni arabaya dayamaya çalışıyor, üstümü arayacak. Bizim insanlarımız da Amerikan filmlerinden çok fazla etkileniyor. Gördükleri zaman da gözlük şekil, diyor tam Amerikalı ben bunu yakalarsam biraz da egomu tatmin ederim. Böyle farklı bir bakış irdeleniyor. Ben 24 şaşındayım. 20 yaşına kadar hep ırkçılık var dedim. Son 4 yıldır -5 buçuk yıldır yaşıyorum İstanbul'da- şunun farkına vardım: Türkiye'de ırkçılık yok, Türkiye'de cehalet var."
Kerem Özcan: "Problemim zenci olmam"
31 yaşındaki Kerem Özcan "Ben ırkçı değilim, eşim beyaz" diyip gülerek başlıyor konuşmasına ve Türkiye'deki ırkçılık meselesini kendi deneyimlerine dayanarak anlatıyor: "Türkiye'de ırkçılık farklı. Burada hep Kürt ve Türk. Laz'ı, Çerkez'i falan hep aynı. Biz insanlara yaklaşırken rahat yaklaşıyoruz ama insanlar bize yaklaşırken ön yargılı yaklaşıyor. Annemle İstanbul'a gittik. Motosikletli polisler geldi. Şöyle bir baktılar bize, 'Burada zenciler varmış' dedi. Ben, 'Bir problem mi var' dedim. 'Bunlar Türkçe de biliyormuş' dedi. 'Gayet normal değil mi, Türküm çünkü' dedim. Kimliği çıkardım,gösterdim. 'Vardır bunda bir problem' dedi. 'Problemim zenci olmam' dedim. 'Burada beyaz tenli biri olsa hiç bakmazdın bile arkana' dedim. Ama artık insanların dedikleri de umurumda değil. O cehaleti değiştiremezsiniz, o kapıyı açamazsınız. Ama biz açtık. Ne yaparlarsa yapsınlar dedik."
"Evlat edinemiyoruz"
Özcan, aynı zamanda Afrika kökenli Türklerin evlat edinme, asker ve polis olma konusunda yaşadığı çifte standarttan bahsediyor: "Biz evlat edinemiyoruz. Renk farklı olduğu için alamıyoruz. Çocuk büyüdüğünde 'Bu adam benim babam değil' riskini göze almamak için vermiyorlar. Siyah çocuk evlat edinebiliyorsun ama o da yok. Biz yardım etmek istesek de yapamıyoruz. Multimilyarder de olsan o çocuğa bakamıyorsun. Kaçak yollardan bakabilirsin. Yaklaşık 50 bin doların olsa yurt dışından çok rahat çocuk getirtebilirsiniz. Ben subaylık sınavına da girdim, olmuyor. Senin yedi göbeğin Türkiye'de olması gerekiyor ki asker ya da polis olabilmen için. Ben kuzey Irak'ta yaptım askerliğimi ama kimse subay olabilirsin demedi."
Hatice Daramola: "Nijerya'ya gideceğim"
Son olarak 33 yaşındaki Hatice Yıldız Daramola ile konuşuyoruz. Bu bayramdaki en renkli kişiler arasında. Hem kıyafetleriyle hem de ışıl ışıl parlayan gözleriyle bir anda enerjimizi yükseltiyor. Soyadının ne anlama geldiğini sorduğumuzda mutluluğunun nedeni de anlaşılıyor: "Eşim Nijeryalı olduğu için soyadım Daramola. Eşim üç yıl önce Türkiye'ye gelmiş. İzmir'de futbol oynuyor. Onunla beraber Afrika yemeklerini yemeyi ve yapmayı öğrendim. Onların duaları farklı, gittikleri kiliseler farklı. Onlarla iç içeyim. İngilizcem Nijerya İngilizcesine döndü. Yani Nijerya'ya doğru gitmeye başladım. Önümüzdeki yaz da Nijerya'ya gitmeyi düşünüyoruz."
Babası Sudan, annesi Libya kökenli olan Daramola, geçmişiyle ilgili bildiği kadarını şöyle aktarıyor: "Babaannem hala yaşıyor. Onun babasını bir Afrika ülkesinden gelirken -o da hatırlamıyor- birileri getirmiş buraya. O, Osmanlı zamanında gelmemiş yani. Burada bir köy var Atalan diye. Oraya yerleştirilmiş. Orada da, köye gelen bir Afrikalıyla evlendirilmiş."
"Bak, bak zenci, gördün mü?"
Renklerinden ötürü Daramola ile eşi bazı problemler yaşıyormuş İzmir'de. Onlar ise İstanbul'da daha rahat yaşayabileceklerini düşünüyorlar ve bu fikrini şöyle dile getiriyor Daramola: "Başka bir şey var Türkiye'de. Eşimle evlendikten sonra bunu daha iyi anlamaya başladım. Eşim benim şimdi İzmir'de oturmak istemiyor. İstanbul'da oturmak istiyor. İstanbul'da daha çok oldukları için orada kabul etmişler. Bizim İzmir'de hep 'Bak bak zenci gördün mü?' Yani hep bir taciz var. Biz zaman zaman dışarı çıkmak istemiyoruz. Eşim İzmirspor'da futbol oynuyordu. Kendi arkadaşlarının arasında bile kabul edilmedi bir dönem. Hatta Emre Belezoğlu geçen gün bir futbolcuya 'pis zenci' demiş. Aynı şeyi benim eşim her zaman yaşadı oynadığı takımda. En sonunda biraz tartışmaya girdi, kadro dışı bırakıldı. Türkiye'de ırkçılık var mı derseniz, bana göre Türkiye'de ırkçılık var. Biz hep ötekileştiririz ya Kürt, Çingene, Arap diye. Başkaları bunu cahillik olarak nitelendiriyor ama bu cahillik değil."
Onlar yaşatamadıkları kültürleri ve ulaşamadıkları geçmişleriyle zaten bu toplumun ta kendisi olmuşlarken, insanoğlu durmuyor, illaki fark yaratıyor ve Daramola şunu söylüyor: "Birileri Arap demese, biz aslında hiç hatırlamayacağız bir yerlerden geldiğimizi. Ama hep hatırlatıyorlar, biz de unutmuyoruz." (ET/HK)
* Bu fotoröportaj Karanlık Oda Fotoğraf Kolektifi'nin bir çalışmasıdır.