Tahsin Yücel, "Şu resme bakın, öylesine genç, öylesine canlı, öylesine burada," derken tam da bu buluşmayı özetledi.
Herkes orada, sahnede Deniz Kavukçuoğlu dostları bir bir çağırıyor, az sonra hep birlikte Teşvikiye camii, sonra da Şile mezarlığına gidiliyor, sonra da Celal Üster'in dediği gibi "Erdal yıldız olacak, bize yağacak".
Öz'ün Sergi'si
Üster, Öz'ü anlattı; öykücülüğünü, romancılığını, yayıncılığını, mücadelesini, bir de Sergi kitapevini anlattı. 6 Mayıstan beri onunla ilgili yazılanları okuyorum, buluşmaya giderken yolda "kimse Sergi kitapevinden söz etmiyor" diye mırıldanıyordum.
Benim için, bizim üniversite yıllarımız için Erdal Öz "Sergi" demekti. Ankara Büyük Sinema'nın üst katındaki o küçük kitapçı gibi bir kitapçı benim için bir daha hiç olmadı.
250 liralık bursumuzu aldığımızda Sergi'nin yolunu tutardık, öyle çok kitap olurdu ki almak istediğimiz, almamız gereken.
Kitaplara bakıyoruz, kitapları okşuyoruz, arka kapakları okuyoruz, o küçük camlı masanın ardında duran adamla konuşuyoruz. Sanki, sattığı bütün kitapları okumuş olurdu, aradığımız kitap üzerine konuşur, o kitabın konusuyla ilgili kitapları hemen sıralamaya, anlatmaya, tartışmaya başlardı.
Kimi zaman, onunla konuşurken, onu dinlerken cahilliğimizden utanıp "hı, hı" diyerek bilirmiş gibi yaptığımızı hatırlıyorum. O anlardı mutlaka, bu tıfıl numaralarını.
Oysa, şimdi İstanbul kitapçılarında, istisnalar bir yana, kitabın ismini söylersin, yazarını söylersin, bir de yayınevini, yine de boş gözlerle karşılaşırsın ve kitap almak keyif olmaktan çıkar... O yüzdendir ki, 30 yıldır hala "Sergi" ararım.
Kitabı alamazsan...
Tabii, Sergi'de her istediğimiz kitabı alamazdık, paramız yetmezdi. Bir gün arkadaşım Hülya'yla yine Sergi'deyiz. Bir iki kitap aldık, Hülya, Lenin'in "Bir Adım İleri, İki Adım Geri"sini de almak istedi, kuruşlar sayıldı falan, para yetmedi. Alamadı. Pasajdan çıktık, ben "gururla" kitabı paltomun içinden çıkarıp Hülya'yla hediye ettim. Alamayınca, çalmıştım.
Ertuğrul'un vukuatı da Doğan Avcıoğlu nun "Türkiye'nin Düzeni". O da yanında arkadaşımız Ali, bu büyük boy kitabı ceketinin içine sığdırmaya çalışmış. Erdal Öz, tabii ki bu "büyük mücadeleyi" görmüş, Ertuğrul, "gördü ama tavana baktı" diye hatırlıyor o anı.
Üstel'in dediği gibi Sergi bir efsaneydi, bir "okul"du, o yüzden biz öğrencilerin de böyle haşarılıklar yapma hakkımız vardı; o bilirdi ve sesini çıkarmazdı bence. Yeter ki okuyalım.
Saat Altı
Tokat Lisesi'nden edebiyat öğretmeni İlhan Başgöz, "o benden evvel gitti," derken çok kederliydi. Demokrat Parti döneminin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin okullara gönderdiği "haftada bir Kahramanlık günü kutlanacak" tamimini, Orhan Veli ölünce birlikte çıkardıkları Duvar gazetesini anlattı ve "onu sevenler mezarına nurlar indirecek" dedi.
Cemil Kavukçu, yayınevinde saat akşam 6 olunca, yan odadan gelen "Cemil" sesini aktarıyor. Bu, "vakit geldi" demek. Böylece, rakılar kadehlere doluyor, akşam sohbetleri başlıyor. Kavukçu, "yazarım, yayıncım, dostum ve abim artık yok, onsuz rakı içmek nasıl olacak" diye soruyor.
