NTV'de, televizyonla aram pek yok, bir nasihate uyarak genelde açık tuttuğum radyosunda, Ertuğrul Mavioğlu korsan bildiri okuyordu sanki; bazı kuşkuları olmakla birlikte, "Ergenekon Terör Örgütü"nün "Susurluk Çetesi" ile olan bağlarının ortaya çıkmasının çok önemli olduğunu, yalnızca yüzlerce/binlerce olması muhtemel cephaneliklere değil, eğer soruşturma bu doğrultuda derinleştirilirse Kahramanmaraş Katliamı'nın, 16 Mart Katliamı'nın, 1977 1 Mayıs Katliamı'nın faillerine ulaşılabileceğini söylüyordu.
Bu ses tonunu tanıdığımdan emindim, 16 Mart Katliamı'nı lanetleyen forumları üniversite kantinlerinde, 12 Eylül'de ilkokula yeni başlamış yaştaşlarımdan oluşan kırk elli kişiyle birlikte yaparken bu ses tonuyla konuşuyorduk. Radikal Gazetesi'nin haber koordinatörü belki de geçmişini hatırlamıştı; bilmiyorum, belki de konuşmasındaki muhteva “ses”ini tanıdık bir simgeye çevirmişti. Zira sık sık, ancak diyordu, bütün bu olaylar devletin dışında olmadığı için...
İşte tam o sırada bir isim, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Osmanlı-Türk devlet aklı
Gözümün önünden geçen adı anmakla “hikmet-i hükûmet”ten konuşmuş oluyoruz. Mümtaz'er Türköne, ilgiyle -bazıları hayranlık da besleyebilir- izlenmeyi hak eden bir akademisyen ve yazardır. Milliyetçi hareketten geldiği biliniyor, doktora tezi “Türkiye'de Siyasal İslamcılığın Doğuşu” adını taşır, Şerif Mardin'in toplu eserleri basılırken makalelerinin çoğunu o derlemiştir, bunları İletişim bastı. Samimi görüşüme göre, 'iyi yayınevi' elbette basacaktır...
Doksanlı yıllarda Ark Yayınları'ndan çıkan “Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi” başlıklı kendi makalelerinin derlemesi vardır ki, esas menba odur. Makalelerinde bize, bir devlet geleneğinden, bu geleneğin bir “aklı” olduğundan, ona “hikmet-i hükûmet” denildiğinden bolca söz eder. Şerif Mardin, “Adalet Dairesi” diye anlatır gerçi aynı bahsi... Tanzimat diye sorarsınız mesela Türköne'ye, size tatlı tatlı “hikmet-i hükûmet” anlatır; meşrutiyet, cumhuriyet, işte aynı hikaye, bu “hikmet-i hükûmet” hep devam eder. Kürtler derseniz, menbadan “yoklar” sözünü duymazsınız, sorun varlıkları ya da yoklukları değildir çünkü Kürtler'in devlet kurma yeteneği -bir devlet akılları- yoktur; raison d'etat'ları olmadan, boşu boşuna -Marksist Leninist saçmalıklara itibar ederek!- silahlanmışlardır ve elbette isyanları da bastırılacaktır.
Laf uzuyor, uzatmadan özetleyelim; sağ/muhafazakar ve bu kökten gelen liberal akademisyen ve yazarlar bu izleği, Türk egemenliğinin bir “hikmet-i hükûmeti”, bir “devlet aklı” olduğu tezini genelde benimser ve siyasi tarih yanında hükûmet edenleri de bu çerçevede anlamlandırırlar.
Devlet için kurşun atan...
Aynı Türköne'nin vaktiyle Başbakan Tansu Çiller'in danışmanı olduğu da bir vakıadır. Çiller'in ağzından “devlet için kurşun yiyen de, kurşun atan da şereflidir” sav sözünü kulaklarımızla duyduğumuzu da biliyoruz. Çünkü unutmamız mümkün değildi, herkesin gözü önünde demokratik bir hak mücadelesi veren solcu Ayşenur'u muhtemelen bu devlet için “kurşun sıkanlar” kaçırmışlardı, Kürt avukat Yusuf'u, Kürt avukat Faik'i de, öldükleri tahmin ediliyor ama gene de cesetleri aranıyordu, işte hepsi Gölbaşı civarında bulundu; bize de bu sav sözü unutmak nasip olmadı.
