Nurdan Gürbilek, bu yılki Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün sahibi oldu. Jüri ödülün gerekçesinde eleştirinin bir yaratıcılık alanı olarak değerini vurguladı. Dün Pera Müzesi'ndeki törende ödülünü alan Nurbilek'le geçmişte kitapları üzerine yapılmış söyleşilerden alıntılar aktarıyoruz.
"Şahane kaybedenler'den bir türlü vazgeçemiyoruz"
Sizi, mağdurun dilini tartışmaya iten ne oldu?
Aslında ağırlıklı olarak edebiyatla ilgili kitap... Mağdurluk, mağlupluk, tutunamamışlık ya da dışlanmışlık gibi konular yapıtların merkezine yerleştiği, daha önemlisi yazar için bir anlatma problemini beraberinde getirdiği ölçüde kitabın konularından biri oldu. Daha çok da dört yazar, Dostoyevski, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Cemil Meriç üzerinde yoğunlaşıyorum. Cemil Meriç edebiyatçı değil, ama hem edebiyattan çok etkilenmiş olduğu için, hem edebiyat üzerine çok yazdığı için, hem de dil meselesine birçok yazardan daha çok önem verdiği için onun üzerine de bir bölüm var. Kitabın esas problemi de mağluplukla ya da mustariplikle dil arasındaki ilişki... Beni bunu tartışmaya ne itti? Galiba şu: Bütün bunlardan söz ederken aslında zorlanıyoruz; en azından kendi adıma konuşayım, ben zorlanıyo-rum. Bunları ya tamamen kavramsallaş- tırıyoruz, bütünüyle politik bir dillle, hatta zaman zaman istatistiğin diliyle, rakamlarla, sayılarla anlatıyoruz. Ama işin içine duygu katınca da bir acıklılık efektine dönüştürebiliyoruz; acı çekeni gülünçleştiren, küçük düşüren bir anlatıma yol açabiliyoruz, ya da orada sanki kederli bir şeyler yokmuş gibi, acıdan muzaffer bir edayla, onu yücelterek söz edebiliyoruz. Neden? Başlangıç sorusu buydu galiba. Cevabın kısmen de olsa edebiyatta bulunabileceğini düşünmüş olmalıyım...
Kitapta kadın yazara yer vermemişsiniz?
Kadınlar ya da kadınsılık yazarın korkularını harekete geçirdiği ölçüde varlar bu kitapta. Meriç'in erilliği kendi deyişiyle virilite'yi kaybetme korkusunda, Zebercet'in çevresindekilerce "bir ortalıkçı kadın" gibi algılanıyor olmasında, görenin erkek görülenin kadın ya da kadınsı olmasında: tartışmaya oralarda dahil oluyor kadınlar. Bir dişil tehlike olarak, kaçınılması gereken bir mağdurluk olarak ya da Aylak Adam'da olduğu gibi bir türlü bulunamayan, erkek kahramanın gurur yarasını onaracak, ona ayna tutacak "gerçek kadın" olarak..
Siz eleştirmen olarak "gören"; yazar olarak "görülen" konumdasınız. Şimdi sizin gördüğünüzü görecekler ki bu daha da farklı bir durum herhalde?
Öyle "görülmeden görme ayrıcalığı"na sahip bir eleştirmenlik konumu yok. Ben de görülenim, görülmeye, anlaşılmaya muhtacım.
(Sema Aslan, Radikal Kitap Eki, 14 Mart 2008)
Yazarın endişesi yazdığına ve okuruna geçmeli mi?
Yazar istese de istemese de yazdığına aktarır endişesini. Eğer bir endişesi, bir sıkıntısı varsa tabii. Önemli olan, yazarın yapıtında bu endişeden bir an önce kurtulmaya mı çalıştığı, yoksa yapıtında endişeye, tereddüde, açmazlara yer verebilecek zenginliğe mi ulaştığı. Benim sevip, önemsediğim yapıtlar, ikinciler. Kitapta daha çok modernleşme sürecine eşlik eden endişeleri ele aldım: Yabancıdan etkilenme endişesi, cemaate yabancılaşma kaygısı, züppeleşirim korkusu, kadınsılaşma endişesi, çocuksulaşma sıkıntısı...
Bu içsel endişelerin çoğu zaman ulusal-kültürel endişelerle nasıl iç içe geçtiğini anlamaya çalıştım. Edebiyatta endişe hep var. Ama iyi yapıtlar, endişeyi bir an önce savuşturanlardan değil, endişeyi doğuran açmazı tüm romanına yayabilenlerden, bir bakıma endişeye tahammül edebilenlerden çıkıyor. Endişe doğuran sorunu başkalarının şahsında alaya alan ya da buradan ibret hikâyeleri çıkaranlardan değil, bu problemin aynı zamanda yapıtın kendi problemi olduğunu görenlerden çıkıyor. Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Tanpınar'ın Huzur'u, ve özellikle denemeleri, eleştiri yazıları böyledir. Oğuz Atay, Bilge Karasu böyledir...
Bugün bu endişe var mı? Yazan, yazılan, okuyanda...
