Babasının dostu sosyalist ve varlıklı iş adamı Bary’le birlikte Avrupa seyahatlerine çıkan genç yazar, babasının ölümü üzerine Cenevre’de kaldı. Dil eğitimini sürdürürken “zihin açıcı” bulduğu matematik ve fizik derslerine de katıldı. Ağabeyi henüz 24 yaşında genç bir kız olan Marian'ın entelektüeller arasında vakit geçirmek yerine bir an önce evlenmesi gerektiğini düşünse de Dr. Baraban’la tanışan yazar onunla Eski Yunanca çalışmaya başladı.
Ünlü feminist yazar Virginia Woolf'un bir “başyapıt” olarak nitelediği Middlemarch adlı romanında, yaşlı profesör Causaubon ve genç Doreathea Brooke arasında gerçekleşen mutsuz evlilik, Eliot'un Baraban’a duyduğu hayranlığın bir yansımasıdır.
Middlemarch ve taşra yaşamından kesitler
1872’de yayımlanan Middlemarch: Taşra Yaşamı Üstüne Bir Çalışma, Tolstoy’un Savaş ve Barış adlı romanıyla kıyaslanır. Hayatın anlamını arayan Dorethea Brooke’un yanılgılarını ve evlilik dışı aşkını konu alan roman, bir taşra kasabasının sosyal ve politik ahlâkına da eleştiriler getirir. Eliot’ın daha sonra yazacağı tüm romanlarında da edebiyatı, müziği ve sanatın her türünü günah sayan Püritenliğin eleştirisi göze çarpar. 1853’te Cambridge’e giderek felsefe ile ilgilenmeye başlayan; tutucu ve patriarkal bir toplumda erkeklerin bile bilmediği konular üstüne düşünen ve yazan Eliot, ünlü şair John Milton’ dan sonra İngiliz edebiyatının en bilge insanı kabul edilir.
Teolojiye olan ilgisi Eliot'u, Latince’den İbranice’ ye kadar 7-8 dil öğrenmeye yönlendirdi; üniversiteye devam edemese de eğitimini kendi başına sürdüren yazar, Spinoza’nın Ethics adlı ünlü eserini Latince’den çevirme çabasına girişti. Ancak, tamamlayamadığı için çeviri yayımlanmadan kaldı. Döneminin kadın yazarlarından farklı olarak eve kapanıp roman yazmak yerine, önce seyahat etmek ve öğrenmek isteyen Eliot, romanlarını 40'ından sonra yazmaya başladı. O zaman kadar da, sadece erkeklerin hakimiyetindeki edebiyat dergilerinde çalışmayı başararak yazarlığı meslek haline getirdi.
1851’de, döneminin saygın düşünce dergilerinden Westminister Review’a yayın yönetmeni yardımcısı olan Eliot, aydınlarla dostluğunu sürdürdü. Güzel sayılmadığı halde karizmatik kişiliğiyle ünlü Amerikalı yazar Henry James’ı bile etkilemişti. Dönemin ünlü aydınlarından pejmürde ama yaratıcı bir kişi oılarak bilinen Henry Lewes ile de bir aşk yaşadı. Evli olan felsefeciyle 30 yıl boyunca evlilik dışı bir ilişki sürdürdü. Kızların eğitimini her zaman savunan bir kadındı. Yaşadığı dönemde feminist sayılmasa da yaşamı ve öncü tavrıyla, aktif feministlerden daima daha radikal ve marjinal bir feminist oldu. Lewes'te yazarlığı için büyük destek görmesine karşın ailesince dışlandı. Lewes’ın 1878’de ölümü üzerine kendisinden 20 yaş küçük ilk otobiyografi yazarı John W. Cross’la evlendi. Mutlu bir evlilik yaşadı ama 1880’de geçirdiği hastalıktan sonra Londra’da öldü ve Lewes’ın yanına gömüldü.
Kraliçenin gözdesi bir biseksüel feminist
Realist ve psikolojik derinliği yüksek romanlarıyla tanınan Eliot, antik Yunan tragedyalarından etkilenmiş ve daha çok toplumsal ahlâk ve siyaset temaları üstüne yazmıştı. İlk büyük eserleri, Ludwig Andreas Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Esası (1862) ve David Straus’un İsa’nın Yaşamı (1854) adlı kitapların çevirisidir. Döneminin romantik kadın yazarlarını, Kadın Yazarların Gülünç Romanları adlı makalesinde eleştiren Eliot, Avrupa Gerçekçiliğini destekleyen tavrıyla kendi edebiyatının da yönünü belirlemişti.
