Emine Onaran İncirlioğlu Maltepe Üniversitesinde sosyoloji bölümünde çalışırken "radikal" bir kararla çalıştığı kurumdan ayrılarak Hrant Dink Vakfı’nın “Ermenistan--Türkiye Normalleşme Süreci Destek Programı” kapsamında “Sınırları Aşıyoruz Ermenistan Türkiye Burs Programı” ile Erivan'a gitti.
Erivan'da bulunduğu dört ay süresince Ankara'nın yerel gazetesi Solfasol gazetesine yazdığı yazılarla Ermenistan'dan haberler vermeyi eksik etmedi.
İncirlioğlu ile Erivan'daki günlük yaşam deneyimlerini, soykırımın 100. yılında Erivan'daki havayı, Ermenilerle Tüklerin benzerliklerini, bu benzerliğin diyaloğun önünü nasıl tıkadığını konuştuk.
Ermenistan'a gitmeye nasıl karar verdiniz, o süreci biraz anlatır mısınız?
Antropolojide hem tam gün üniversitede çalışmak hem de alan araştırması yürütmek üzere uzun süre bir yerlere gitmek kolay değil. Doktora çalışmamdan sonra uzun süreli bir etnografik çalışmam olmamıştı. Romanlarla ilgili çalışmalar yapmıştım ancak hep kısa süreli derinlemesine görüşmelere dayanan araştırmalardı. Uzun zamandır fırsat kolluyordum. Hrant Dink Vakfı'nın burs programını duyunca içimde araştırma isteği depreşti. Aralıksız olarak 3 yıl ünversitede öğretim üyesi olarak çalışıyordum ve ona bir ara vermekte de yarar olduğunu düşünüyordum. Herhalde ben de hazırdım bir alan araştırmasına bu fırsat da iyi denk geldi.
Erivan'da Türk olarak karşılaştıklarınızı ve deneyimlerinizi anlatır mısınız?
Anladığıma göre, Ermenistan'da Türk iki anlama geliyor. Birincisi bir etnik, milli kimlik tanımı; ikincisi ise bir hakaret terimi. Tıpkı Türkiye'de Çingene denildiği zaman iki şey anlaşılabildiği gibi. Uzun bir süredir Çingene/Roman çalışmalarıyla ilgileniyorum; bu durumu gayet iyi biliyorum. Bir anlamıyla Çingene, Roman, bir etnik nüfusun adı. Ama daha geniş ve yaygın anlamıyla hakaret olarak kullanılıyor; örneğin "çingenelik yapma" dendiği zaman. Ben buna “küçük harfle yazılan çingene” diyorum. Mustafa Aksu Türkiye'de Çingene Olmak kitabında bunu biraz anlatıyor.
Nasıl Türkiye’de hiç tahmin etmeyeceğin insanlar, eğitimli, saygın, aklı başında insanlar gönül rahatlığıyla “amaan çingenelik yapma” diyebiliyorsa, Ermenistan’da da "Türk müsün ya sen?” gibi bir hakaret sorusuyla karşılaşabiliyor alâkasız insanlar. Tabii senin Türk olduğunu bilirlerse bunu söylemezler, ayıp olmasın diye. Çünkü aslında Türklere yönelik değil artık, hakaret anlamında dile geçmiş bu. Örneğin trafikte kötü araba kullanan birisine otobüs şöförü “turk es?!” diye bağırabiliyor. “Öküz müsün?” der gibi “Türk müsün?” diye soruyor. Hakikaten hakaret olarak kullanılan bir söz. Dolayısıyla bu iki anlamı ayırmak gerekir diye düşünüyorum.
Kişisel olarak, Türk olmamla ilgili hiçbir olumsuzluk yaşamadım, sırf Türk olduğum için kötü muamele görmedim, bir tartışma, sürtüşme olmadı. Ama dediğim gibi, tanıştığım, görüştüğüm insanlarla bir bağlam içerisinde bulundum. Salt bir Türk olarak değil, bütüncül bir insan olarak iletişime girdim. Örneğin, ev sahibemle hayat deneyimlerimiz, kızlarımız, yemek tarifi, şiir, müzik, televizyonda Türkiye’deki seçim hazırlıkları ilgili bir haber gibi güncel bir konuda konuşabiliyorduk. O benim Ermenice ödevlerime yardım ediyordu, ben onun İngilizcesine. Dertleşiyorduk zaman zaman. Bol bol gülüşüyorduk. Türkçe’den Ermenice’ye girmiş ne kadar çok sözcük olduğunu keşfettikçe şaşırıyorduk. Hediyeler veriyorduk birbirimize. Ev arkadaşım Hasmik’le de, Hrant Dink Vakfı’nın Erivan’daki koordinatörleri Anuş ve Anna ile de, Media Initiatives’in direktörü Noune ile de, Civilitas’tan Alin ile de aynı şekilde arkadaş olduk, dertleştik, gülüştük...