Rivayetin bazısı bu sözün telifinin kime ait olduğunu açık eder; bence telif aramaya gerek yok, belli ki, sağ/muhafazakar (ve de hatta liberal sol!) analizle idare etsek bile bu sözün sahibi, “hikmet-i hükûmet”ti. Madem ki, sorun Kürtler'in varlıkları ya da yoklukları değil, boşuna ve başarısız bir isyan için silahlanmış olmalarıydı; e tabi ki, bu isyan bastırılacak ve bastırılırken de “devlet için birileri” kurşun sıkacaktı. Bu şeklen de “hukuka uyar” görünüyordu.
Silahsız Kürtleri niye öldürdüklerini “hikmet-i hükûmet”le açıklıyorlar, “Kürtler devlet kuramaz, ölürler” diye bilimsel makaleler yazıyorlar ve elbette bizde anlıyorduk, ama devrimcileri öldürmelerini “hikmet-i hükûmet”le anlamak da pek zordu doğrusu! Aklımıza illa da “sınıf mücadelesi” geliyordu, fakat akıllar sahibi “liberal solcu”larımız bu analimizi hiç beğenmiyorlardı, “ceberrut devlet”le dertlenmeliydik! Bilmiyorum, belki de akıllar sahibi liberal solcularımız haklıydı, olan biten sınıf mücadelesi değildi de, yıllar sonra kurşunlanacak devrimci kalmayınca sıradan vatandaşların kurşunlanması üzerine Taraf Gazetesi yazarı bir emniyetçinin açıkladığı gibi “iş kazası”ydı. Bilemem, hala dergilerinden “Evet, teorik-politik berraklaşmaya ihtiyaç var; lâkin bu, geniş mezhepli bir sol tanımının lüzumunu ve hayatiyetini ortadan kaldırmıyor - 'en geniş kitle içinde en dar kadro çalışması' düsturunu akıl-fikir düzlemine uyarlayarak düşünün!” diye yazabildiklerine göre, ben bilmem, akıl sahibi onlar! (*)
Büyük Aksilikler ve Çıkış Yolu
Ama ol(a)madı işte... Hatta bir aksilik oldu, Kuzey Irak'ta federatif bir Kürt Devleti kuruldu. Ama çok daha büyük bir aksilik oldu, ekonomik kriz çıktı; Mümtaz'er Türköne, bu en büyük aksilikten sonrasını her sağ/muhafazakar/liberal siyaset bilimci gibi “temsil krizi” olarak okudu. Bu tür durumlarda, raison d'etat derhal İngilizce'ye tercüme olur, national interest'e dönüşür yani, Türkiye'de fark etmiyor ikisi de “hikmet-i hükûmet” sonuçta, haliyle çözümünü de gene hikmet-i hükûmet bulacaktı ve 2001 yılında Mümtaz'er Türköne hepsini birbirine katarak krizden çıkışı şöyle förmüle etti:
“Kör topal ilerleyen demokrasimiz esaslı bir temsil krizi yaşamaktadır. Halk bu krizi kendince bulduğu bir yöntemle, bir karizma yaratarak çözmeye çalışmaktadır... Genlerinde devlete isyan fikri olmayan halk umutsuzluk içinde bitap düşüyor ve zalim Bolu Beyi'ne haddini bildirecek bir Köroğlu arıyor. Elbette Tayyip Erdoğan Köroğlu değil, sadece kaderin önüne koyduğu fırsatı siyasi başarıya dönüştürmek isteyen bir siyaset adamı. Eşkıyadan hükümdar olmayacağını bildiği için ikbalini sandıkta arıyor. Karşı tarafta duran da zorba Bolu Beyi değil: hikmet-i hükûmet sanatının inceliklerini bilecek kudrete ve tecrübeye sahip olduğu düşünülen Türkiye Cumhuriyeti Devleti [Burada “Devleti” fazla, devletin adı Türkiye Cumhuriyeti zaten, şöyle demiş oluyor: Selim Evren İnsanı!, S.E.]. Halkı nezdinde, hükûmeti eliyle itibar kaybına uğramış, bir güven krizi yaşayan bir devlet. Eğer Köroğlu arayan bir halk varsa ve kendisine yüklenen bu karizmayı bir siyasetçi kuşanıyorsa ve dahi yaşadığı meşruiyet krizinin ciddiyetinin farkında olan derinlerde bir devlet mevcutsa, hikâyenin geleceği de belli demektir.”
