Fotoğraflar: Evrim Kepenek/Sara Subaşı
Nobel ödüllü Fransalı yazar Annie Ernaux, 42. İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye’ye geldi.
Aralarında “Babamın Yeri”, “Bir Kadın”, “The Possession”, “Seneler” ve “Kürtaj’ın da bulunduğu yirmiye yakın kurmaca ve anı kitabının yazarı olan Annie Ernaux, Fransa’nın en önemli edebi sesi olarak kabul ediliyor.
Ernaux, bugün İstanbul Taksim’de Marmara Otel’de düzenlenen toplantıda basının sorularını yanıtladı.
Basın toplantısının moderatörlüğünü, yazarın Türkiye’deki kitaplarının yayıncısı Can Yayınları’ndan editör Şirin Etik üstlendi.
Yaklaşık bir saat 15 dakika süren toplantıdan yansıyan sorular ve Annie Ernaux’in yanıtları…
“Büyüdüğüm dünyanın gerçek diliyle yazdım”
Yazma biçiminiz hakkında ne söylemek istersiniz?
Yazım biçimi belli bir aşamada bana, şöyle göründü: gerçek duyguların, benim büyüdüğüm dünyanın gerçek duygularını yansıtmadığını düşündüm. İlk başta ve bu nedenle edebiyatımı dönüştürdüm. İlk başta, düz olarak nitelendirildi. Oysa mesele bu değildi. Önemli olan gerçeği yansıtmaktı. Gerçeği olduğu gibi ortaya koymaktı.
Benim çalışmalarımda bunu görebiliyorsunuz. Orta sınıfla işçi sınıfı arasındaki gerginliği örneğin metafordan uzak durmaya çalışarak yazdım. Dolayısıyla metafordan uzak durmaya çalışan bir edebiyat.
“Genellikle duygulardan söz ediyorum”
Kişisel olandan toplumsal olana bir anlatımınız var. Burada edebiyatın nasıl bir işlevi var?
Bunlar birbirlerine pek zıt değiller diyerek başlayayım.. Zaten bir karşıtlık zıtlık olmadığını söylemekle kalmayacağım, bu benim için bir endişe kaynağı değil.
Ben genellikle duygulardan söz ediyorum. Toplumsal duygulardan da söz edebiliriz. Daha doğrusu toplumsal ögeler barındıran duygulardan söz edebiliriz. Dolayısıyla kelimelerimi seçiyorum. Yazarken benim kıstasım duygular.
Kitaplarımın çoğunda, henüz Türkçeye çevrilmemiş olabilir “Utanç” adlı romanımda bu utanç duygusundan söz ediyorum.
Aslında sosyal toplumsal bir duygudur bu. Bu duygular (utanç) size hep dışarıdan dayatılır. Ben kendim de dışarıdan dayatılan bir utanç duygusunu kitaplarımda aktardım. Buradan hareketle dünyayı toplumu okumaya çalıştım.
Türkiye bir seçime gidiyor. Siyasi zafer bağlamında duygularınızı anlatır mısınız?
Benim buraya geliş sebebim Türkiye’deki siyasete hayata müdahalede bulunmak değil. Elbette duygunuzu anlayabiliyorum.
Bunun sebebi de şu geçen yıl tıpkı diğer vatandaşlar gibi bende kendimi benzer durumda bulmuştum. İçimde bir şeylerin değişmesine dair arzu var.
Siyasi zafer aracılığıyla bir değişiklik olmasını istiyordum bu sayede demokrasilerde, birbirimize daha tanıyacaktık.
Bu önemli tecrübe hakikaten toplumsal bir duygu hissediliyor burada.
Yine bunu edebiyata bağlayacak olursak ben de zaten “Seneler” kitabını bu duygudan hareketle yazdım. Metnin içine bakınca birçok toplumsal duygu var.
Pandemi hayatınızda neyi değiştirdi?