Bir de, çok sık yapılan bir espriden söz edeyim: Erivan’da kaldığım dört ay boyunca "Sen Türk olamazsın, sen mutlaka Ermenisin" ve benzer cümleleri çok duydum. Bu çoğu zaman şakayla karışık söyleniyor ama niye bu konuda bu kadar çok şaka yapılıyor? Esprinin de bir bağlam içinde anlamı var. "Hayır hayır sen Türk olamazsın!" Girdiğim bir dükkanda, "yüzün çok güzel sen Türk olamazsın!" diyen bile oldu. Hayatımda ilk defa böyle bir "iltifat" duydum. Güzel olsam canım yanmaz. Bu olayı anlattığımda ev arkadaşım Hasmik, "sen şu anda Ermenistan'dasın, Ermenice öğrenmeye çalışıyorsun, bizimle böyle arkadaşlık ediyorsun, kan çekiyor olabilir, belki de sen de bilmiyorsun ama sende bir Ermenilik olabilir çünkü başka türlü nasıl olabilir?" dedi ciddi ciddi. Türkiye’ye dönmeden önceki akşam karşı komşumuz Araik ve Anahit çağırdı. Araik kadeh kaldırıp veda konuşmasını yaptı. "Bak bu sefer gidiyorsun ama mutlaka geri gel, bunu saymıyoruz, biz seni çok sevdik." Ve mutad espriyi yaptı: "Aslında ben senin Türk olduğunu sanmıyorum. Gizli bir Ermeni olmalısın!" İnsanlar yakınlıklarını, iyi duygularını gösterirken beni Türk'lükten ayırmaya çalıştılar. Yani kafalarında kavramsal Türk o kadar kötü bir şey ki, iyi duyguları bir arada düşündürmüyor, anlatabiliyor muyum? Uzun sözün kısası, Ermenistan’da ciddi bir anti-Türk iklim var ama kişisel değil, kategorik. Belki bazı insanlarla daha iyi dost olabilirdim, Türkiyeli olduğum bilinmeseydi. Ama bunu bilmek mümkün değil.
Travmatik olarak değerlendirebilir miyiz bu durumu?
Travma...Tanıştığım, görüştüğüm pek çok kimsenin büyük anneleri, büyük babaları değilse tanıdıklarının, dostlarının, konu komşularının ataları “Batı Ermenistan” dedikleri Doğu Anadolu’dan ya da hala Kilikya dedikleri Akdeniz Bölgesinden gelmiş Ermenistan’a. Ya da gelememiş, oralarda kaybolmuş. Bir kısmı Müslümanlaşarak, gizlenerek kalmış Anadolu’da. Bir kısmı Avrupa’ya, Amerika’ya gitmiş. Üç nesil önceki akrabaları, kuzenleri ile yıllar sonra buluşanlarla tanıştım. Yani onların travmaları tekrar tekrar anlatılıyor. Yaşatılıyor. Ama tabii onlar yaşatılırken, bir sözlü tarih haline dönüşürken, o son derece acı, anlatılırken yüzlerde çok ciddi acı ifadeler oluşturan o olayların ne kadarı seçiliyor, ne kadarı nasıl seçiliyor, onları hiçbir zaman bilmek mümkün değil.
Aradan geçen yüzyıldan sonra, neler çok seçici bellekte hatırlanıyor da anlatabiliyor, neler aradan kayıp gidiyor. Bu Türk düşmanlığının elbette travmayla ilişkisi var ama travma yaşayanların ya da sözlü tarihte yaşatanların hepsi aynı genelleme ile Türk düşmanı değil. "Bütün Türkler kötü değil" diyen, bunu annesinden, ninesinden duymuş olanlarla da konuştum. Mesela, bir arkadaşın ninesi Türkler hakkında kötü söz söyletmezmiş. Ne zaman biri birşey söyleyecek olsa, “ben bir Türk askerin yardımını gördüm, orada bizim kaçmamıza göz yumdu, bize hemen ‘kaçın kaçın’ dedi, onun sayesinde kurtulduk,” dermiş. Erivan’da Amerikan Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olan tarihçi Yair Auron şimdi bu konuyla ilgili bir kitap çalışması yapıyor. Amacı yaşanan soykırımın ırkçılığa dönüşmemesini sağlamak. Yahudi soykırımı sırasında yaşanan dostluk, komşuluk, yardım öykülerini topluyor. Bu nokta benim için de çok önemli. İnsan’a inanmak zorundayız. Başka çıkar yol yok.