Tabii bir Doğu-Batı sorununu, bunun doğurduğu endişeleri bizim Tanpınar, Peyami Safa ya da Cemil Meriç kadar yoğun yaşamadığımız açık. Peyami Safa bu sorunu "Türk ruhunun en büyük işkencesi" olarak tanımlıyordu. Tam bir ruhsal eziyet. Biz bunu bu boyutlarda yaşamıyoruz, ama illa Doğu-Batı sorunu olması gerekmez, edebiyatta endişe hep var. Ama edebiyatın artık daha külfetsiz, meselesiz olduğunu kastediyorsanız, evet bu yönde güçlü bir eğilim de var. Ama bu kaygısızlıktan iyi yapıtlar çıkmıyor bence...
(Derviş Şentekin'in röportajı, Radikal, 21 Kasım 2004)
Ele aldığın edebî malzemede kendini gösteren, aşırı-Batılılaşmadan mütevellit züppelik, efemineleşme, kadınsılaşma karşısında duyulan tedirginliğin, erilliğin yitmesi kaygısının, bugün de "entel" kodlamasında tezahür ettiğini kaydediyorsun. Bu nasıl bir devamlılıktır? Cumhuriyet edebiyatını ve popüler kültür çağlarımızı kuş bakışı tarayarak, hangi kırılmaları, hangi dönüşümleri ve hangi bükülmez devamlılıkları görüyorsun?
Aşırı etkilenmişliğin kadınsılıkla, erillik yitimiyle bir tutulmasında gerçekten bükülmez bir devamlılık var. Nasıl ilk romancıların "dandini bey"i hem cemaate yabancılaşmışlığı hem de hayat adamı olamamışlığı, ana kuzuluğunu, çocuk kalmışlığı, kadınların elinde oyuncak olmuşluğu, yani tam bir erkek olamamışlığı ima ediyorsa, bugünün "entel"inde de bu ima var. Entel dantel işlerle uğraşan, erkeksi değerlerin dışına düşmüş; hayat adamı, hareket adamı, ya da eylem adamı olamamış, ıvır zıvır işlerle uğraşan biri. Burada bir iğretilik, bir topluma yabancılaşma suçlaması kadar bir efeminelik iması da var.
"Salon sosyalisti"nden, "tatlı su frenk"ine, hatta bir zamanların sol jargonundaki ÇBS yani "çizgisi belirsiz sosyalist" lafından "entel"e kadar uzanan bir dizi lafta bu ima var. Aşırı etkilenmişliği kadınsılıkla, iğretiliği erillik kaybıyla, cemaate yabancılaşmışlığı erkeklik yitimiyle, köksüzlüğü de hadım edilmişlikle iç içe geçiren, Tanzimat'tan bu yana evet çeşitli kırılmalarla, ama esas hatlarıyla çok da değişmeden gelen bir şey bence bu. Toplumsal endişenin cinsel endişeyle iç içe geçmesinin, cemaate yabancılaşma endişesinin erkekler cemaatinin dışına düşme endişesiyle iç içe geçmesinin yol açtığı bir devamlılık. Ben bu kırılmayı edebiyatta ilk gerçekleştirebilenlerin önce Halit Ziya, sonra da Tanpınar olduğunu düşündüm. Ayna bağımlılığı denen "dandini"lik alametinin, aynı zamanda yazarın kendi yapıt yaratma çabasını da yakından ilgilendiren bir maraz olduğunu, daha doğrusu marazi olduğu kadar insani de olduğunu bize gösterebildikleri için, onların yapıtlarında bir kırılma var. Ama popüler kültüre geldiğimizde, işler biraz karışıyor. Orada bir yandan çok ağır adamların, baba, kral, imparator figürlerinin önemli olduğunu biliyoruz.
Ama popüler kültürün, "yüksek kültür" alanında bastırılmış bazı tedirginliklerin üstüne gittiğini, oradan kendine sürekli yeni malzemeler çıkardığını da biliyoruz. Zeki Müren'i bu milletin hem sanat güneşi hem de eğlencesi yapan nedenler, ya da Tarkan'ın bugün kadınlar tarafından bu kadar çok sevilmesi filan, buralardan kaynaklanıyor. Ama tabii bu endişenin geçtiği anlamına gelmiyor. Asmalı Konak'ın neo-ağa tipi Seymen'i düşünün. Bundan yüz sene, hatta elli sene önce tam bir züppe olarak çizilebilirdi. Züppeyi züppe yapan bütün koşullar orada da hazır:
Babası ölmüş, ailenin ve servetin başına geçmiş; babanın yokluğunda savrulmaya, kapılmaya, dejenere olmaya, güçlü annenin etkisi yüzünden kadınların elinde oyuncak olmaya, modernliğe açıldığı için cemaate yabancılaşıp iğretileşmeye, dış telkinlerin esiri olmaya hazır bir tip. Ama dizide öyle olmuyor; Amerika görmüş ama memleketine geri dönmüş, babasız ama kendi baba olabilmiş, modern ama geleneklerine yabancılaşmamış, geleneksellikle modernliği işine geldiği gibi birleştirmiş, kendi geleneğini adım adım dışarıya pazarlamayı başarmış bir adam Seymen Ağa.
Tıpkı Asmalı Konak dizisinin kendisi gibi. Tabii bu bir "böyle olsun" isteği; "erkek adam geleneği de modernliği de uygun dozda birleştirebilir, bunu başarabilir" isteği; bir tür kaygısızlık özlemi. Yoksa tabii ki işlerin böyle yürümediğini biliyoruz.
(Tanıl Bora'nın söyleşisi, Birikim, Aralık 2005)