Herkeste olduğu gibi bende de değişiklik yarattı. Pusulamız şaşmıştı, bütün günlük ritmimiz birden bire ortadan kalkmış oldu.
Fransa’da insanlar sıkıştırılmış hissettiler ve bir yandan da çok büyük bir kolektif olayın parçası gibi hissettiler. Bir yandan bir boyun eğme insanların çoğunun yukardan bütün talimatlara uyması gibi bir durum söz konusu.
İnsanlar, kendi çıkarlarını ön plana almak istedi bazı kişiler aşı olmayı reddetti. Ama şöyle biraz geriye dönüp baktığımızda, pandeminin hemen sonrasında bütün toplumların uysallığı gündeme geldi. Belki de çok insani bir gerekçeyle insanlar kapandılar daha fazla insanı kurtardılar. Ama bunun yanında hakikaten bir boyun eğme, her türlü talimatı kabullenme gibi bir durumda söz konusu oldu.
İKSV’de gösterilen filmde, kamerayı siz tutmuyorsunuz. Üretim araçları zaten üzerindeki erkek egemenliğine dair de bir şey söylüyor… Kamera görüntülerin size ait olmaması çeken özne olmanızla ilgisi var mı, bu dil tercihinizin?
Çok zor olurdu bir aileye ait görüntülerin yer aldığı filmi, “ben” demeden anlatmak.
Çünkü karşınızda gördüğünüz bir kadın var. “Ben ekranda gördüğünüz kadın” diyerek bir açıklama yapıyorum. Şunun ayırdına varmak istiyorum.
Bugün sözü elinde tutan iki sene öncesine kadar bunu yapabilmiş olan bir kişi bu kişi.
Böylesi bir filmi kişiselleştirmeden yapmak çok zor olur aksini yapmak aklıma dahi gelmedi. Yazmadığım şeyleri anlatma istediği de vardı. İlk kitabımı nasıl yazdığım gibi mesela… Bu film bazı şeyleri anlatmama vesile oldu.
“Edebiyat topluma bakış sunar”
Fransa’da verdiğiniz bir söyleşide toplumsal uçurumlar olduğunu ve bu soruna çözüm bulunmasındaki siyasi güçsüzlüğü dile getiriyorsunuz. Bu anlamda siyasi çözüm bağlamında bir angaje solcu yazar mısınız? Bir edebiyatçı olarak umutsuzluğun nasıl çözüleceğini düşünüyorsunuz?
Evet Fransızca angaje dediğiniz siyasi bir yazar olduğumu söyleyebilirim. Edebiyatımın da siyasi olduğunu söyleyebilirim. Büyük çözümler öncelikle siyasidir, edebiyat sanat zaten topluma bir bakış sunar. Aslında siyasetten kaçınmaz.
Belki şunu soruyorsunuz sanat, edebiyat acaba sosyal yapıları değiştirmeye katkı sağlayabilir mi?
Bu çok düşük tutulması gereken bir umut daha ziyade yaptığımız bir bilinç yaratmak.
Daha önce üzerinde düşünmediğimiz meselelerle ilgili atıf yapmak.
Simone de Beauvoir ‘un “İkinci Cinsiyet” kitabını 18 yaşında okudum ve benim içsel bir devrim yaratmıştı.
Ben de sanki bir hafta öncesindeki ben ben değildim. Düşüncelerim değişmişti, bu temel bir değişim. Edebiyat böylesi bir işleve sahip.
Edebi eserler de böylesi bir etkiye sahiptir. Umutlara duygulara üzerinde durarak yaklaştığımızda bir değişiklik olur hemen olmaz Marx’ın manifestosu dahi hemen sonuç verememiş olabilir orada bile.
Yazılarınız kadınların yaşamları üzerindeki etkisine dair ne söylemek istersiniz? Sizin yazılarınızın Simone de Beauvoir’un yazılarından daha çok etkili olduğu söyleniyor…
Bunu söylemek bana düşmez. Çok dürüst olacağım evet böyle bir duyguya sahip oldum ben de. On yıllardır pek çok okur mektubu aldıktan sonra, evet böylesi bir duyguya kapıldığımı söyleyebilirim.