Bu makaleden sonra, George Eliot mahlasıyla yazmaya başladı. Bunun nedeni; hem çağdaşı kadın yazarlarla arasına mesafe koymak hem de nikahsız bir birliktelik yaşadığı için edebiyat dünyasında saygınlık kazanmaktı. Mahlasını erkek dilinin ve maskülen kimliğinin ele geçirilişi olarak gören feministlerce Eliot “biseksüel bir feminist” olarak kabul edidi. Yazar kimliğini tersine çevirerek patriarkal düzene ve edebi kanona direnir ve kadın olduğunu saklarken kadınca bir yaşam sürdü.
Bugün eserleri, akademisyen Judith Butler’ın “performans” kavramıyla ele alınan Eliot’un maskülenizmi, toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin belirlediği bir toplumda yer bulması için kamusal alanda şekillenen araçsal bir yöntemdir. Özel hayatıyla karşıtlık oluşturan bir kimlikle, edebiyat dünyasında yer edinen Eliot; bireysel olarak feminizme yürekten inansa da, mağdun edilen kadınların yaşadığı Viktoryen İngiltere’de ikili bir kimlik benimsedi. “Biseksüel feminizm” adı altında hem yazarlık hem de toplumsal cinsiyet adına yeni bir kavram bırakır çağdaş eleştirmenlere.
İlk önemli romanı Adam Bede (1859), Kraliçe Viktorya’nın kızı Prenses Louise'in önsözüyle yayınlandı. Roman Marangoz Adam’la nişanlı güzel köylü kızı Hetty Sorrel’in genç toprak sahibi Donnithorne'un tecavüzüne uğrayarak hamile kalması ve bebeğini öldürdükten sonra delirmesini anlatır. Hetty tam asılacağı sırada infaz durdurulur ve uzak bir sömürgeye sürgüne gönderilir.
Dostoyevski’nin kız kardeşi
Dini ve ahlâki değerleri sorguladığı romanında Eliot, gerçek bir olaydan yola çıkararak Methodist kilisenin itirafçı tavrını benimser ve Kraliçe Viktorya’nın takdirini kazanır. Dostoyevski’ye benzetilen roman karakterleriyle, İngiliz taşra yaşamına gerçekçi bir eleştiri getiren yazar, kraliyet ailesiyle ilişkilerini daima iyi tutmuş ve politik romanlar da yazmıştı.
Eliot kendi çocukluğunun geçtiği kasaba yaşamını öyküleştirdiği 1866’da yayımlanan Floss Irmağındaki Değirmen için Marcel Proust’un övgüsünü kazanmıştı. Bu romanda, Hıristiyan dogmatizmi yerine, insanlık dini dediği evrensel bir inancı savunan yazar, iki kardeşin trajedisini anlatır.
1861’de yayımlanan Silas Marner ise, yoksul dokumacı Silas ile varlıklı bir toprak sahibinin oğlunun yaşamını anlatır. Masal ve gerçeğin karıştığı romanda, tarikat kurbanı bir gencin yaşadığı çevreden uzaklaşıp bir kulübede tek başına kumaş dokuyarak zengin olması ve bebekken bulduğu Eppie adlı kızı büyütmesi anlatılır. Bu bakımdan, Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi’ne benzeyen roman, zengin toprak sahibi gerçek babasının ortaya çıkması üzerine Silas’ tan ayrılması istenen Eppie’nin kendisini büyüten Silas’ı seçmesiyle biter.
Tarihsel bir roman olan ve 1963’te tefrika olarak yayımlanan Romalo, Floransalı Medici ailesinin Fransa’dan kovulmasını anlatır. 1876’da yayımlanan son romanı Daniel Deronda ise, Musevilerin karşılaştıkları anti semitist hakaretlerden dolayı çektikleri acıları anlatan politik bir romandır.
George Eliot’un eşitlikçi politikalara 19.yüzyılda farkında olmadan bir romancı olarak katılımış olması günümüzün, erkek egemen dil üzerine çalışan feministlerini büyüler. Kişiliğinin ve isminin temsil ettiği maskülenlik, bir bulmacanın taşları gibi dönemini ve kendisini yansıtarak Eliot’u bugün de Avrupa romanının en önemli yazarları arasına sokar.