Hikmet-i hükûmetin kurtuluş çaresi
Hikmet-i hükûmet, Erdoğan ve partisi AKP ile nihayet kurtuluş çaresini bulmuştu. Bu geleceği, Mümtaz'er Türköne gibileri bile “sınıf mücadelesi” vehmine kapılıp izleyen biz “devrimciler” kestiriyorduk da kimseye faydamız olmadı; kesilmekten yorulan Kürtler, oturmaktan yorulan solcular, AB yolunda bir açılım umuduyla, eh bizde “açlığa yata yata” köyün delisi olduğumuzdan bizim kestirimimize itibar etmediler.
Mümtaz'er Türköne, Barış Meclisi toplantılarına katıldı. İlhan Selçuk, “genç subaylar rahatsız” manşeti attı. Asker 27 Nisan muhtırasını verdi. Seçim oldu, Kürtler meclise girdi, AKP yüzde 47 oy aldı. Herkes yerli yerindeyken bence sadece cumhuriyetçi tutkularının esiri bir savcı, -değilse devlet aklına vakıf olması gereken bu savcı- AKP'ye dava açtı; kapatılmaz diye yazdık, kapatılmadı.
...ve Ergenekon oldu
Bugün, 2009 ve Mümtaz'er Türköne şöyle yazıyor: “Dönüp dönüp hatırlatmalıyız. 'Ergenekon terör örgütü', devlet içine yerleşmiş, devletin verdiği yetkileri, imkân ve araçları suç işlemek maksadıyla kullananların örgütü. Bugün Silivri'deki mahkeme salonunda birbirine düşmüş olan bu örgütün üyeleri, kişisel çıkar sağlamak için bir araya gelmişler. Bu kişisel çıkarlar arasında, terör yöntemleri ile darbe yapıp iktidar koltuğuna oturmak da var. Savcılar, yargıçlar işini yaparken hükûmetin suçlanması ayrı bir çarpıtma. Çünkü, suçlanan hükûmet, Parlamento'da bir araştırma komisyonu kurup yargının üzerindeki yükü hafifletmeye bile cesaret edemiyor. Parlamento'yu, bu kadar kapsamlı bir suç örgütü karşısında harekete bile geçiremiyor. Bize düşen uyanık kalmak. Suç işleyenlerin kendilerini korumak için zırh gibi kullandıkları Atatürk'ü, Cumhuriyet'i ve laikliği suçluların yol açacağı yozlaşmadan kurtarıp korumak.”
Özeleştirimdir!..
Ertuğrul Mavioğlu konuşurken net bir şekilde anladım ki, ben yanılmışım.
Evet, bir önceki yazımda ben “yanıldım”, sadece Ergenekon'un çerçöpünün süpürüleceğini sanıyordum. Küçük de olsa bir hesap görülecekti, eli kanlı olduğunu hemen hemen herkesin duyumsadığı bazı eski hikmet-i hükûmet kalıntılarının cezaları kesilecek; bunlarla doğrudan bağlantılarının kanıtlanması güç olan aralarında seksen yaşını geçkin gazetecinin de olduğu darbeciliğe heves etmiş bazı zevat ceza almasa da halka karşı şuç işledikleri kamu vicdanında tescillenecekti. Ne de olsa, Ergenekon, hikmet-i hükûmetti, “kapitalist devlet”in kendisiydi.
Benimki ne büyük yanılgı imiş, meğer mesele çerçöp değilmiş, yüzlerce bomba varmış, devlet gerçekten kendisini temizliyormuş, artık demokratikleşecekmişiz, 1977 1 Mayıs'ının, Kahramanmaraş'ın hesabı sorulacakmış, Fırat'ın doğusundaki binlerce faili meçhul aydınlanacakmış, bırak seksenlik darbeci gazeteciyi darbe tezgahlamayı aklından geçiren her rütbeli, onlarla iş kotaran her medya baronu, polis şefi ve kim varsa hem teşhir edilecek hem de cezalandırılacakmış. Bu arada esaslı bir polis devletinin medya terörü eşliğinde kuruluyor olması “aslında” benim tarafımdan bile sorun edilmeyebilirmiş, arada, belki Ayşenur'un da katilini bulurlar ve ceza verirlermiş.