Ancak Simone de Beauvoir’la aramızda şöyle bir fark olabilir. Benim birden bire etki yaratmak gibi bir arzum olmadı, çıkış noktam bu değildi. En başta ve sıklıkla bir ihtiyaç hasıl olduğu için bu beni yazıya itti.
Kendim dahi yazmaya başlarken nereye doğru ilerleyeceğimi bilemiyorum bu bir süreçtir edebiyat yazın bir süreçtir. Bu süreçte baştan her şeyiyle yönü belli olmaz zaman içinde evrilir uzun süreler içinde yazarım. Her paragrafımda şunu sorarım kendime “Acaba bu benim gözlemlerimi mi yansıtıyor?”
Kitabın sonunda “Acaba ne buluyorum ne değiştirir bu yazılar?” diye sorarım.
Her zaman bu şekilde yazabilmeyi umut ediyorum böyle bir Nobel ödülünü öne çıkararak değil.
Cesur bir yazarsınız. Eril yargılar sizi yazmaktan alıkoydu mu?
Hayır!
(gülümsemeler)
Ama tabi bütün bunların kökekine gitmek gerekiyor. “Hayır” demenin ardındaki sebeplere bakmak gerek.
Birçok kadının önünde engeller var, yazmaya çalıştıklarında evet belki biraz kendi küçük bir aile çekirdeğinden söz edebiliriz. Benim annem babam çok tipik değildir.
Annem çok güçlü kadınların olduğu bir kuşaktan geliyor. Annem hem dişi hem de erkeksi rolü üstlenmek zorunda. Annem de gücünü kendi güçlü annesinden miras aldı.
Sizce kadının özgürleşmesi ile metnin özgürleşmesi arasında bir bağ var mı?
Evet, bu işin bir parçası kadınların güçlenmesi sadece edebiyat aracılığıyla olmadığı için.
Buna sinema ve eğitimi de ekleyebiliriz. Bu güçlenmeden söz edecek olursak sadece edebiyat bağlamında kalacak olursak iki yönü var. Kadınlar hep yazmışlardır fakat ürettikleri tanınmamıştır. Mutlaka onu kendini özgü bir tarza yazma eğilimine itmiştir.
Fransa’da geçmişte çok sayıda kadın çocuklar için kitap yazmıştır bu da toplum tarafından uygun görülmüştür. Kadınlar bu şekilde tanımlanır.
20. yüz yılda ise çok güçlü bir ivme olduğunu görüyoruz. 1970’lerde kadınlar doğrudan bedenleriyle ilgili yazdılar. Ben de bu kuşaktanım sadece gizlice yaptığım kürtajdan söz etmedim, vücutla ilgili olan tüm unsurları anlatırım kitabımda. Burada çok çarpıcı olan bir şey var, her zaman şöyle bir ayırım görüyoruz. Erkeklerin yazdığı gerçekliği yansıtır gibi görünüyor.
Erkekler gerçeği tek başına yazmıyorlar fakat bu alanda tekel kurmuşlar. Gerçeğin ne olduğuna dair bir tekel kurmuşlar. Sanki gerçeğin ne olduğu onların tekelindeymiş gibi oysa bu doğru değil.
Fransa’da bu şekilde görülüyor. Erkek olmak erkek yazar olmak… Yani, erkek yazar olduğunuzda bu edebiyat oluyor. Kadınlar ise kitap yazıyor özünde çok da edebiyat olarak tanımlanmıyor. Kadın kitap yazdı oluyor, edebiyatçı olarak görünmüyor.
Ben Nobel edebiyat ödülümü aldığım zaman büyük bir öfke rüzgârı esti. Çünkü, Nobel edebiyatı almış bir kadın yoktu. Kadınlar halen daha edebiyatta meşru görülmüyor, bu çok kapsamlı bir konu.