6 Mayısta içelim!
Can, babasının "iyi konuştun lan" demesini özleyecek.
Önce soruyor: "Babam, kendisi için nasıl bir anma isterdi?"
Sonra yanıtlıyor: "Her 6 Mayısta masaya oturalım, içelim derdi. Onu böyle analım."
Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Çetin Tüzüner de Sergi'yi hatırlattı herkese, 1996 İfade Özgürlüğü Ödülü'nü Öz'e vermekten gurur duyduğunu söyledi ve "ona olan sevgimizi küçük bir kutuya koyup kalbimizin bir köşesine kaldırıyoruz," dedi.
Yazılanları düzelte düzelte
"Dokunmayın bana, göz yaşı doluyum, beni yalnız çiçekler anlar!" Çetin Öner sonra "güzel insandı" diye devam etti. Yayıncılığın, pek de su yüzüne çıkmayan yanına değindi: "Yazdıklarımızı düzelte düzelte bizi zorla yazar yaptı."
Ahmet Altan, "bir gün böyle bir yerde konuşmak zorunda kalmamı hayatımın en insafsız dakikaları olarak hatırlayacağım," diyor.
"Birbirimize çılgınca öfkelendik, çok kavgalar ettik, birbirimizi çok sevdik. Tek bir duyguya döndü hepsi: keder."
Altan, Öz'ü edebiyatın sonsuzluğuna emanet etti, "güven ve pırıltıyla gidecek" dedi, "Ölüm edebiyatı yenemedi".
Çevirmen Seçkin Selvi de, onu "50 yıllık dostum, yerine koyamayacağımız bir dost, usta bir yazar" sözleriyle selamladı.
Askeri jipte haşat olmuş bir kadın, bir erkek
1971 Haziran, askeri jipte bir kadın, bir erkek; ikisi de haşat. Birbirlerini bilmiyorlar. Oya Baydar, yıllar sonra, birbirlerine karşılıklı "aa, o sen miydin" dediklerini paylaşıyor salonla.
Öz, bir "ilk eserler" yayıncısı olarak da biliniyor. İşte Baydar da Frankfurt'ta sürgünde yaşarken 1989'daki karşılaşmanın kendisini "edebiyata getirdiğini" anlatıyor ve Öz'ü şöyle tanımlıyor: "Çocuksu bir heyecan, insanın acılarına dönük bir içtenlik namus."
Pınar Kür de ilk kitabını Öz'ün bastığını anlatıyor, sonra da kederle sahneden iniyor.
Hacı Tonak, sahnedeki o kocaman Erdal Öz'de "gülümseyişin gizlemediği bir hüzün okuyor", İlyas Salman acının içinde yaşıyor.
Pamuk 23 yaşındayken
Öz'ün bir başka "ilk"i Orhan Pamuk. 23 yaşında, Cevdet Bey ve Oğulları'yla ödül alınca, jüri üyesi Erdal Öz'ün "bu çocuk beni arasın" sözlerini gülümseyerek hatırlıyor. Tabii çocuk Öz'ü arıyor ve kitap basılıyor.
"Başka edebiyatçı arkadaşım yoktu. Yazarlık yalnızlıktır. İki üç ayda bir Erdal'a giderdim, başka yazarlar da gelirdi, şakalar yapardı, beni anlardı. Onu hep gülerek hatırlayacağım."
İdamlara karşı imza
Ve Deniz, Hüseyin, Yusuf! İdamları önlemek için imza kampanyası. Yaşar Kemal, Öz'le birlikte nasıl kapı kapı imza almak için dolaştıklarını hatırlıyor, "o bir devrimciydi, lekesiz bir insandı, ki bu çok zordu," diyor.
Doğan Hızlan da kendisinden giden "büyük parça"ya kederli, 50 kuşağını anlatıyor, dostluk belleğini anlatıyor, nasıl da güçlü.
Tahsin Yücel, "her zaman güvendiğim biriydi" diyor ve ekliyor: "Bu olayla bizi aldatmış gibi oldu!"
Güle güle Erdal Öz, tekrarlayalım, yıldız ol, üzerimize yağ! (NM)