Belki verirler, eğer yaşadığımız, “yaşadığı meşruiyet krizinin ciddiyetinin farkında olan derinlerde bir devlet”in Mümtaz'er Türköne'nin öngördüğü “geleceği belli hikayesi”, başka deyişle, bazı temel hakları gasp ederek gerçekleşen “muhteşem” geri dönüşü değilse... Belki de “gerçekten” değildir, bizim ne aklımız var ki; bir “hikmet-i hükûmet” bir de akıllar sahibi liberal solcularımız bilir! (**)
_______________________________________
(*) Bu ironik yazıya önemli bulduğum bu “ciddi” notu düşmek zorundayım: Hadi yazan “akıllar sahibi” olduğuna o kadar emin ki yazıyor, peki ya muhatabı bu “küstah”lığa hiç ama hiç içerlemeden tamamen tarih dışı ve metafizik bir içeriğe sahip “liberal kişilik üzerine” diye bir makaleyi, bu aynı akıllar sahibine müspet referansla nasıl basıyor? Anlaşılır gibi değil. Bu akıllar sahibi liberal solcular, 1993 senesinde bir sayı yapmış ve o sayıda, diğerleri yanında “devrimci kişilik” hakkında da tamamen menfi içerikte atıp tutmuşlardı, yaptıkları niyetlerinden bağımsız olarak “tarih dışı” ve “metafizik”ti. Tespitlerini anmıyorum bile, Turhan İtil ve Ayhan Songar da 12 Eylül Cuntası için cezaevlerinde bir araştırma yapmış ve devrimci kişilik üzerine bir takım sonuçlar çıkarmışlardı! Anlaşılan o ki, eğer sağ/muhafazakar/liberal siyaset bilimciler [ya da devlet merkezli düşünen liberal solcular] haklıysa, sadece hikmet-i hükûmetin melekeleri bu tür durumlarda kararlı ve izlenebilir refleksler doğuruyor. Devrimcilik ise her tarihsel eşikte yeniden ve yeniden(!) sınanmayı gerektiriyor. Ve bu, birilerini afaki olarak “liberallikle” suçlayarak olmuyor maalesef, “liberal” dediğinin yönteminden de medet ummamak, sahiden özgürlükçü ve eşitlikçi (egaliberter) bir dil -sosyalist bir ideolojik hegemonya- inşa edebilmek gerekiyor. Aksi halde, ukalalıkta (ukala, Arapça'da aklın çoğuludur!) yarışırken sana küstahlık edene müspet referans vermek kaçınılmaz oluyor ve aynen onlar gibi ve onlardan öğrendiğin şekilde “liberal kişilik” analizi yaparak, aynı “hata”yı yeniden üretmiş oluyorsun; bu arada, devrimciliğine de geçmiş olsun!
(**) Vaktiyle AKP kapatılacak diye endişeye kapılan bazıları seneye bugün, Ergenekon hakkında hayal kırıklıklarını yazacak. Bense, eğer yaşarsam, seneye bugün, bu yazıyı “gene” internette bir yerlere asacağım!.. Yani hiçbir şey değişmemiş olacak, Ayşenur'un katili başka bir devrimci solcuya işkence yapıyor olacak; bazı akıl sahipleri de bu hakikati dile getirmenin “sinizm” olduğunu sanmaya devam edecek. Halbuki Spinoza Tractacus Politicus'un birinci bölümünün birinci paragrafında “Onlar insanları aslında oldukları gibi değil, ama kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar: bunun neticesi olarak, çoğu, bir Etik yerine bir Yergi yazmışlardır ve asla Siyasette uygulanabilecek görüşleri olmamıştır, onların tasarladığı şekliyle Siyaset, gerçekleşmeyecek bir düş olarak, veyahut ya Ütopik ülkelere ya da şairlerin altın çağına, yani hiçbir kuruma ihtiyaç duyulmayan bir zamana uygun olarak görülmelidir.” diye yazar. Evet, birileri -belki de “biz”- sinizm içinde, o kesin!..(SE/EK)