NOBEL ÖDÜLLÜ YAZAR TÜRKİYE'DE:
— bianet (@bianet_org) April 14, 2023
Annie Ernaux: Erkek yazınca 'edebiyat' diyorlar, kadın yazınca 'kitap
Ernaux, edebiyat dünyasında kadın olmak başta olmak üzere, kitaplarını nasıl yazdığına dair geniş bir alanda basının sorularını yanıtladı. ' https://t.co/xUStKzrrz8 pic.twitter.com/Qg6Kq5WwbP
Şimdiden bakınca geçmişe bakınca yeniden bir tarih yazımından söz edebilir miyiz? Oğlunuz aynı zamanda yönetmeninizle nasıl çalıştınız?
Bugünden düne bakmak bir aileye bakmak… Ben filmleri çok yavaş ağır bir biçimde seyrettim mesela belli bölümler üzerinde notlar alıyordum, bir aşamadan sonra artık görüntülere dahi bakmaz oldum, ne gördüm düşüncelerimizi aktarmak üzerineydi. Arık benim için bir nesneydi. Ben o kadının düşüncelerine zihnine annemin zihnine giremem, ama annemle ilişkim nasıldı bundan söz edebilirim.
Ailelerin kendi tarihleri olmayabilir aileler hep birlikte tarihin bir parçasını oluşturur, bu düşüncelerle metni oluşturdum David (oğlu) de bütün bu çalışmayı kendisi tertipledi. Ben de kendisini denetlemedim sonuçta yönetmen o.
Oğlu David Ernaux-Briot: Şimdi pek de öyle beraber çalışmadık dediğinde annem haklı. Annem beş altı saatlik filmleri izledi ve kendisi metin yazdı. Sonra onları seslendirdi. Sadece belki bir saat üzerinde çalıştığımız kısımlar oldu.
Anneme bu anlamda senarist diyebiliriz.
Etkinlik hakkında Prömiyerini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yapan Super-8 Yılları, Annie Ernaux’nun yazarlığa adım atmadan önce çekilmiş 8 mm hatıra filmlerini bir araya getiriyor. Ernaux’nun, oğlu David Ernaux-Briot ile birlikte yönettiği belgesel, Fransız Kültür Merkezi ile Fransa Büyükelçiliği ve Unifrance'ın değerli katkılarıyla festival kapsamında Belgesel Kuşağı’nda gösteriliyor. Super-8 Yılları gösterimleri, 13 Nisan Perşembe 16.00’da Fransız Kültür Merkezi, 14 Nisan Cuma 16.00’da Cinewam City’s 7 ve 15 Nisan Cumartesi 13.30 Kadıköy Sineması’nda olacak. Annie Ernaux ve David Ernaux-Briot, filmin 13 Nisan Perşembe ve 15 Nisan Cumartesi günkü gösterimlerine de katılarak izleyicilerle buluşacak. Yazarın Türkçedeki kitapları Annie Ernaux hakkında1 Eylül 1940'ta, Lillebonne'da, işçi sınıfına mensup bir ailede doğdu; çocukluğunu Yvetot, Normandiya'da geçirdi. Edebiyat öğrenimi gördü ve uzun yıllar boyunca edebiyat öğretmenliği yaptı. Kişisel deneyimle toplumsal tarihi birleştiren unsurları ilk romanı "Armoires vides"le (Boş Dolaplar) ortaya koydu. Sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, cinselllik, kürtaj, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarırken, arka planda daima toplumsal yaşam ve onu oluşturan kültürel, siyasî, tarihî olaylara yer vererek, "toplumsal bellek" yazını olarak nitelenebilecek eserlere imza attı; başta Renaudot Ödülü olmak üzere birçok ödüle değer görüldü. Hâlâ Cergy'de yaşıyor. |
(EMK/SS)