Birkaç örnek verebilir misiniz travmatik iz bırakan hikâyelere?
Notlarımda çok hikâye var, derinlemesine görüşme kayıtlarında da; ama hemen aklıma geliveren birini anlatayım. Büyük annesinin—annesinin babaannesinin—travmasını taşıyan Karina adında benim yaşlarımda belki benden üç beş yaş genç bir kadın vardı. Ev sahibem Aida’nın çok eski arkadaşı. Aynı mahallede oturuyorduk. Onunla da hemen yıldızımız barıştı. Bir etkinliğe birlikte gitmiştik, önce orda ayaküstü anlattı; dinlerken gözlerim doldu. Sonra bir akşam oturmaya gittik evlerine, annesiyle konuştuk. Ermenice görüşmelerden biri buydu. Aida ve Karina kısmen İngilizceye çevirdiler. Babaannenin kocası kayıpmış. İki çocuğu varmış. Dört yaşında olan oğlu ve kundaktaki kızıyla 1915'te kaçmaya çalışıyor. Oğlu sırtında, kızı kucağında. Tek başına Aras’ı geçerken iki çocuğu birden taşıyamayacağını, bir seçim yapması gerektiğini anlıyor. Oğlunun kolaylıkla sırtında tutunabiliyor olması, sırtında daha kolay taşınıyor olması nedeniyle kundaktaki kızını Aras'ın sularına bırakıyor. Bu hikâye üçüncü nesile, kulaktan kulağa anlatılmaya devam ediyor. Bu az bir travma değil herhalde. Dört yaşındaki oğlan Karina’nın dedesi, yani annesinin babası.Travmatik hikâyelerden kastım böyle şeyler.
Soykırımın 100. yılı Erivan'daydınız? O günü, o havayı anlatır mısınız?
Solfasol’un Nisan ve Mayıs sayılarında bundan biraz söz ettim. 24 Nisan 2015’te ve öncesinde Erivan’da bulunmak sayesinde o yoğun soykırım havasını gözlemlemiş oldum. 100. yıl hazırlıkları arasında çeşitli web siteleri, afiş yarışmaları, konferanslar, konserler gibi etkinlikler düzenlendi. Soykırımı dünyada daha çok duyurmak, soykırımı resmen kabul etmeyen devletlerin kabul etmesini sağlamak için büyük bir çaba harcandı. Sokaklarda, metro duraklarında, kamusal alanlarda olduğu gibi dükkan vitrinlerinde ve bina cephelerinde de aylar boyunca posterler asılı kaldı. Her akşam televizyon haberlerinde soykırıma, ya da hangi devlet başkanının soykırımı tanıma konusunda ne dediğine ilişkin bir haber, bütün gün görgü tanığı yaşlılarla röportajlar... 24 Nisan'a kadar tam da adı konmayan bir beklenti, bir ağırlık vardı sanki Erivan'da.
"Soykırım, tehcir, büyük felaket" Bu tanımlamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Benim en üzüldüğüm şey, siyah beyaz bir şekilde bunun karikatürize edilmesi: "Soykırımı kabul ediyor musun, etmiyor musun?" gibi bir "evet-hayır" cevabına indirgenmesi. Bütün duygusal ağırlığını, bütün yaşanmış trajedileri saf dışı bırakan bir pazarlığa oturulmuş gibi görünmesi, basitleştirilmesi ve ucuzlaştırılması gibi geliyor. Yani bir kelime pazarlığına dönüştürülmüş olması: "Türkiye soykırımı kabul edecek mi etmeyecek mi, ya da Obama bu yıl soykırım kelimesini telaffuz edecek mi etmeyecek mi?" Türkiye’deki resmi dilin de aynı şekilde “iki taraflı acılar yaşandı ama soykırım olmadı” repliği. Bunun böyle çok indirgenmiş bir halde tartışılmasına üzülüyorum. Çünkü hakikaten, kelimelerin nesnelerle ilşkisi konvasiyoneldir. Yani bizim herhangi bir nesneye verdiğimiz ad değişebilir. Sözcüklere yüklenen anlamlar bir taraftan çok önemli, biliyorum. Hatta insanı öldürecek kadar önemli olabilir metaforlar. Herhangi bir nesneden söz etmek için en önemli aracımız dil.
Önemli olan özü; ama özünü değiştirmeden başka bir kelime kullanmak mümkün… Bütün bu özünü kaybettirip, bir kelimeye dönüşmüş olması, acıklı geliyor bana. Çünkü o zaman köklerinden kopartıldığını, yüzeyselleştiğini düşünüyorum. Artık kötü bir pazarlığa dönüştüğünü düşünüyorum. Eğer Türklerden “soykırım” kelimesini duymak istiyorsa Ermeniler, ondan kolayı yok. Ama hakikat çok daha ağır, ciddi, kapsamlı, etkili, kalıcı... Bunu söylemek bana düşmez; onu da bildiğim için pek sesimi çıkartmıyorum bu konuda Adlandırma konusunu Mark Nişanyan Felaket ve Edebiyat kitabında çok güzel anlatıyor. Aslında bütün kitap bu büyük felaketin dille ifadesi etrafında kurgulanmış. Hatta “Soykırım”a saplanıp kalmayı Ermenilerin kendilerine bir hakareti olarak görüyor. Aman ha yanlış anlaşılmasın. Soykırımı inkâr değil bu. Soykırımın inkârıyla birlikte yüzyılı aşkın bir zamana uzayan bir kabus. Yani soykırımın kendisinden bin beter. Onun için Türkçeye Felaket olarak tercüme edilen sözcüğü kullanıyor, edebiyattan–Hagop Oşagan’ın romanından ödünç alarak.
Anlamaya çalışıyorum sadece. Benim insan olarak yaklaşmam mümkün, biraz da antropolog olarak. Bu anlama çabasında elbette uluslararası hukuk da tarih de önemli söylemler sunuyor. Çok karışık bir tarih. Bir imparatorluğun çöküşü ile binlerce yıldır Anadolu'da çok uzun bir tarihi olan, çeşitli prenslikleri, krallıkları bulunan bir halkın 1. Dünya Savaşı sırasında Anadolu'dan kökünün kazınması. Bunu adlandırmak kime düşer? Bana değil elbet. O arada yaşanmış olan acılar, kaybedilmiş hayatlar, o anlatılan hikâyelerle hiçbir zaman sona ermemiş, unutulamamış bir aileler tarihi… Büyük bir kayıp duygusu. Müthiş bir mağduriyet anlatısı tekrarlanıyor sürekli. Bunlar psikolojik olarak bir milleti etkileyecek olaylar. Bunları anlamaya çalışıyorum. Hrant Dink’in dediği gibi, ihtiyacımız olan ne inkâr ne de ikrar; ihtiyacımız olan idrak etmek.
Ama soru bu değildi. Sorunun cevabına döneyim.
Adlandırma, seslenme, dile dökme çok önemli. Ya da bazen çok önemli olabilir. Kişilerarası ilişkilerden de biliyoruz ki insan teyid edilmek istiyor; kendi bildiğini karşısındakinden de duymak istiyor. Bu kültür ve iktidarla ilgili bir şey. O kelimeyi telaffuz etse ne olur? Türkiye yetkilileri söylese ne olur? “Soykırım yapılmıştır Osmanlı Dönemi'nde biz de öyle bir imparatorluğu devraldık” dese? Madem bu kadar önemli bir millet için soykırım kelimesinin telaffuz edilmesi, ne olur Cumhurumuzun başı bu kadarcık bir şey söylese? Bu saçaklı iddialaşmaya girmek istemiyorum. Bunun arkasından gelen çirkin hesaplara girmek istemiyorum. Müeyyidelerden korkulduğu için inkârın sürdürüldüğünden söz etmek istemiyorum. “Soykırım dersen elini verirsin, kolunu kurtaramazsın; arkasından tazminat ve toprak talepleri gelecek” gibi çirkef pazarlıklardan söz etmek istemiyorum. Adlandırma iktidar konumuyla, özne olmakla yakından ilişkili. İkrar bunları içermeli diye düşünüyorum. Bana “saf” ya da “çok romantik” olduğumu, biraz da cinsiyetçi bir dille söyleyenler oldu. Böyle okunabildiğimin da farkındayım. Ama inan, başka çare olmadığını hissediyorum. Geçen gün okudum, Pınar Selek yeni kitabını tanıtırken Gramsci’den alıntılayarak “aklımın karamsarlığıyla, irademin iyimserliğini birleştiriyorum” demiş. Aynen öyle hissediyorum.
Soykırım ve uzantısı olan büyük felaketten bahsederken kullanılan bütün sözler, bütün deyimler—resmi dilde kullanılan “tehcir” de, aile ve yöre kültürüne mâl olmuş “sürgün”, Margosyan’ın ailesinde kullanılan “kafle” de, Mark Nişanyan’ın sözünü ettiği pek çok sözcük de, ister küçük harfle ister büyük harfle yazılsın, değerli, anlamaya ve anlatmaya, özünü kavramaya, kavratmaya yarayan vazgeçilmez sözcükler. Yeter ki içleri boşaltılmasın, ya da sırf “soykırım” dememek için icad edilmiş kaçamaklar olmasınlar. Ama kaçamaklar da gerekebiliyor tabii.
Hakikate nasıl ulaşacağız?
Çok felsefi bir soru... Ne oldu, neden oldu, nasıl oldu, hangi koşullarda oldu? Bu hakikat çok saçaklı bir şey. Nerden baktığına göre de, kimin baktığına göre de değişiyor. Bu farklı görünümlerin hepsi de hakikat olabilir. Ararat’a ordan ve burdan bakmak gibi. Küçücük bir olayın bile hakikatine ulaşmak çok karmaşık bir iş. Galiba saygı önemli, karşındaki insana önyargısız saygı ve güven. Karşındakine en az kendin kadar saygı duyman ve samimiyetine inanman gerek. Tabii saygıyı gerektirecek samimiyeti de göstermek gerek. Yani karşılıklı ama karşı-karşıya değil, yan-yana. Hakikat, farklı açılardan saygıyla ve samimetle dinlemeyi, işitmeyi, anlamayı içeriyor. Çıkar ilişkileri de hakikate ulaşmayı imkânsızlaştırıyor.
Hakikate neden ulaşmak istiyoruz ki? Bence esas olan soykırımdan ve tüm ırkçı pratiklerden ders almak. Sadece Türkiye’nin, sadece Türkiye'de yaşayan insanların alacağı bir ders değil. Burdan alınacak ders ırkçılığa karşı ve bireysel bir ders olmalı. Çok duygu yüklü bir konu bu, travmadan söz ediyoruz, psikapotolojiden söz ediyoruz. Çok ciddi, insanı çok ciddi etkileyen konular bunlar. Alınacak derslerden odaklanmamız gereken, en büyük hastalık ırkçılık ve bir ırka genellenmiş suçlardan uzak durmak olmalı. Yani, Soykırım’ın ve onu izleyen inkârın yarattığı mağduriyet durumu, Ermenilere icazet veren bir haklılık da olmamalı; anlatabiliyor muyum? Ermeni soykırımı Türk milletinin güvenilmez olduğu anlamına gelmez. Bir insanın etnik, milli kimliği onun karakteriyle ilgili bir şey söylemez, söyleyemez. Bu kadar genel ırkçı kabullerin hiç sorgulanmadan, bütün tarihi okumaları etkilemesi bizi hiç bir yere götürmez. Ermeni Soykırımın koşulları, olaylarını sayıları, tariheri ortaya çıkarttıldığı zaman "bizler bu kadar acı çektik" deyip bir rövanşa kalkışmalarını haklı kılmaz, Türkler hakkında bir genelleme yapmalarını haklı kılmaz. Aynı şekilde Türklerin de bir aynaya bakıp, “biz böyle bir şey yapmayız” demekten vazgeçmesi gerekir. Bu da müthiş ırkçı bir tavır. Yani hiç bir ırk üstün değil, hiçbir ırk suçtan muaf değil. İnsan türü herşey yapmaya muktedir, herşeyi yapabilir. "Biz böyle şey yapamayız, bizim ecdadımız böyle bir suç işlemez" kadar saçma bir önerme olamaz. Herkesin ecdadı her türlü suçu da işler, insafsızlığı da yapar; öte yandan yufka yürekli de olabilir, en yardımsever davranışı da yapabilir. Kim olursa olsun, insan türünün ortak özellikleri var. Irkçılığa varan tanımlardan vazgeçmek gerek...
Bu tartışma iki halkı yakınlaştıracak mı diyorsunuz?
Birbirimize zaten çok yakınız; farkında değiliz sadece. CRRC’de bir sunum yapmıştım, taslağı da web sitesine konmuştu. Ermeni-Türk ilişkilerinde kültürün rolü üzerine bir tartışma açmak istemiştim bu sunumla. Başlık olarak da “It Takes One to Know One” demiştim, yani “Kişi kendinden bilir işi”.O sunumda Ermenilerin ve Türklerin nasıl birbirlerine benzediklerini, ne bakımda benzediklerini Erivan’da geçirdiğim iki ay boyunca yaptığım katılımcı gözleme dayanarak toparlamaya çalışmıştım...
Agos'taki röportajınızda bahsettiğiniz çalışma bu mu?
Agos’ta çok özet bir şekilde anlattım. Daha genişletme niyetindeyim. 1915'ten bu yana yaşanan kopukluk belki bin yıldır aynı coğrafyayı paylaşmaktan kaynaklanan, paylaşılmış bir kültürün yanında çok kısa bir dönem. Bu kadar ağır travmaya rağmen büyük benzerlikler var. Türkçe’nin Ural-Altay dil ailesinden, Ermenice’nin Hint-Avrupa dil ailesinden olmasına karşın bu dillerin mantığı benziyor. Agos'ta buna değinmiştim. Meselâ Kürtçe'de "gözün aydın" diyebiliyor musun? (-Evet, "çavê te ronibe). Bire bir değil mi? Ermenicede de "açkı luyus". Yani bu ve bunun benzeri çok söz var. Bana en çarpıcı gelen, “gadanı alayım” (“acını alayım”)—Kürtçesi yok demiştin, sanırım; sormuştum sana—Ermenicesi “tsavıd tanem.” Bu dil benzerliği bir kapı açıyor.
Yaklaşım benzerliği de var ve her zaman bu benzerlikler yararlı değil. Bazı benzerlikler köprü kurmayı zorlaştırıyor. Mesela bazı inatçılıklar belki benzemese daha iyi olacaktı. Melis Solakoğlu'yla yaptığım görüşme Agos’ta çıktıktıktan sonra biri, “iki tarafın müthiş kör inatçılığı birbirine çok benziyor” gibi bir yorum yapmış. Bir başkası, aynı şakaları, aynı esprileri gülünür bulmanın önemini vurgulamış. Birinin yaptığı espriye "ne var bunda gülecek?" diyorsan orda büyük bir kültürel kopukluk, aynı şeye gülüyorsan kültürel yakınlık vardır. Ve biz ev sahibemle, Erivan’da tanıştığım kimselerle hakikatten kahkalarla gülebiliyorduk. Türkiye'de yaşayan Ermenilerden, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından, İstanbul Ermenilerinden ya da Anadolulu Ermenilerinden bahsetmiyorum. Ermenistan’da yaşayan Ermenilerden bahsediyorum. Sınırların kapalı olmasına, Sovyet deneyimine, yüzyıllık kopuşa, tarihe rağmen, müthiş bir yakınlık var. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum.
İki kültür arasında farkettiğim ilk benzerlik, biri kazanırsa öbürünün kaybedeceği mantığı. Bu bir kültürel benzerlik. İkinci benzerlik, bence patolojik bir duruma varmış olan bir güvensizlik, bir güven eksikliği, komplo teorileri. Üçüncü benzerlik, öfke. Özellikle iki tarafın fanatik milliyetçilerinde... Yapıcı olmayan dördüncü benzerlik, kutuplaşma. Bu tek boyutta ikili bir kutuplaşma tarih yazımında da ortaya çıkıyor. Biz ne yaptıysak doğru, onlar ne yaptıysa yanlış ve kötü. Biz iyiyiz, onlar kötü, biz haklıyız, onlar haksız. Türkiye’de de Ermenistan’da da çok meraklısı var, kurban, mağdur zihniyetinin. Buna beşinci benzerlik diyebiliriz.
Son olarak, biliyorsun Türklerde bir üstünlük söylemi var. Ecdadımızla başlayan… Biricik kültür anlayışı… Dışlamak, küçümsemek dostluğa fırsat vermiyor. Bunun Türklere has olmadığını fark ettim, bazı Türkler diyeyim en azından. (MGD/NV)